Aziz Nesin: İnsan, yaşadığını bilerek yaşamalı…

Aziz Nesin
Aziz Nesin

Yazar Aziz Nesin, 1975 yılında şair Cemal Süreya ile kitapları ve yazarlığı üzerine bir konuşma gerçekleştirmişti. 1976 Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı’nda, 1995’te Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan bu konuşmayı yeniden yayımlarken, artık aramızda olmayan iki edebiyatçıyı saygıyla anıyoruz.


Kaç kitabınız çıktı bugüne değin?
Altmış iki.

İlginç bir yaş dönemindesiniz. Birkaç yıl sonra yasal ve teknik yaşlılığa gireceksiniz. Siz ki Türkiye ölçüsünde iyi para kazanan bir yazarsınız. Yaklaşan bu olguyu düşündüğünüz oluyor mu? Nasıl karşılıyorsunuz?
Çalışamayacak denli yaşlanınca parasal yönden ne yapacağımı düşünmüyorum. Bugüne dek yayımladığım 62 kitabımdan 55’ini Nesin Vakfı’na bağışladım. Geriye kalan 7 kitabımın yapılacak yeni basımları, çalışamayacak denli yaşlandığım günlerimin güvencesidir. Kaldı ki daha epeyce kitap yazabileceğimi sanıyorum. Dahası, asıl bundan sonra yazabileceğime inanıyorum. Sanki şimdiye dek, bundan sonra yazacaklarımın alıştırmalarını yapmış gibiyim. Çok daha kötüsü gelirse? Bu yer yuvarlağının sırtına sefil bir yük olmak istemiyorum. Kendimi dünyaya boşu boşuna taşıtmamaya kararlıyım. Çalışmadan, yararlı olmadan nasıl yaşanabileceğini düşünemiyorum bile. İnsan denilen insan, ya yaşadığını kendisi bilerek yaşamalı ya da öldüğünü başkaları bilerek ölmeli. Yaşlılığımı çok iyi karşılayacağımı sanıyorum. Buyursun gelsin! Onu öyle iyi ağırlayacağım ki canı gitmek istemeyecek.

Çocukluğunuzda bir yazar yeteneği taşıdığınıza inanıyor muydunuz?
Yalnız yazar yeteneği mi? Bütün yetenekler.. Adı üstünde: Çocukluk.

Yazarlığa başladığınızdan bu yana sanat görüşünüzde bir değişiklik oldu mu? Yapıtlarınızda temel bir değişiklik olduğu kanısında mısınız?
Yazarlığa geç başladım, otuz yaşımda… İlk kitabım da ancak kırk yaşımda yayımlandı. 62 kitaplık bütün bu gürültü patırtının hepsi yirmi yılın içinde oldu. Belki bu yüzden olacak, sanat görüşümde bir değişiklik olmadı. Çünkü yazarlığa başladığımda düşünsel kişiliğim oluşmuştu. Otuz yaşıma dek durmadan yazdım ama, amatörlük döneminin bu ürünleri yayımlanmadı. Böylece yazarlığımın çıraklık dönemi gizli kaldı.

Şunu da söylemem gerekiyor: Önceleri salt ne yazdığımın önemi önemli sanıyordum. Sonraları nasıl yazdığımın da önemli olması gerektiğine inandım. Böyle bir değişiklik oldu, ama bu bir temel değişiklik değildir.

Öykülerinizde çoğunca birinci kişiyi konuşturuyorsunuz. Kendiliğinden mi oluyor bu? Yoksa sizce ayrı bir nedeni var mı?
Birkaç yıl önce bu açıdan bakmıştım öykülerime: Yarısından biraz çoğu birinci kişi ağzından anlatılıyor. Ama birinci kişi ağzından anlatılarak başlayan öykülerin çoğunun büyük bir bölümü üçüncü kişi ağzından anlatılarak sürer. Bu, öykünün konusunun gerektirdiği bir anlatım biçimidir. Örneğin birinci kişiye anlattırdığım kimi öykülerim bir yerde tıkanır kalır. Boşuna uğraşırım, yazamam. Ama bir süre sonra o hikâyeyi, üçüncü kişi ağzından anlattırınca kolaylıkla yazarım. Bunun tersi de olur. Bunun dışında, konu gerektiriyorsa, gülmece öykülerini, birinci kişinin anlatması daha etkili, daha inandırıcı olur. Çünkü birinci kişinin anlatımında içtenlik vardır. Üçüncü kişinin anlatımı daha yapaydır.

Nasrettin Hoca’nın fıkralarından Hoca’nın kişiliğini çıkarmaya çalışanlar vardır. Bunların görüşüne göre içinde Hoca’nın yalancı, düzenci, hırsız olarak fıkra kahramanı olduğu fıkralar Nasrettin Hoca’nın olamaz. Onun diye uydurulmuştur. Çünkü Hoca ahlaklı bir kişidir. Oysa bu fıkralarda Nasrettin Hoca, budala ya da kötü kişi yerine konularak fıkranın etkinliği artırılmıştır. Mark Twain’in de birçok öyküleri birinci kişi ağzından anlattırılmıştır. Bir gülmece öyküsünün kahramanı alaya alınan kişi olduğuna göre, olayın alaya alınan kişinin ağzından anlatılması, kimi konular için, daha içten bir anlatım ve daha etkili olur. Ama örneğin Don Kişot, serüvenini kendisi anlatmış olamazdı. Zübük de başından geçenleri kendisi anlatamaz. Çünkü onların gülünçlüğü, bir gülmece kuralı olarak, gülünç olduklarını bilmemekten doğar. Ama orta oyununda Kavuklu, gülünç olduğunu bilmekte ve seyircisiyle uyuşmuş olarak gülünç olmaya çalışmaktadır. Özetleyeyim, öykünün birinci ya da üçüncü kişi ağzından anlatılmasını, öykünün konusu, olayı, kahramanı belirler.

Kendinizi en yakın gördüğünüz yazar kim? Başlangıçta kimdi? Ustalarınız oldu mu? Kimlerdi?

Çağdaşlarım arasında ustasını söyleyen yazar görmedim. Gözlemlerime dayanarak söylüyorum: Bir yazar, yerli ya da yabancı, hangi ustanın etkisinde kalmışsa, genellikle ona sonradan saldırmış, onu katı yermiştir. Ustalarım elbet oldu. Amatörlük döneminde yazdıklarım yayımlanmadığı için hangi ustaların etkisinde kaldığım açığa çıkmadı. Çocukluğumda Hüseyin Rahmi’yi çok okumuştum. Daha on altı yaşımdayken Hüseyin Rahmi’yi beğenmemeye başlamıştım. Şimdi de benim korkum budur; şimdi beğenenlerin gün gelip yazdıklarımı beğenmeyecekleri… Sonradan Falih Rıfkı’nın üslubu beni çok çekti. Lisedeyken, Reşat Nuri’nin etkisinde kaldım. Refik Halit’i de çok sevdim, herhalde etkisinde kalmış olmalıyım.

Hem öykü hem oyun yazarlığında ustaların ustası Çehov’dur benim için. Bence Çehov’un büyüklüğü, büyüklüğünü hiç belli etmemesidir. Örneğin bir de Bernard Shaw’a bakın, bütün dünyaya, dünyanın en zeki adamı olduğunu ispat etmeye çalışmış ve ispat da etmiştir. E, ne olmuş yani? Mark Twain’de de zekasını ispat çabası vardır. Bir de Şçedrin var, çok büyük usta… Hepsinin etkisinde kalmış olmalıyım, hatta kimisine karşı gelerek bile olsa…

Kara gülmece diyorlar. Sizce kara gülmece nedir?
Tanımlamalardan kaçınmak gerekir, bu türlü kavramlarda. Ama kara gülmecenin ne olduğunu betimleyebiliriz. Kara gülmece, düşündürücülüğü güldürücülüğünden ağır basan buruk gülmecelerdir. Acı acı gülümsetir. Ağlamayla gülme, dramla komedi, bir bıçağın iki yüzü denli birbirine uzak ve birbirine yakındır; kara gülmece bu bıçağın keskin sırtıdır. Kara gülmecenin insanda acı bir tortusu kalır. Kahkahayla güldürmez, gülümsetir. Gülmekle ağlamanın ikircikleştiği yerdir; kimisi için gülme olur, kimisi için acıma.

Çalışırken bir plan uygular mısınız?
Elbette… Hem de ne planlar! Son biçimini alana dek planımı çok değiştiririm. Planı birden oluşan öyküler de yazmışımdır. Ama roman ve hele oyunlarım için çok planlar yaparım. Yalnız yazarlığımda değil, yaşamımda da planlı olmaya çalışırım.

“Nasrettin Hoca gibi ağlayan adam” diyorlar size. Bu sözün sizce bir anlamı var mıdır?
İnsanın her anı, geçmişindeki anlar birikiminin özüdür. Son bir saniyemiz içinde, o saniyeye gelene dek geçen yaşam dolusu saniyelerimizin birikimi vardır. Bu bakımdan o sözün bir gerçek anlamı var. Nazım, Türk halkı için söylemiş, Nasrettin Hoca gibi ağlayan, diye… En büyük övüncüm, herkesten biri, halktan biri olmamdır.

Eleştirilerin üstünüzde bir etkisi oldu mu?
Çok! Aptalca övgülerle, alçakça yergilerin bile bende etkisi oldu. Nice art niyetli, ne denli haksız olursa olsun, her eleştiride yine bir oranda doğruluk vardır. Eleştirilerden yararlanırım. Eleştirmen, aynı zamanda kendi bilgisini, psikolojisini, karakterini de eleş­tirmeye açmış demektir. Şimdiye dek hiçbir eleştirmen bana karşı kendim kadar acımasız, kıyıcı, sert olmamıştır, olamaz da…

Öykülerinizle oyunlarınız arasında bir mesafe, hatta bir tutum ayrılığı olduğunu söyleyenler var.
Şu kanıdayım: Edebiyat kapsamı içine giren türler aynı şeyler değildir. Bunların hepsi de anlatı sanatı olduğundan, yazı ve sözle anlatıldığından, aynı şeylermiş sanılıyor. Müzikle resim arasındaki ayrıma yalan bir ayrım vardır şiirle roman, romanla oyun arasında. Oyun, çoğunlukla yapıldığı gibi -arada benim de yaptığım gibi- sahneye çıkarılmış öykü değildir. Mesafe ayrılığı dediğiniz, oyunlarımla öykülerim arasında düzey ayrımı olduğunu söylemekse kimi öykülerim göz önünde tutularak bu yargı doğru olabilir. İki binden çok öykü yazdım, bunların yedi yüzü kitaplarıma girdi. Bu nedenle kimi öykülerimle oyunlarım arasında düzey ayrımı olabilir. Ama genel çizgide, dünya görüşümde, görüş açımda, oyunlarımla öykülerim arasında bir ayrım olabileceğini hiç sanmıyorum. Aynı ölçülere vurursanız, Çehov’un öyküleriyle oyunları arasında da başkalık görebilirsiniz. Ama bence, derinde, özde bir ayrım yoktur. Görülen ayrım, öyküyle oyun arasında kendiliğinden olması gereken ayrımdır. Ne yazık ki bu söylentiyi ilkin bir yakın arkadaşım çıkardı: “Gülmeceyi küçümsüyor da, oyun yazmaya özeniyor. Ben romandan başka bir şey yazıyor muyum hiç!” derdi. Rahmetlinin neden böyle söylediğini biliyordum. Karşılık bile vermezdim. Sonradan, onun çıkardığı bu söylentiyi, bir eleştirmen, yazısında kullandı. Böylece yayıldı gitti. Kendimi savunmak istemem, hele arkadaşlarıma karşı…

Edebiyatın toplumu değiştirebileceğine inanı­yor musunuz?
Edebiyat, toplumu doğrudan değiştiremez. Çünkü, bütün sanatlar gibi bir üstyapı kurumudur. Oysa toplumun değişmesi, toplumsal yapının, maddi temelin, üretim ilişkilerinin değişmesi demektir. Edebiyat, toplumu doğrudan değiştirmez ama, etki tepki yoluyla toplumun değişmesinde katkıda bulunur, değişmeyi hızlandı­rabilir. Seslendiği insanlara, toplumu değiştirme bilinci aktarabilir, onları toplum değişimine çabalandırabilir. Bu, edebiyatçının sınıfsal bilincine bağlı bir iştir.

Bir gün, “Bir dönemin romanını yazmak için aradan belli bir süre geçmesi gerek” demiştiniz. Şimdi de aynı kanıda mısınız?
Evet. Özellikle roman ve oyun için böyledir bence. Romanını yazmak için, konunun, olayın, olay kişilerinin durmuş oturmuş olması gerekir. Roman ve oyun yazmak, bence, coşkudan çok ussal bir iştir. Coşkusuzluktur demek istemiyorum, ama us önde olmalıdır. Dahası, yaşanmış bireysel bir olay romanlaştırma bile, yine de üstünden zaman geçmeli, yaşam durulup tortulanmalıdır. Yazar, yazacağı romana, yazacağı konuya, olaya, kişilere, soğukkanlılıkla bakabilmelidir. Yazdığı şeyin hem içinde, ortasında bulunmak, hem onu dış­tan ve yukarıdan görebilmelidir.

Kitaplarınızın yeni baskılarında metinler üstünde değişiklik yapma isteği duyar mısınız?
Kitaplarımın hemen her yeni bası­mında değişiklikler yaparım. Kimi öykülerimi atarım kitaplarımdan. Kimilerini değiştirir, kimilerini de yeniden yazarım. Örneğin “Güvercin Kakaları” adlı öykümü yeni baştan yazıp adını da “Tebelleş” koydum. Son yıllarda çok kitap yayımlayamayışımın nedeni budur. Yeni basımları için kitaplarımı dü­zeltmek, çok zamanımı alıyor. Düzeltmeye zaman bulamadığım için on on beş yıldır yeni basımlarını yapmadı­ğım kitaplarım var. Örneğin Saçkıran, Erkek Sabahat, Kadın Olan Erkek vb. gibi… Sonra, öykü kitaplarımın yeni basımlarına, en yeni yazdığım öykülerimi eklediğim oluyor. Bu yüzden beni yeni öykü yazmıyor sanıyorlar. Kolay değil 62 kitabı ayakta tutmak, onları sürekli olarak okurla konuşturmak.


Kaynak: Taha Toros Arşivi

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et