On gün kadar önce, Twitter’da amaçsız gezintilerimizden birini yaparken BluTV’nin yeni dizilerinden birine ait sansasyonel bir tanıtım metni önümüze düştü ve (galiba platformun beklentilerine de uygun düşecek şekilde) saatler içinde ana gündem maddemiz hâline geldi. “Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış en cesur kadın hikâyesi”nin platformda izleyiciyle buluşmaya hazır olduğunu duyurarak başlayan bu gümbürtülü metnin herhangi bir yerinde bu iddianın ne yönden ortaya atıldığına dair bir açıklama bulmamız da mümkün olmadı.
“Özel yapımları ve yurtdışındaki sevilen projelerin yer aldığı seçkisiyle Türkiye’nin sevilen dijital platformu BluTV, Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış en cesur kadın hikayesi Çıplak‘ı izleyiciyle buluşturuyor.” Sakin bir Perşembe gününün ortasında güvertede bitiveren bir vapur işportacısı özgüveniyle BluTV bize seçkisine bir mucize kattığını duyuruyor fakat devamında ser verip sır vermiyordu. Türkiye’de şimdiye kadar derken? Başlangıç noktası olarak neyi kabul ediyoruz? Sinema tarihi, hatta Tanzimat edebiyatı dahil en cesur kadın hikâyesi mi? Bu hikâyenin en birinci seçildiği hikâyeler evreni tam olarak nasıl bir yer?
Elbette bu sloganın bu kadar tartışmalı yanı abartılı oluşu değil, üretenlerin motivasyonunu olduğundan farklı yansıtması ve onları belki hiç yapmadıkları bir fedakârlık için bizim adımıza tebrik etmesiydi. İçerik üreticisi, yapımcı veya kanal ya da platform yetkilisi olarak mesela Türkiye’nin en iyi tarihi dramasını yapmakla gururlanabilirsiniz, en gerçekçi polisiyenin sizinki olduğunu iddia edebilirsiniz; işlerinizin teknik kalitesiyle övünebilir, Türkiye’nin görmediği standartlarda üretim yaptığınızı düşünebilirsiniz. Bunlar en nihayetinde pazarlama hamleleridir ve herhangi bir etik sınırı ihlal etmezler. Ancak en cesur kadın hikâyesini yapmakla övünmek bu işi yapanlara bir politik bilinç ve yetkinlik atfeder ki bu iddiaya denk gelenler de ister istemez bunun gerçekliğini sorgularlar. Hikâyeniz bahsettiğiniz gibi bir kadın hikâyesi değilse insanlara yalan söylemiş ve size gösterecekleri ilgiyi suistimal etmiş olursunuz. Eh, Dante’nin cehenneminde bunun için ayrı bir kat yok tabii, ama platformunuza çağırdığınız kitlenin gözünde itibarınızı riske atarsınız.
Yavaşça hikâyeye süzülelim. Yine tanıtım metninin cümleleriyle özetleyecek olursak: “Çıplak, geçimini eskortluk yaparak kazanan ve tek isteği para biriktirip Galler’e taşınıp yeni bir hayat kurmak olan Eylül’ün gittiği bir bekarlığa veda partisinde sosyetik bir kızla evlenmek için gün sayan müstakbel damat Cem’e aşık olmasıyla gelişen olayları anlatıyor.”
Anlaşılacağı üzere tanıtım metnini yazanları bu kadar heyecanlandıran şey ilk defa protagonisti ideal kadın tipinde olmayan bir hikâye anlatıldığını düşünmeleri. Türkiye’de ilk defa bir eskortu anlatan dizi yapıldığına eminler, ama Türkiye’nin bundan haberi yok, çünkü en basitinden hepimizin sadece Gökhan Kırdar’ın depresyon hırkası şarkılarıyla bile hafızasına kazınmış Haziran Gecesi yapılalı 16; Kerem Deren Uçurum’u, Tomris Giritlioğlu Kayıp Şehir’i PT2 kuşağında da olsa ana akıma hediye edeli 8 yıl oldu. Günümüzde de meselesi doğrudan bu olmasa bile hikâyesine makbul olmayan kadın kimliklerini dahil edip onları da görünür kılarak usul usul normları aşındıran işler yapılıyor üstelik. En son Şubat ayında final yapan Kadın’daki Ceyda’nın temsilini anmadan geçemeyiz mesela.
Cesareti fikrin ya da konunun kendisinde değil, işleniş biçiminde aramak gerektiğini düşünelim. Hepimiz biliyoruz ki eskort Havin’in öyküsünü her şeye rağmen yitirmediği masumiyeti ve Baran’la aralarındaki türlü Brezilya dizisi felaketleriyle sekteye uğratılmasına rağmen bitmeyen aşk üzerinden anlatmanın devrimci bir yanı yok. (Üstelik jartiyer de göstermiyorlar.) Dizinin [Çıplak‘ın] birinci sınavı böylece verdiğini varsayalım. İkinci sınavda anlatılamayacak büyüklükte çuvallıyor.
“Senaryosunu Merve Göntem ve Can Evrenol’un kaleme aldığı Çıplak’ın yönetmenliğini de Baskın, Housewife, The Field Guide to Evil ve son olarak Peri: Ağzı Olmayan Kız filmlerinin yanı sıra Netflix’in ilk Türk yapımı olan Hakan Muhafız’ın ilk sezon bölümlerini yöneten Can Evrenol üstleniyor. Dizinin müziklerinde ise Jakuzi, Ekin Beril, Nova Norda yer alıyor.”

Gözlerin kime takıldığını tahmin etmişsinizdir. Monitörün arkasında oturan isim hepimizin iki ay kadar önce hayatına saç baş yolduran bir kavgayla dahil olan Can Evrenol.
Unutanlar ya da televizyonlarını yeni açanlar için bu kısmı açıklayalım: Bahsettiğimiz tarihlerde Twitter’da Can Evrenol’un 2012 Frightfest korku filmi festivali için çektiği bir kısa film gündeme geldi. Bu festivalde filmlerden önce seyircilere telefonlarını kapatmaları gerektiğini mizahi bir dille hatırlatmak için (festivalin konseptine uygun şekilde gore sahneler içeren) 30 küsur saniyelik “Turn Off Your Bloody Phone” başlıklı kısa filmler gösteriliyormuş. Evrenol’un kısası da bunlardan biriymiş. Genel olarak fikir sahibi olmak isterseniz 2012 Frightfest’ten diğer “Turn Off Your Bloody Phone” filmlerini buradan izleyebilirsiniz (yemek yiyorsanız tavsiye etmem).
Örneklerde gördüğümüz gibi (gördüyseniz elbette) telefonlarını kapatmayarak salondakilerin film izleme keyfini sabote eden ve sonunda hak ettikleri gazaba uğrayan saygısız seyirciler için söylenecek ek bir şey yok. Telefonla konuşuyorlar ve korku filmlerinin yöntemleriyle cezalandırılıyorlar. Zaten filmlerin buna başka bir şey eklemesine gerek de yok, çünkü sinema ve tiyatroda telefonla konuşmak da buna öfkelenmek de cinsiyetsiz ve kimliksiz bir tecrübedir. Herkes pekâlâ sinirlenen ve sinirlendiren tarafta olabilir.
Can Evrenol’un kısa filmi ise bu anlatıya kötü niyetli ve aptalca bir katman daha ekliyor: Filminde genç, güzel ve etrafıyla ilgisiz bir kadın sinemada rahatsız edici şekilde telefonuyla meşgul olduğu için arkasındaki erkek seyirci tarafından ikaz ediliyor. Buna aldırmayınca kalemle boynu deliniyor ve açılan delikten penetre edilerek tecavüze uğruyor. Tecavüzcünün menisi kadının ağzından akarak telefonunun üzerine fışkırıyor.
36 saniyelik bir içerik özelinde milyonlarca ihtimal varken seksist olmayan bir öykü anlatmayı başaramayan bu kısa film tartışmalar başladıktan bir süre sonra (muhtemelen Can Evrenol tarafından) yayınlandığı bütün büyük video paylaşım sitelerinden kaldırıldı. İzlemek isterseniz internetin derin dehlizlerinden bulunup çıkarılmış bir örneği var, buradan bakabilirsiniz. Türkiye Twitter’ında kopan fırtınadan habersiz, Hollandalı izlesene.com yorumcuları film hakkındaki en dürüst eleştirilerini yanda sıralamışlar. Bir tanesi, Google Translate çevirimle, şöyle diyor mesela: Ik had gewoon een erectie. (Sadece ereksiyon geçirdim.)
Filmi izleyen herkesin kolektif olarak tahmin ettiği sonuç internetin bir yerlerinde İngilizce, Felemenkçe ya da Türkçe cümlelerle karşımıza çıkıyor aslında. Erkekler bunu izlerken telefonuyla konuşan kadının yaptığı saygısızlığın cezalandırılmasına gülerek rahatlamıyorlar. Filmin yaşattığı katharsis bundan ibaret değil. Onlara, sinirlendikleri kadında olmayan bir cezalandırma aletine sahip olduklarını hatırlatan bu film erkekliklerini okşuyor ve erekte oluyorlar. Tecavüzcüyle kurdukları erotik empatiyi de gizlemiyorlar.
Yönetmen bu arada üzerinden yıllar geçmiş bu film hakkında ne çekerken ne de sonrasında fazla düşünmemiş ve orada ne söylediğinin farkına varmamış olacak, muhtemelen adını aratarak filmin Türkiye Twitter’ında paylaşılıp eleştirildiğini görünce “Siz geri zekalı mısınız?”dan “10 fırın ekmek yemeniz lazım. Ne anlatsam boş”a uzanan çeşitli talihsiz tepkiler verdi, tartışmaya dahil olan ve sinema çalışmaları yapan akademisyenleri sinema öğrenmeye davet etti, hatta eleştiri sahiplerini sanat eserine saldırmakla, linç etmekle ve sansürcü olmakla suçladı.
Tartışma hakkında daha uzun ve detaylı bir derleme okumak isterseniz bu bağlantıyı yan sekmede açabilirsiniz.
Devam edelim. Evrenol’un sadece kısa filmi eleştirilirken adı hashtag olarak yazıldığı için film yüzünden DGM’de yargılanmış ve dört ay Pınarhisar’da yatıp çıkmış gibi duygusal krizler geçirdiği bu tartışma en sonunda eleştirilere kısmen hak vermesi ve özür dilemesiyle son buldu. Yaptığı tweet zincirine buradan bakabilirsiniz.
İki ay sonra da bilenlerin bildiği, bilmeyenlerin de öğrendiği ve nihayetinde Twitter kullanan ve “taymlaynında” böyle politik tartışmaların yapılabildiği herkesin hakkında az çok fikir sahibi olduğu Can Evrenol’un Türkiye’nin en cesur kadın hikâyesini anlattığı Çıplak dizisinin BluTV’de bizleri beklediği haberiyle müjdelendik. Artık daha net anlaşılacağı üzere tartışmaların fitilini asıl ateşleyen şey tek başına dizinin Mehdi yeryüzüne inmiş gibi tanıtılması değil, bu diziyi Can Evrenol çektiği halde bu “en cesur kadın hikâyesi” iddiasının ortaya atılabilmesi ve sürdürülebilmesiydi.
Konu önce Can Evrenol’un ismi bile zikredilmeden hikâyenin neden bir erkek yönetmene kısmet olduğu sorgulanarak tartışıldı. Dijital platforma yapılmış, düşük prodüksiyonlu, küçük bir ekip ve bir iPhone 11 Pro Max ile çekilen bu mütevazı işin yönetmeni pekala bir kadın olabilirdi. YouTube’da sinema üzerine programlar yapılan Kutsal Motor kanalını takip edenlerin bildiği Hasan Cömert, Twitter hesabından BluTV’nin platformunda yer verdiği dizilere dair istatistikler paylaşınca bunun dramatik şekilde küçük bir olasılık olduğu anlaşıldı.
12 diziden oluşan bu veri seti bunun bir tavra işaret ettiğini göstermek için fazla küçük diyelim. Üstelik Sinefil Kafası isimli YouTube kanalındaki yorumculardan öğrendiğimize göre bu proje Can Evrenol tarafından çekilip bitirilmiş halde BluTV’ye götürülmüş, hatta bölümlerin bu kadar kısa olmasının nedeni de herhangi bir platform diziyi satın almak istemezse en son planın YouTube’da yayınlamak olmasıymış. O yüzden en başta en kötü ihtimal düşünülerek YouTube formatına olabildiğince yakın gidilmiş. (Dizi hakkında yapılan eleştirilere de göz atmış olmak için ismiyle bile bana ikincil hicap yaşatan bu tarz kanalların videolarını izlemek durumunda kaldım. Dikey tuttuğu telefonuna karşı agresif şekilde Can Evrenol’un uğradığı haksızlıkları anlatan üç piksellik bu şahane yorumcuyu dinlemek isterseniz siz de buradan buyurabilirsiniz.)
Dizinin BluTV’nin iç yapımı olmadığı anlaşıldığından yönetmen tercihinin de onlara ait olmadığını göz önünde bulunduralım. İçeriklerine kuşbakışı bakıldığında hedef kitlesi bir Anadolu üniversitesinin KYK yurdunda konaklayan erkeklermiş gibi görünse de BluTV bağımsız sinema izleyicilerinin iyi işleriyle bildiği Tolga Karaçelik ve Emin Alper gibi isimlere de yer vererek biraz cam kapı açıp ortamı havalandırmaya çalışmıyor değil. Emin Alper’e ayrıca bir parantez açalım, kendisinin taşrada yaşayan üç kız kardeşin öyküsünü anlatan Kız Kardeşler’in yönetmeni olduğu için gönlümüzde büyük yerlerden torpili var. Yine 2018 yılında BluTV için yapılan 7Yüz dizisinin yönetmen Tunç Şahin’in elinden çıkan “Eşitlik” bölümü de adını anmaya değer bir iş.
Bu yüzden meseleyi hayali bir kadın ya da erkek yönetmenin hikâyeyi anlatma potansiyeli üzerinden ele alarak ortalığı farazi tartışmalara boğmanın anlamı yok diyelim. Kadınların kadınlığa dair bilinci “verili” değil, toplumda nasıl var olduğunu anlamak ve kendisini hedef alan ezme biçimlerini görmek özfarkındalık, kişisel deneyimler, uzun okumalar ve belki örgütlenmeler isteyen kademeli bir politikleşme sonucu mümkün. Bir kadın yönetmen tüm bu süreçlerden azade, ataerkiyle neredeyse hiç yüzleşmeden büyüyecek kadar şanslı bir yaşam sürmüş ve kendi kimliğine apolitik bir ilgisizlikle bakan birine dönüşmüş olabilir. İnançları, duyguları, hayat koşulları aydınlanmasındaki yolu tıkamış ve onu bambaşka bir kutba sürüklemiş de olabilir. Böyle kadınlar elbette kamera arkasına geçtiklerinde oradan bize yanlış şeyler anlatacaktır. Bizim asıl mücadelemiz zaten iyi hikâye izlemek için değil, kadınların hangi koşullarda nasıl sinema yapacaklarını görüp değerlendirme hakkımızın bile olmadığı bir dünyada yaşamamak için veriliyor. Erkekler için de aynı kötü sinema yapma riski her zaman bulunmasına rağmen onların bundan etkilenmemelerine, dikensiz gül bahçelerinde çalışmaya hatta kadın hikâyelerini bile kendi ağızlarıyla anlatmaya devam edebilmelerine karşı veriliyor.
Şunu da konuşmadan geçmeyelim, kadın hikâyesi anlatmak ya da herhangi bir politik derde sinemasında alan açmak bu zeitgeist’ta kahramanca mücadele vermek anlamına gelmiyor. Endüstriyel sinema yapmamanın gururunu yaşayan yönetmenlerin hitap ettikleri, ürünlerini ilgilerine sundukları niş kitle böyle anlatılara kendiliğinden ilgi gösteriyor. Geriye kalan kitleye zaten bu üretimler hiç ulaşmıyor. On yıl önce Türkiye’deki azınlıkların hikâyesini anlatmayı vazife edinmiş samimiyetsiz edebiyatçılar nasıl o zamanın ruhuna uygun şekilde ortaya çıkan entelektüel endüstrinin taleplerine karşılık vermeye çalışıyorlarsa, bugün başka kimlikleri, başka politik meseleleri sahiplenen sinemacılar da aynısını yapıyor. Yani Can Evrenol kadınlar için ateşten gömlek giymiyor. Bu kadar narsisistik ve apolitik bir adamın zaten böyle kolektif bir kaygısının olması mümkün değil. BluTV’nin kasıtlı pazarlaması sayesinde yapmadığı işin yapmış gibi ekmeğini yiyerek Kadıköy entelektüeli personasına yatırım yapıyor yalnızca.
Dizinin Can Evrenol’un ismi gereksizce ön plana çıkarılarak PR’ının yapılmasıyla başlayan tartışmalarda bunun tek başına onun hikâyesi olmadığı, senaristinin kadın olduğu da çokça vurgulanmıştı. Senaryonun Can Evrenol’un ortaklığına rağmen en başta ve büyük oranda bir kadının elinden çıkmış olması eleştirileri haksız bulan izleyiciler ve hatta senaristin kendisi tarafından (Twitter beğenilerinden anladığımız kadarıyla) iyi bir kadın hikâyesi olduğu iddiasının boş olmadığını kanıtlayan bir ayrıntı olarak önümüze getirilmişti.
Yukarıda kadın olmaya dair bilincin doğuştan gelmediğini söylerken elbette sadece kadın yönetmenler için konuşmuyordum, bunu herhalde yazı boyu ekranınızın üstünde uçacak bir helikopter GIF’ine pankart olarak asmak lazım. Öteki Sinema yazarı Murat Tolga Şen’in dizinin tanıtım metninde neden Merve Göntem’in katkısından eşit derecede bahsedilmediğini sorgulayanlara tanıtım metnini de bir kadının yazdığını hatırlattığını görünce daha iyi anlıyorsunuz, bu konuda John Locke’u mezarında ters döndürecek kadar kötü bir konsensüs var.
Dizi sektöründe kadın senaristlerin ezici çoğunlukta olduğunu aklımızdan çıkarmadan televizyon tarihimize kısa bir bakış atınca da göreceğiz. Otuz yıldır evlerimize konuk olan şiddet, ahlakçılık ve kadın düşmanlığı şampiyonu dizilerin çoğu kadınların elinden çıktı. Bazıları Türkiye halkının ilgi ve beğenileriyle ördüğü duvarlara çarpa çarpa hikâyelerini törpüleyerek, yapımcıların, drama müdürlerinin elinde revize üstüne revize ederek gönülsüzce bu dilde konuşmak zorunda kaldılar. Bazıları ise ürettiklerinin ne söylediğinden habersiz, iyi niyetleri ve kendilerine kadınlık deneyimlerine bakarak yakıştırdıkları bilgelikle televizyonda devrim yaptıklarını düşündüler.

2018 yılında yayın hayatına başlayan atv dizisi Sen Anlat Karadeniz’i bilenleriniz vardır. Uğradığı sistematik şiddet ve tecavüzden kaçan, hayatta kalmaya çalışırken hayatının aşkını bulan bir kadının öyküsünü anlatıyordu. (Gözlerimizi az devirelim.) Ödüllü senaristleri Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem, dizileri yayınlanalı henüz birkaç hafta olmuşken RaniniTv’ye verdikleri röportajda heyecan içinde “Bu bir kadının kahraman oluşunun hikayesi,” diyorlardı. Diziden akıllarda kalan ise o kadın başta olmak üzere tüm güzel kadınların parmaklarının kırıldığı, kan revan içinde ağladıkları, zincirlerle bağlandıkları, mumlarla süslenmiş, pencereleri sökülmüş tuhaf mekânlarda işkence gördükleri, tecavüze uğradıkları sahneler, kısacası Osman Sınav‘ın 1990’lardan beri gözümüzü alıştırdığı mafyöz estetiğiyle prime time’da ekranlarımıza getirdiği dev bir şiddet şöleni oldu.
Niyeti iyi fakat kendisi kötü olan bir kadın hikâyesinin male gaze‘iyle nam salmış bir yönetmenin pornografik öyküleme tekniklerine kurban gitmesi açısından bu dizinin de ironik şekilde benzer bir kaderi paylaştığını düşünüyorum. Merve Göntem bizimle buluşacağı günü iple çektiği dizisinin tanıtım metni yüzünden tartışmalarla karşılandığı Twitter’da “Çıplak’ın ismi ve dünyası kadının bedeni üzerinden bir çıplaklığı değil tavır olarak bir çıplaklığı temsil ediyor. Filtresiz, doğal, olduğumuz gibi bi iş yapmak istedik. Eylül’ü cesur diye değil gerçek ve peşine düşülesi bir hikâyesi var diye sevdik. Umarım siz de öyle seversiniz,” derken aynı saf hevesten izler görüyoruz, ama hikâyesi ne yazık ki düşündüğü kadar gerçek ve peşine düşülesi değil, üstelik fark etmediği bir fare kapanında.
Kahramanımız Eylül, yirmili yaşlarında, anne ve babasını bir trafik kazasında kaybettiği için babaannesiyle birlikte İstanbul’da yaşayan ve geçimini gündüzleri bir markette, iki tanesi 15 TL’ye at sucuğu satan bir markanın stant görevlisi olarak, geceleri de eskortluk yaparak sağlayan, en büyük hayalinin para biriktirip Galler’e yerleşmek olduğunu öğrendiğimiz genç bir kadın. Biz hikâyesine, adına verilmiş bekarlığa veda partisine davet edildiği Cem’le tanıştığı gece dahil oluyoruz. Yalnızca bu bile üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken bir seçim, çünkü hikayenin hudutları aslında burada çiziliyor: Biz Eylül’ün hayatını değil, Cem’in gözünden, Cem’in hayatına giren Eylül’ü izliyoruz. Tamamıyla kendine ait bir an yaşayan Eylül ilk ve son kez dizinin başında Kadıköy sokaklarında kulaklığıyla yürürken önümüzden geçip gidiyor. Sonrasında hikâyenin her yerinde önce yalnızca mesajlarıyla sonra fiziken hep Cem var.
Cem kim? O da Eylül’le aynı yaşlarda, muhtemelen en kötü ihtimalle orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, üniversite mezunu, yakında dünya evine gireceği nişanlısının ailesinin şirketinde çalışan, konforlu hayatı içinde kendini var edemediği için farkına henüz varmadığı bir boşluğun içinde savrulan ortalama bir kentli erkek. Eylül’le tanıştığında ilk kez kendi normallerine bu kadar tezat bir hayat yaşayan biriyle karşılaştığını fark ediyor ve onu bulduğu her fırsatta safça sorguya çekiyor. Kadını böyle bir çocuğun bahçede bulduğu böceği incelediği gibi incelemesi aslında rahatsız edici, ama Eylül en başından beri Cem’e ilgi duyduğu için aralarındaki hiyerarşinin tatsızlığı bize geçmiyor. Hatta tüm çatışma aslında bir yanıyla bunun üzerine kurulu. Dizi bize en çok Cem’in Eylül hakkında ne düşündüğünü merak ettiriyor. O da Eylül’den etkilendi mi? Bu akşam da mesaj atacak mı ya da son mesajına ne cevap verecek? Nişanlısı Başak’ı gerçekten seviyor mu? Eylül’ü en yakın arkadaşı Yiğit’ten ya da o yanındayken sürekli arayan anonim belalısından kıskanıyor mu?
Dizinin tansiyonu Eylül’ün Cem’e flörtöz bir mesaj attığı ve cevap beklediği bir anda yükseliyor, bölüm finalleri Cem ve Eylül’ün ilişkisinin boyut değiştirdiği sahnelerle yapılıyor. Eylül’ün Cem’den önce nasıl bir hayatı olduğunu ancak Cem’e geçmişinden bir şey anlattığı bir anda öğreniyoruz. Galler’e gitmek istediğini de Cem’e söylerken duyuyoruz. Neden Galler’i seçtiği de yine Cem’e cevap verirken ortaya çıkıyor, ismi hoşuna gidiyormuş. Onun dışında hoşuna giden başka neler var, mesela çok sevdiği ve hep gittiği bir yer yok mu, en sevdiği film ne, en yakın arkadaşı kim, üniversitede ne okumuştu, Galler’de ne yapmak istiyor… Cem’in gördüğü Eylül haricinde hayatından hiçbir şey göremiyoruz, çünkü dizi içten içe bu kısmı önemsemiyor. Önemli olan Cem’in Eylül hakkında nasıl bir değerlendirme yapacağı. Bizi sekizinci bölüme kadar bu sorunun yanıtını öğrenmek için ilerlemeye motive ediyor. Cem nihayet Eylül’e âşık olacak mı?
Cem’in ilgisi bölümler geçtikçe artıyor, konuşmalar yerini mesajlaşmalara, mesajlaşmalar buluşmalara ve başka karşılaşmalara bırakıyor. Ve dizi bu artan ilgiyi bize olabilecek en düşmanca yerden rasyonalize ediyor: Eylül’ü başta Cem’in nişanlısı Başak olmak üzere diğer kadınlarla yarıştırıp galip çıkararak.
Eylül eve ilk geldiği andan itibaren güzelliğinin sahiciliği oradaki erkek grubu tarafından övgüyle onaylanıyor. Cem’in en yakın arkadaşlarından Yiğit’in hakkındaki ilk yorumu şu oluyor:
Bi’ şey söyleyeceğim bu kız Instagram’da gözüktüğünden daha güzel abi. Ya bazı kızlar böyle New York’u Oslo’yu falan bi çakıyor abi, filtreyle anladın mı… Hiçbir şey anlamıyorsun. Bu kız gerçekten çok güzel.
Evet Eylül herhangi bir Ekşi Sözlük başlığında sayfalarca isyan edilen “kadınca” hileler yapmıyor. Erkeklere sahip olmadığı bir güzelliği vaat ederek onları aldatmıyor. Eskort olmadıkları için kadınlık hiyerarşisinde Eylül’ün üstünde olduğunu zanneden kadınların Oslo filtresine borçlu oldukları sahte güzelliğin “harbisi” var Eylül’de. Gece boyu her fırsatta profesyonel dans edemediğini, amatörce ve içinden gelerek striptiz yapacağını söylüyor. Düştüğü zaman ağlamıyor, harbi bir kız gibi gülerek gözünün yaşını siliyor. Seks yaptığı odadan coşku içinde çıkıyor, arada salonda oyun oynayanlara katılmak için konsolu eline alıyor. Güzelliğinin ve tavırlarının doğallığı ile kalpleri çalarken kendisini iltifatlara boğan erkeklere “yaa tamam be amma abarttın,” deyip geçiyor.
Hikâye kadın olarak hepimizin bir zamanlar düştüğü, belki hâlâ adayı olduğu patriyarka tuzağına düşüyor burada. Özellikle ergenlik çağlarında, başka kızların yaptığı ama bizim yapmadığımız şeyleri fark eden ve takdir eden hayali bir erkeğin bir gün gelip bize hak ettiğimiz değeri vereceğine inanıp bununla özsaygımızı beslediğimiz acıklı dönemlerimiz olmuştur. Biz parlatıcı süren kızlardan değilizdir, her gün salatalık kemirmiyoruzdur, onlar Alacakaranlık serisini okurken bizim elimizde Suç ve Ceza’nın ikinci cildi vardır, “Nothing Else Matters”ı dünyada ilk dinleyen kesin bizizdir, önünde sonunda bir erkek bizi fark edecek ve “Bugüne kadar diğer kızlarla oyalandığım yetti, sabahtan akşama kadar bomboş geziyoruz hayatım Orkid reklamına döndü,” diyerek bizim ne kadar sıra dışı ve değerli olduğumuzu ilan edecek ve bizi kendisiyle ödüllendirecektir.
Diğer kızlar gibi olmama yarışı, henüz kimliğimizin inşa olduğu yaşlarda değilsek, özsaygımız yeterince güçlenmemişse bizi neredeyse tüm arayışımızın temeline bunu koyacak bir noktaya savurur. Kim olduğumuz sorusuna artık bizim yerimize hayali erkekler cevap vermeye başlar, onların hoşuna gidecek şey neyse biz oyuzdur.
Glynn Flynn’in 2012’de yazdığı Gone Girl’de geçen ve hem kitabın hem de ondan uyarlanan filmin en akılda kalan yeri olan “cool girl” monoloğunu alıntılamadan devam etmek imkânsız. Ne diyordu Flynn?
Being the Cool Girl means I am a hot, brilliant, funny woman who adores football, poker, dirty jokes, and burping, who plays video games, drinks cheap beer, loves threesomes and anal sex, and jams hot dogs and hamburgers into her mouth like she’s hosting the world’s biggest culinary gang bang while somehow maintaining a size 2, because Cool Girls are above all hot. Hot and understanding. Cool Girls never get angry; they only smile in a chagrined, loving manner and let their men do whatever they want. Go ahead, shit on me, I don’t mind, I’m the Cool Girl.
Bu monologda bahsedilen özellikleri liste yapıp diziyi izlerken hepsine teker teker tik atabilirsiniz çünkü Eylül tıpkı Glynn Flynn’in ellerinden çıkmış gibi bir karakter. Elbette Flynn “cool girl” tipini sarkastik bir tavırla tarif ediyordu, dizi ekibi ise ciddi.
Cem Eylül’ün en çok bu cool’luğuna tav oluyor. Düştükten sonra gülerek kalkmasına, telefonda onu rahatsız eden belalısına sunturlu küfürler savurmasına, en dehşet verici olayların bile onu hiç etkilememesine her seferinde hayranlık duyuyor, şaşırıyor. Hatta dizinin bu vurguları bir noktadan sonra ikincil hicap yaşatacak dereceye geliyor. Mesela aşağıdaki diyalog, Eylül’ün Cem’e müşterisini anlattığı konuşmalarından:
-Peki adamın karısı çocukları fln nerde?
-Ankara’da. Haftasonları ankaradaymış Fatih. Haftaiçi burda bizimkiyle böyle dost hayatı. Başka sevgilileri de vardır ama en çok bizimkini seviyo.
-Dost hayatına bak be, herkese lazım.
-:)aynen. Bi de kıza altına araba,cebine para,yurtdışına biletler neler neler. Bizimki de bunu yaşatıyo böyle işte başka kızlar fln.
-Ben de istiyorum :).
-Yeterince istersen olurmuş. Öyle der babanem 🙂
-Senin gibi birini tanımadım. Yemin ediyorum.
Burada Cem artık “daha sıra dışı hangi özellikleri olabilir” diye merak ettiği Eylül’ün hem babaannesinin (yani eşeyli üreyen bir ailesinin) olduğunu hem de şaka yaptığını görüyor ve “Yemin ediyorum senin gibi birini tanımadım,” diye coşku içinde tepki veriyor. İbrahim Tatlıses’in mağarada doğmasının ötesine geçerek komple mağarada büyümüş bir karakterle karşı karşıyayız ya da… dizi biraz fazla zorluyor. Zira Cem’in Eylül’e duyduğu ilginin inandırıcı olması dizi için büyük bir stres kaynağı. Zaten büyük ölçüde sadece bunu anlattığı için en büyük titizlik burada gösteriliyor. Cem gibi konforu başka insanlara bağımlı olduğu için seçimlerinde ajans sahibi olamayan, iradesiz ve çekingen biri Eylül’le birlikte akvaryumundan çıkıyor. Eylül’ün güçlü ve mücadeleci yapısı, Cem’in hayatı tanımadan büyümüş, erkekler dünyasında kendine yer edinememiş nahif kişiliğinin karşısında nasıl da parlıyor.
Buraya kadar aslında çok bilindik bir klişeye yaslanan hikayeyi FOX TV’de izlediğimiz herhangi bir yaz dizisinden ayıran yegâne ayrıntı Cem’in Eylül’e olan ilgisini biraz daha kışkırtıcı bir dürüstlükle “Orospu fantezim varmış yeni fark ediyorum,” diyerek açıklaması olabilir. Hakkını verelim, burada gerçekten yeni bir şey izliyoruz. Üstelik orospu “bile” olsanız sizi sevilebilir kadınlar kümesinde almaya hevesli bir kurmaca evren bulabiliyorsunuz işte sevgili kadınlar, diziler bu anlamda Mevlana dergahı gibi. En kötü ihtimalle “Çılgın Bediş Oktay” tipli donuk zekalı bir erkeğin “gizli fantezisine hitap ettiğiniz için” paçayı yırtmanız mümkün.
Senarist ve yazar Zehra Çelenk, Aksu Bora tarafından derlenen ve 2015 yılında Ayizi Yayınları’ndan çıkan İradenin İyimserliği – 2000’lerde Türkiye’de Kadınlar kitabı için yazdığı “Yerli Dizi Kadınları Kadınlara Kadınlarca Anlatma Sanatıdır” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
Yerli dizilerin tamamının, dünya genelinde de pek çok dizi türünün üç tarafı aşkla çevrili olmadan yayın akışında iki kulaç atabilmesi imkânsız. Gecekondulardan yalılara ışık hızıyla geçilebilen, sultanın cariyede, holding sahibinin köylü kızında hayatının aşkını bulmasının an meselesi olduğu bu pembe hikâyelerdeki aşklar, kadın kahramanların aşk yolunda çektikleri onca cefaya rağmen, her açıdan “hayattan iyisi”ni sunuyor. En azından doya doya yaşanan, sırılsıklam hatta yakadan paçadan içeri süzülen sağanak aşk ve mutlu son ihtimalini.
Çelenk bunları elbette ana akım televizyon dizileri için söylüyor. İnternetimizde portakal soyarken izleyebilecekleri usturuplu bir öykü arayan total grubu aileleri, adını bilmediğimiz RTÜK başkanları ve kıçından terler döken kanal yöneticileri yok. Burada olabildiğince farklı, yeni, progresif bir öykü anlatmamız mümkün, ama yaratıcılığımız bu kez de kendi ufkumuzun sınırlarına çarpıyor. Eskort bir kadını anlatmak isterken bile nasıl beyaz atlı prensini bulacağını hayal etmekten kendimizi alamıyoruz. Her genç kadının en büyük motivasyonunun bir erkeğin aşkına layık görülmek olduğunu bize dayatan o gizli toplumsal sözleşmeye sadığız. Bizim getireceğimiz yenilik sözleşmenin kapsamını genişletmek, bir madde daha eklemek. Eylül gibi orta sınıf ahlakımızın çizdiği sınırların içinde yaşamayan, toplumun gözünde tüm varlığı babaannesinin her fırsatta üstüne boca ettiği hakaretlerden ibaret bir kadın da Cem gibi bir makbul erkek tarafından sevilebilir demek istiyoruz. Ve aslında normların dışında bir hayat anlatmak isterken nihayetinde Eylül’ü kendi sınırlarımıza, normlarımıza çağırıyoruz.
Eylül’ün galip ayrıldığı tek yer onun gibi olmayan diğer kadınlarla dolu varsayımsal arenamız değil. Dizi asıl Eylül ve Cem’in nişanlısı Başak arasında iki karakteri fiziksel olarak karşı karşıya getirmeden hayalet bir çatışma kurarak Eylül’ün bu aşkı nasıl da hak ettiğini bize anlatma işine girişiyor. Başak Eylül’ün aksine üst-orta sınıf bir ailede doğmuş, ailesine ait şirket sayesinde gelir düzeyi ve yaşam standartları oldukça yüksek, muhtemelen ailesinden iyi bir eğitim hayatı ve kültürel sermaye devralmış güzel ve şanslı bir kadın, ama bütün bu ideal kadın CV’si hayatı Eylül’le kesiştiği anda hükümsüzleşiyor ve adım adım Başak’ın nasıl da kaybetmeye mahkum olduğunu izlemeye başlıyoruz. Feleğin çemberinden geçmiş Eylül’ün karşısında Başak’ın kendinden başka her şeyle ilgisiz, şımarık ve talepkâr halleri Cem’in ve onun üzerinden hepimizin gözüne batıyor. Ayrıca Cem’den önce kimseyle birlikte olmamış bakire ve sıkıcı Başak orospu fantezisi olan erkek arkadaşına yatakta yetemeyecek, içinden gelip çılgın bir şey yapmaya, mesela arabada giderken birden Cem’e oral seks yapmaya çalıştığında sadece gülünç duruma düşecek bir zavallı gibi görünüyor. Cem’e verebilecekleri Eylül’ün sunduğu macera dolu hayatın, mesela köle fantezisi olan bir müşterisinin Şişli’deki evinde sahibe asistanı olarak geçirilen ve Eylül’ün babaannesinden saklanarak girdikleri odasında, tek kişilik yatağında liseliler gibi fısıldaşarak biten bir gecenin verdiği tamamlanmışlık duygusunun, öforinin ve yaşam enerjisinin yanına bile yaklaşamıyor.
Diziler üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen iki sosyolog Nükhet Sirman ve Feyza Akınerdem’in yine 2012 yılında yapılan Amargi Feminizm Tartışmaları’nda yaptıkları “Diziler nasıl yapılıyor/yazılıyor, nasıl okunuyor?” panelinde tespit ettikleri güzel bir şey var. Nükhet Sirman, bir katılımcının “Sadece dizilerde değil, romanlarda, sinemada üreticisi feminist de olsa aşkın hikâyenin sürekli odağında olmasını nasıl yorumluyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Niye aşkı seçiyorlar ve biz bununla nasıl baş ediyoruz?” önemli bir soru, çünkü biz modernliği aşk üzerinden öğrendik. Namık Kemal’den itibaren bizim modernliğimiz aşk üzerinden kuruldu. Halide Edip’in Kalp Ağrısı’nın meşhur giriş sahnesi vardır, sahne diyorum çünkü sahne gibi anlatıyor. Subay Hasan ve Zeyno, Göksu’da karşılaşıyorlar, birbirlerine bakıyorlar ve nedense ikisi de sandaldalar, başlıyorlar kürek yarışına. Birbirlerini geçemiyorlar. Yani modern kadının, modern erkek kadar iyi olacağını bu şekilde anlatıyor roman. “Onu yapamam, bunu yapamam,” diyen eski kadın değil, yeni kadın olduğunu bu şekilde anlatıyor.
Halide Edip Adıvar 1924’te tefrika ettiği romanında normların dışına çıktığı için marjinalleştirilen “yeni kadın”ı topluma kabul ettirebilmek için onları toplum kahramanı olarak portre ettiği cesur, idealist, fedakâr ve vatansever Kuva-yi Milliye alfalarına sevdiriyor ve onların gözünden anlatıyordu. Birçok şey için erken bir zaman olan 1920’lerde okuyucularının önünde kadın karakterleriyle bir tür pazarlık yapıyordu aslında: Evet, onun kadınları özel alanın dışına çıkmayan, her daim uysal, çekingen ve itaatkâr davranan eski kadınlardan değillerdi, fakat bütün bu “aşırılıklarını” affettirecek erdemlere sahiplerdi. Herkesten milliyetçi, herkesten askerdiler. Erkeklerden önce kendilerinin müdafaa etmekle yükümlü oldukları “namusları” da vardı. Bu yüzden sonunda kazanan tarafa geçiyorlardı. Romanın başkahramanı olan, toplum tarafından onaylanmış bir ideal erkek tarafından tüm bu özellikleriyle takdir ediliyor ve mutlaka geleneksel bir kadına olan üstünlükleri vurgulanarak eş olarak seçiliyorlardı.
Aradan geçen yüz yıl içinde böyle denklemler kurmayı hala bırakamadığımızı görmek mümkün. Yine tabuları yıkmak için hiçbir toplumsal normun bozulmasından, çatışmadan ve çözülmeden etkilenmeden, hiçbir zaman muhafazakar bir öfkenin kurbanı olmadan, egemen kimliğinin tüm avantajlarıyla pamuklar içinde yaşayan tuzu kuru erkekleri ikna etmemiz gerekiyor. Ancak onların bahşettiği aşkı arkamıza alarak kendimize toplumda bir yer edinmeye çalışıyoruz. Eylül hepimizin gözünde Cem tarafından oldukça romantik şekilde “temize çekiliyor”. Evet, normun dışına çıkmış bir kadın, ama geriye kalan bütün erdemleriyle o “eskort olma kusurunu” kapatmış durumda, artık Cem’in toplum adına onu onaylamasını hak ediyor.
Bu yüzden böyle anlatılar kadınları bir tarafa bırakıp erkeklerle konuşuyorlar. Ekranda yarattıkları kurmaca devrimin gerçek hayatlara ilham vermesini umut ediyorlar.
2010’da Vedat Türkali’nin kitabından uyarlanan Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisinin oyuncularından Buğra Gülsoy yayınlanan ilk bölümünün ardından yarattığı gündem üzerine konuşurken şöyle demişti:
Bugün bütün gazetelerin üçüncü sayfaları tecavüz haberleriyle dolu. Ama nedense hep es geçiliyor. Biz tecavüz sahnesiyle, o haberlere de dikkat çektik. Tecavüzü erotik şekilde değil, en iğrenç haliyle gözler önüne serdik. İzleyenler iğrendiler, “Aman Allah’ım” dediler. İşte o zaman bir şey göstermiş olduk. Bu olayı popüler kültürü kullanarak izlettik, bu da çoğu kişinin kendine gelmesini sağladı. Tecavüzü gerçekleştiren gençlerin başına geleceklerden de dersler çıkarılacak. Dizideki o karakterler gibi hiçbir şey düşünmeyen, ideolojisi olmayan, sürekli hata yapan gençler var. Belki onlar da bu dizi vasıtasıyla kendilerini görür, hatalarının farkına varırlar…
Samimiydi ya da röportaj verirken çizmek istediği duyarlı aktör personasının ağzından konuşuyordu, ama nihayetinde bu sözlerde diziyi izleyen erkeklerin topluca epifani geçireceği ve toplumda bir dönüşümün öncüsü olacakları umudu gizliydi. Hedef kitledeki erkekler ise bu beklentiye bir Ankara takımının tribünlerinden olabilecek en eril ve acımasız tonda cevap verdiler: “Lay lay lay lay lay, Fatmagül’ün suçu yok, biz onu Bihter sandık.”
Erkeklere kadın hikâyesi anlatmanın en büyük çıkmazı burada işte. Özellikle söz konusu kadınların bedeni ve cinselliği olduğunda en dehşet verici kurguların bile usulca fanteziye dönüşmesinde. Bunu da hiç gizlemeyip, bazen sinsi şakalar bazense agresif tezahüratlarla sürekli yüzümüze vurmalarında. Bu kitleye hele de en nihayetinde bir eğlence aygıtından seslenerek bir şeyler anlatmaya çalışmak bu yüzden işini düzgün yapmak isteyen her senarist, yönetmen ve oyuncu için kişisel bir sırat köprüsü.
Eylül de hikâyesiyle binlerce erkeğin zihnindeki lise soyunma odasına misafir oldu. Bir yönetmenin hikâyeye etkisinin ne olduğunun hissedilebileceği tam da bu noktada Can Evrenol bedeninin çeşitli kısımlarını pornografik bir bakış açısıyla parçalayıp izleyicilere adeta servis ederek bu primat sözleşmesinin kendi payına düşen kısmını yerine getirdi ve böylelikle bir nevi işin tüyü dikildi.
Sinemada telefonla konuşan kadınla olan hesaplaşmasını bile kimseyi erekte etmeden anlatamayan bir yönetmenin özellikle de böyle fırsatlarla dolu bir hikâyede şahsi male gaze şovunu yapmayacağını düşünmek hata olurdu zaten.
BluTV adına açılmış bir fan hesabı gibi görünen ama platformda çalışan insanlar tarafından etkileşim verildiği için yarı resmi bir niteliği olan no context BluTV hesabının dizi hakkındaki yorumlarından da dizinin seyircisiyle ne kadar iyi anlaştığını görebilirsiniz.
Her biri 20’şer dakikadan az, yalnızca 8 bölüm süren ve paralı bir platformda küçük bir kitleyle buluştuğu için etkisi sınırlı olan bir dizi hakkında oldukça uzun (senaryoyu geçmiş bile olabilir) değerlendirmemizin artık sonuna geliyoruz. Elbette bu dizinin kötü yapılmış olması yarın sabah bizi feminist bir distopyaya uyandırmayacak. Serin bir akşam üstü Kadıköy’de en yakın arkadaşınızla oturup vergilerinizi içerken onu tanıyan birkaç kişiyle mekânda karşılaşmışsınız ve teklifsizce masalar birleştirilmiş diye düşünün. Arkadaşlar bütün akşam heteroseksüel ilişkiler, BDSM kültürü ve diğer popüler Kadıköy gündemleri hakkında talep etmediğiniz brifingler veriyor, “Abi eskortluğun one night stand’den farkı ne ki, eskort bir de üstüne para alıyor ahaha,” diye kendi esprilerine gülüyorlar ve kafa sallayarak dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Sonrasında masanızdan kalkıyorlar ve bir daha onları hiç görmüyorsunuz. İşte diziyi izleyip bitirmenin hayatımızda yaratacağı değişiklik aşağı yukarı bu sıkıcı bar toplantısıyla aynı boyutta.
Beni bu uzun yazıya gerek Twitter’ımda gerekse diğer mecralarda bu işle Türkiye’de bir dizi Rönesans’ının başladığını ilan eden coşku dolu yorumlar mecbur bıraktı, çünkü herkesin aynı yanlış imaja tapındığı yerlerde kral çıplak demekten aldığım kişisel bir haz var. Ekibin her şeye rağmen ellerine ve telefonlarına sağlık. Derdim sizden ziyade bu tweet’te olduğu gibi bizimle bu kadar aleni dalga geçilmesiyle.
*Bu yazı, ilk olarak Medium’da yayımlanmıştır.
teşekkürler.paylaşmak isteyeceğim içerik.ellerinize sağlık