Tülay German’ın türküsü: “Özgürlük şarkımız”

Yıl 1935, İstanbul. Nafia Vekaleti’nde müfettiş Fikret German ile eşi Nermin German’ın biricik kızları Tülay German dünyaya gelir. Annesi, ismini ünlü bir doktorun kızının adını beğenerek koyar, Türkiye’deki ikinci Tülay’dır.

Tülay, 4 yaşından itibaren şarkı söylemeye başlar. Kendi anlattığına göre ilk söylediği de Yesari Asım’ın “Gurbet elde kimsesizim, buna sebep yâr oldu” şarkısıdır.

Daha ilkokulda ömrü boyunca bir isyankar olarak yaşayacağının ipuçlarını verir. Kendisine siyah ya da beyazın değil kırmızının yakıştığını söyleyerek üniformasının rengini değiştirmek ister. Kırmızı, hayatı boyunca hep içinde taşıyacağı o tutkunun rengidir. Bu isyankar tavrının tek yansıması okul üniforması değildir. Erkek okul arkadaşlarını dövdüğü için üst üste uyarılar alır. Bunu yapmasının nedeni ise kendisinin de onlar gibi güçlü olduğunu kanıtlamaktır, zira ebe olan anneannesinden gördüğü kadarıyla kız çocuğu doğurmak hiç de hayra alamet değildir. Çocukluğunda çevresinde gözlemlediği kadınlar ve bir çocuk olarak karşılaştığı ayrımcılık henüz bunun sebeplerini temellendiremeyecek bir yaşta, onu geleceğini kendi ayakları üzerinde kurmak konusunda cesaretlendirir. Daha o yaşlarda kendine söz verdiği üzere, asla erkeklere muhtaç olmayacaktır ve evlenmeyecektir.

Liseyi Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde okur ve yine o yıllarda kesin karar verir, şarkıcı olacaktır. Bir gün sınıfta sorulan “Okulu bitirince evlenecek misiniz, yoksa üniversiteye mi gideceksiniz?” sorusuna “Ne o, ne o. Şarkıcı olacağım,” diye cevap verdiği için okul müdiresi tarafından çağırılır. Müdire okuduğu okulun her şeyden önce kültürlü ve bilgili ev hanımları yetiştirmek amacında olduğunu, isterlerse üniversite de okuyabileceklerini, ancak şarkıcı olmak için başka bir yere gitmesi gerektiği söyleyince Tülay German da cevap olarak: “Özür dilerim Miss Martin ama Amerika’yı çok iyi bir anne ve ev kadını olan kız kardeşiniz Mrs. Tracy değil, mesela Nat King Cole, ya da Ella Fitzgerald gibi şarkıcılar tanıtıyor dünyaya,” der. Daha sonraları anılarında anlattığı üzere Nat King Cole ve Ella Fitzgerald’ı siyahi oldukları için özellikle söylemiştir.

1950’lerin sonu, İstanbul. Tülay, ilk sevgilisi İtalyan basçı Mario Bergamini ile tanışır. İlk karşılaşmalarını “Bize bir şey ısmarlamak istedi. Kabul etmedim, ben ona bir içki ısmarladım,” diye anlatır. İlişkileri ilerledikçe Mario bu özgür ruhlu kadına âşık olur ve ona evlenme teklifi eder, ancak Tülay German’ın kitabında daha çocuk yaşlarda karar verdiği üzere evlilik yoktur, hiç olmayacaktır. Evliliği şöyle tanımlar: “Resmi bir yerde, resmi birtakım kâğıtlar imzalamak. Ben senin malınım, demek. Ne emredersen onu yapacağım, demek. Sözünden çıkmayacağım, demek. Hem de iki tanık huzurunda. İki şahitle adam bile asılır! Mahkemede idam kararını kendi ellerinle imzalamak gibi bir şey…veya…idam değil de hayat boyu hapis gibi bir şey. Ölene dek kölelik!” Mario’ya onu onunla evlenemeyecek kadar çok sevdiğini söyler, ilişkileri de Mario’nun İtalya’ya dönmek zorunda kalmasıyla biter. Mario’yu sınır dışı edenler Tülay German’ın ömrü boyunca unutmayacağı üzere Fikret German’ın yetkili dostlarıdır.

Bu hikaye ailesiyle arasını açmıştır. Böylelikle uzun zamandır fırsat kolladığı resti çeker ve reddettiği sahne tekliflerini kabul eder. Özellikle babasının her türlü engelleme girişimine rağmen, verdiği karardan bir adım bile geri atmaz. Önce sahnelere sonra kendi parasıyla kendi evine çıkar. Sahnelerde siyah süveter ve siyah etek giymesiyle dikkat çeker, gazeteler ondan “süveterli şarkıcı” diye bahsederken o ise bununla diğer sanatçılar gibi pullu payetli tuvaletler giyecek hâli olmadığını söyleyerek dalga geçer. Türkiye hem o güne dek karşılaşmadığı bir sesle hem de alışılmadık bir ikonla karşı karşıyadır, Tülay German’ın modası meslektaşları gibi payetler, kumaşlar değil başkaldırıdır.

Mario’dan sonra o vakitlerde çok beğendiği bir tiyatrocuyla beraber olsa da kıyafetine, yaşam tarzına, mesleğine yapılan kısıtlamalara katlanamaz ve bu ilişkiden de kısa zamanda kurtulur. Ne birinin soyadını taşımaya ne de biri için giydiği kıyafeti değiştirmeye tahammülü vardır. Henüz 27 yaşındadır ve yaşayacaktır. Bu ayrılığa üzülmez, hatta “İçim Yeşilköy Havaalanı gibi geniş,” diye anlatır o günleri, zira bir sevgili kaybetmemiş, bir efendiden kurtulmuştur.

Charles Aznavour ve Tülay German (Ekim, 1969)

1962 yılında hayranı olduğu radyo programcısı Erdem Buri tarafından İstanbul Radyosu’na davet edilir.

Erdem Buri 1925 doğumlu, German’dan tam 10 yaş büyük. Anılarına göre onun ismini de bizzat Mustafa Kemal koymuş, çünkü kendisi Osmanlı döneminin ünlü vezirlerinden Suphi Paşa’nın torunu, Hamdullah Suphi’nin ve sonraları yoluna ışık tutacak gazeteci-yazar Suat Derviş’in yeğenidir. Her ne kadar böylesine ayrıcalıklı, Tülay German’ın “aristokrat” diye tabir ettiği bir aileye doğsa da başta teyzesinden sonra da okuduklarından etkilenerek yönünü sınıf mücadelesine çevirir ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olur. 1960’ların nispeten özgür siyasi ortamında radyoda yaptığı felsefe, kültür, sanat, sinema, müzik temalı programlarla ilgi çeker ve ün kazanır. Aynı zamanda gerçek bir caz dinleyicisi ve kalemi kuvvetli bir yazardır.

İstanbul Radyosu’ndaki tanışmanın ardından Erdem Buri, Tülay German’ı evine davet eder. German için bir okul niteliği görecek “Moda’daki ev günleri” de böylelikle başlar. Erdem Buri, Fransız salon geleneğinin bir yansıması olarak her akşam dönemin aydın kesiminden dostlarını evinde toplar, onlarla bitmez tükenmez sohbetler etmekten, sanattan siyasete sosyolojiden bilime birçok konu hakkında fikir alışverişi yapmaktan büyük keyif alır. Tülay German’ın “Paşa torunları gördüm… Romancılar, şairler, ressamlar, yönetmenler, filozoflar tanıdım. Düşlerinin gerçekleşeceğine inanan, düşünce özgürlüğünü savunup mahkemelerde, hapishanelerde acı çeken, kültürlü, namuslu ve alçakgönüllü, umut dolu insanlar” diye anlattığı bu evin konukları arasında Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Ruhi Su, Orhan Kemal, Suat Derviş, Atıf Yılmaz, Suna Kan, Metin Erksan, Çetin Altan, Adnan Cemgil, Melih Cevdet, Oktay Rıfat gibi birçok isim vardır.

Bir yandan Tülay German’ın “Çözemediğim şu: Ben gece kuşu, Erdem Buri hayatında tek bir kere bile gazinoya, gece kulübüne gitmemiş. Ben evde duramam, tam bir sokak kedisi. Buri, sinema ve tiyatrodan başka bir yere gitmez. Herkes onun evine gelir. Ben içkiye bayılırım. Buri yalnız çay içer. Erdem Buri kültürlü adam. Ben, Allahın delisi! Niye benimle ilgileniyor? Ya ben? Niye Erdemle kimseyle olmadığım kadar rahatım? Ama çok rahatım,” diye anlattığı yarım asırlık büyük aşkın tohumları atılırken bir yandan da Buri’ye komünist olduğu gerekçesiyle yapılan engellemeler, sansürler ve linç girişimleri yavaş yavaş başlamıştır.

Soldan sağa: Frida Boccara, Erdem Buri, Tülay German, Françoise Hardy ve menajeri (As Kulüp, 1966)

O günlerde Erdem Buri Tülay German’a hayatını değiştirecek bir teklifle gelir ve şarkılarını kendi dilinde söylemesini önerir. Buri’ye göre gerçek sanatçı halka dokunan sanatçıdır, sesi ne kadar güzel olursa olsun salonlarda elitlere Avrupa dillerinde caz söyleyen biri gerçek sanatçı olamaz. Ona göre Tülay German ancak içinde halihazırda bulunan tüm hırsı ve isyanı şarkılarına koyup sesi çıkmayan ezilenlerin sesi olduğu takdirde Tülay German olacaktır. Bu öneriyi heyecanla kabul eden German hızla Ruhi Su’dan şan dersleri almaya, âşıklardan yeni türküler öğrenmeye, şair ve müzisyen dostlarının da yardımıyla kendine Anadolu ezgilerinden oluşan bir repertuvar hazırlamaya koyulur.

İlk defa sadece Türkçe şarkılardan oluşan repertuvarıyla sahneye çıktığı gün kendisini alafranga müzik söylemediği için eleştirenleri “kraldan çok kralcı Amerikan züppeleri” olmakla suçlar ve salonu terk edişlerini bir an bile umursamaz. Repertuvarına aldığı politik şarkılarla beraber o da artık okların hedefinde olmaya başlamıştır. Önce “Özgürlük Şarkımız” isimli şarkısını “Sözsüz Şarkımız” olarak değiştirmek zorunda kalır, sonra da daha sonra kendisi için “Tülay German Türküsü”nü yazacak dostu Aşık Ali İzzet’ten öğrendiği “Bir Allah’ı tanıyalım/ Ayrı gayrı bu din nedir/ Senlik benliği nidelim/ Bu kavga, dövüş, kin nedir?” türküsünü programında söylemeye başladığının üçüncü gecesi kovulur. Ömrü boyunca insan olmak suçunun cezasını çekmek zorunda kalacağını farkındaymışçasına bu deneyimi “Benim alınyazım da bu galiba. Amerikan şarkılarını bırakır kendi müziğimizi kendi dilimizde söylerim, hakarete uğrarım. ‘Bu kavga döğüş kin nedir?’ derim, işimden kovulurum,” diye anlatır.

Yıl 1964, İstanbul. Kentten köye âşık olup gelin gitmiş ancak sevgilisi askere götürülmüş bir kadının bir yandan tarlada çalışmak zorunda kalmasını, bir yandan da ağaya baş kaldırmasını anlatan, hikayesini çok sevdiği ve sonraları onunla özdeşleşecek şarkısı “Burçak Tarlası”nı çıkarır. Ancak plak şirketi sahibi korkudan şarkının sözlerini “deyyus” yerine “adam”, “zaptiye” yerine “kaynana” olarak değiştirir. Buna karşılık German sahne üstünde inatla, üstüne basa basa bütün ağaları ve ataerkiyi karşısına alırcasına “Bakın şu deyyusun kaç tarlası var!” demeye devam eder. Sonraki yıl Erdem Buri tarafından TİP’in seçim şarkısı olarak yazılan “Yarının Şarkısı”nı seslendirir, koyu günlerden yarına ses verir.

Bu arada Erdem Buri, Tülay German’ın finansal desteğiyle sanatın özgürce icra edilebileceği, kendi evinin salonunda yapılan sohbetlerin büyütülebileceği bir mekân fikriyle Şişli’de As Kulüp’ü açar. Hızla döneminin popüler mekanlarından biri olan As Kulüp’ün felsefesini ve taşıdığı ruhu Tülay German, “Bazı geceler, Süheyl Denizci’yle basçı Aydemir Mete geliyorlar, jam session yapıyorlar. Bazı geceler, Aşık Veysel ve Aşık Ali İzzet saatler süren türkü ziyafetleri veriyorlar. François Traffaut geliyor, sahnede Erdem’le Nouvelle Vague (Yeni Dalga) üzerine nefis bir konuşma [yapıyor],” diye anlatır. Mekânın ziyaretçileri arasında Françoise Hardy bile vardır. Ancak As Kulüp’e Ruhi Su ve Tülay German adına gönderilen iskelet resimli tehdit mektupları, İmam Hatip Okulları Talebeler Birliğinin mitinginde mekânı yakma girişiminde bulunulması ve Tülay German’a sahnede silah çekilmesi üzerine, aynı dönemde Erdem Buri de Plehanov’un Marksist Düşüncenin Temel Meseleleri isimli kitabını Türkçeye çevirdiği gerekçesiyle 15 yıl hapis istemiyle yargılanınca ikili istemeyerek de olsa Fransa’ya yerleşmek zorunda kalır.

Yıl 1966, Paris. Başlangıçta her şey Tülay German için korkunçtur. Fransızca bilmemektedir, mesleğini icra edemez, memleketini çok özler ve bu dönemde sıkça dostu Dario Moreno ile Türkçe şarkılar söyleyerek hasret gidermeye çalışır. Sonrasında Fransa’daki dostlarının önerisiyle bir plak şirketiyle anlaşır ve diksiyon dersleri alarak Fransızca şarkı söylemeye başlar. Sesinin etkileyiciliğiyle beraber şirketin yöneticisi Mösyö Bourgeois[i] tarafından hususi ilgi görür ve yoğun bir tempoya girer. Önce adı değiştirilmek istenir, “German” Almanları hatırlattığı için kullanılamaz, “Tülay” ise Fransızca “tüle” diye okunur, o da “öldür onları” demektir. Böylece adı “Toulaï” olur. O yılları “O ı’nın üstündeki iki noktaya hiç alışamadım, bana hep başkası gibi geldi,” diyerek özetler.

Yıl 1968, Paris. Şehir öğrenci eylemleriyle, filozofların ve siyasilerin çatışmalarıyla, yeni fikirlerin ateşiyle kaynamaya başlar. Odeon Tiyatrosu’nun önünde kocaman bir pankart: “Giriş Serbesttir.” Sorbonne Üniversitesi herkese açık. Tülay German o günlerde büyük amfiteatrda Jean-Paul Sartre’ı dinler. “Sosyalizm ve özgürlük birbirinden ayrılamaz.” Sokaklarda yazılamalar, pankartlar, bildirirler… “Otoriter topluma hayır”, “Yasaklamak yasaktır”, “Büyük okullar kapitalist sisteme elit yetiştiren fabrikalardır.”

Erdem Buri ve Tülay German (Palais des Papes, Avignon 1976)

Erdem Buri’nin deyişiyle “köksüz ağaç” olmanın hüznü içerisinde bir yandan gündeme ayak uydurmaya bir yandan kendine yeni bir mesleki düzen kurmaya çalışan German o yıllarda ne kadar zorlandığını ve mutsuzluğunu “Son yaptığım televizyon programında şarkı söylerken gözlerimi kapadım diye, sakın kapatma bir daha, dedilerdi. Benim geleneğimde var bu, demek istedimdi de gelenek kelimesinin Fransızca karşılığı bir türlü gelmediydi aklıma,” diye anlatır. İstanbul bir an bile aklından çıkmaz. Öyle ki o yıllarda girdiği bir ameliyatta doktor narkozdan sonra üçe kadar saymasını isteyince söylediği tek şey “Türkçe sayabilir miyim?” olur.

Hangi koşullarda olursa olsun politik duruşundan ödün vermek istemeyen German, plağında siyahi Afrikalıların topraklarını, elmaslarını çalan beyaz adamın artık korkudan uykularının kaçma zamanının geldiğini anlatan “Bir Toprak Parçası” isimli Güney Afrika şarkısını seslendirir. Ancak sahnede en büyük alkışı, basında en iyi eleştirileri alan bu şarkı, Britanya’daki ayaklanma olaylarından dolayı o sıralarda Fransa için hassas bir konuya değindiği gerekçesiyle radyolarda çalınmaz. Belli ki her ne olursa olsun Tülay German bir sosyalist olarak her devrin ve her coğrafyanın istenmeyeni, korkulanıdır.

Sözleşmelerle, yoğun programla, kuaförlerle, stilistlerle, kısaca kendisinden bir yıldız yaratmaya çalışan düzenle bir türlü anlaşamaz. En sonunda da anlaşmasını iptal etmek üzere kendi sesini, kendi haklarını kendi parasıyla satın alır. Bu kararını da “Nasıl ki ben ‘Bloody Sunday’i ya da ‘Strange Fruit’i Billie Holiday gibi okuyamazsam -ki okuyamam çünkü siyahi değilim- ya da ‘Sous Le Ciel de Paris’i Madame Juliette Greco gibi, onlar da Karacaoğlan’ı benim okuduğum gibi okuyamazlar,” sözleriyle açıklar.

Yıl 1972, Paris. 6 senedir Paris’teki o apartman dairesinin içindeyken Türkiye’de olup bitenlere göz yummak mümkün değildir. Erdem Buri’yi yıllar önce Beyazıt’ta ölümden kurtaran devrimci genç Deniz Gezmiş ve iki yoldaşı asılır. Tülay German Erdem Buri’yi ilk defa o gün ağlarken görür. Damarlarında kan değil, isyan akıyordur.

1975’te, yıllar sonra ilk defa İstanbul’a geri döndüklerinde aynı kalan tek şey birbirlerine olan aşklarıdır. Belli ki İstanbul’un hayali giderek çirkinleşen gerçeğinden hep daha güzel kalacaktır. Geri döndüklerinde ne sokaklar bıraktıkları sokaklar ne insanlar bıraktıkları insanlardır, ama o çok iyi tanıdıkları sevgi bakidir. “13 yıl oldu, hiç mi sıkılmadınız birbirinizden?” diye soran arkadaşlarına Erdem Buri, “Alışverişe gittiğimde bile özlüyorum. Bazen sokakta yürürken veya bir kahvede otururken Tülay gösterir, Erdem bak ne kadar güzel kız, diye. Gözüm görmüyor ki. Benim için en güzel Tülayka’m. Doyamadan gideceğim bu dünyadan. Bir tek isteğim var: Sonra, çok sonra olsun. Bir uçağa binelim. Uçak düşsün, beraber gidelim,” diye yanıt verir.

Yıl 1987, Eindhoven. Tülay German için sahneleri bırakmanın zamanı gelmiştir. Kendi deyimiyle sesi bozulmaya, nefesi tükenmeye, coşkusu azalmaya, içinde yanan alev sönmeye yüz tutmadan, eskimeden, yıpranmadan, gürültüsüz, sessiz, sedasız çekilmek gerekir. Ona yakışır bir gerekçeyle son konserini o gece Hollanda’da verir.

Tülay German ve Erdem Buri’nin son fotoğrafı (1992)

Yıl 1992, Paris. Tülay German’ın 30 yıllık sevgilisi, ailesi, yoldaşı Erdem Buri hastanededir, durumu iyi değildir. Tülay German o acılı günlerde her gün yanında ona şarkılar söyler, odasını sevdiği şeylerle süsler, gazeteler okur. O günleri “Ölümden çok korkan Erdem için ölümü sildim,” diye anlatır. 2 Ocak 1993 günü Erdem Buri, Tülay German’ın elini sıkı sıkı tutarak hayata veda eder.

Yıl 1993, Père Lachaise Mezarlığı. Erdem Buri, çok sevdiği dostu Yılmaz Güney’le aynı mezarlıkta yatmaktadır. Sonraları yanına tanıyamadığı, ancak aynı sürgün yorgunluğunu çektiği bir başka dostu, Ahmet Kaya da gelecektir. Mezarlığın başında Tülay German günlerce, gecelerce türkü söyler.

“Yavru balaban bakışlı

Yayla çiçeği kokuşlu

Kokar Erdem deyi deyi” 

Durur, sonra yeniden söylemeye başlar:

“Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi

Kimi Odesa’da yatar kimi İstanbul’da Prag’da kimi

En sevdiğim memleket yeryüzüdür

Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi”

1999 yılında, Erdem Buri’ye verdiği sözü tutmak için Yunus’tan Nazım’a isimli son albümünü çıkarır, son kez şarkı söyler. Özenle seçtiği parçaların hepsi Anadolu’nun kayıp seslerine, kaybettiklerine, hiç tanımadığı yoldaşlara, dostlara, ama en çok da Erdem’ine saygı duruşu niteliğindedir.

6 yaşında “bana kırmızı yakışır” diyerek siyah önlük giymeyi reddeden Tülay German, 84’ünde hala bir devrimci olmanın onuruyla ömürlük sürgününde, Paris’te yaşamaktadır. Lise yıllarında okul müdiresine söylediği gibi memleketini dünyaya tanıtan da onu sürgünde yaşamaya mahkum edenler, silah çekenler, sevgilisini yargılayanlar, yoldaşlarını katledenler değil, bizzat kendisi ve umut tınılı sesidir.


[i] Fransızca Bay Burjuvazi(!) anlamına gelir.

Kaynaklar

  • Erdemli Yıllar, Tülay German, Bilgi Yayınevi (1996).
  • Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu, Tülay German, Çınar Yayınları (2001).
  • Tülay German: Kor ve Ateş Yılları (Yön. Didem Pekün & Barış Doğrusöz, 2010).

*Tüm fotoğraflar Tülay German’ın kişisel arşivinden, Erdemli Yıllar ve Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu kitaplarından alınmıştır.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

6 Yorum
  1. Emeğinize sağlık değerli Yeniciler. İzniniz olursa bu güzel metinden Borusan Klasik Radyo’daki Kapriçyo isimli programıma alıntılar yapmak istiyorum. 14 Haziran Cuma saat 22.00 Tülay German. Ekrem Ataer Kompozitor – Program yapımcısı

  2. Bütün bir geceyi ve akşamın bir kısmını Tülay German’ı tanımak, anlamak ve sevip, sarmalamakla geçirdim. Sizinde kaleminiz dert görmesin…

  3. Hayranı olduğum Tülay German hakkında çok az şey biliyordum. Yurdundan uzak sürgün yaşamak zorunda olması ne acı…

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et