Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
Mayıs Sıkıntısı’nın (Nuri Bilge Ceylan, 1999) komik bulduğum bir sahnesi var. Ağaçlarının kesilmek üzere işaretleneceğinden korkan Emin (Mehmet Emin Ceylan), kadastro memurlarını bulmak için bisikletiyle sağa sola koştururken kahvede oturan Osman’la karşılaşıyor. Osman oradan kimsenin geçmediğini söylüyor, ama olayın o gün mü yoksa bir gün önce mi yaşandığından emin değil. Bir gün önce de oradaymış ve bütün gün orada oturmuş, Emin’le karşılaştığı günü de tamamen aynı şekilde geçirmiş. Belki ondan sonraki günü de böyle geçecek, nitekim taşranın günlerin iç içe geçmesine, birbirleriyle karışır hâle gelmesine vesile olacak kadar zamansızlığı çağrıştıran yapısı buna çok elverişli. Ayrıca Hasan Akbulut’un Kasaba’da (Nuri Bilge Ceylan, 1997) defalarca sorulan bir sorudan hareketle hatırlattığı gibi tekrar, kasaba sözcüğünün anlam evreninde kendisine yer bulan bir kavram.
Burada, Mayıs Sıkıntısı’nın kendi hikâyesinin de bir tür tekrardan doğduğunu hatırlıyoruz. En azından temel meselesini Kasaba’nın çekilme süreci etrafından kuran film, ilk filmin bazı repliklerini de olduğu gibi kullanıyor. Herhangi bir film çekme eylemini de bu bağlamda bir dizi tekrarın art arda dizilmesi üzerinden açıklamak mümkün.
Belki de bu sıralar tez çalışmalarım gereği Nuri Bilge Ceylan filmleriyle fazla haşır neşir olduğumdan, Kız Kardeşler (Emin Alper, 2019) bana bu iki filmi hatırlattı. Hepsinin taşra sayılabilecek bir mekânda geçmesi aralarında bağ kurmak için yeterli olmayabilir, nitekim Emin Alper de “taşra filmi” etiketinin rastgele yapıştırılmasından duyduğu rahatsızlığı dillendiriyor, ama taşranın tekrarla olan ilişkisine yaptıkları vurgu, ortak bir parantezde buluşmalarını kolaylaştırıyor. Hemingway’e atfedilen bir söze göre yazmanın kendisi de yeniden yazmak olmadan anlamlı değil, öyleyse belki tekrara dair yazmak, bütün bunları anlamaya dair bir adım atmaya yardımcı olur.
Kız Kardeşler’e adını veren ana karakterlerin hepsi besleme diye gittikleri evde bir şekilde tutunamayıp köye dönmek zorunda kalmış. Üçünün de hayali bir gün “kasabaya” dönmek ve orada yaşamak. Dolayısıyla kasaba sözcüğüne atfedilen bir büyüklük mevcut. Kasaba’da ise filme adını veren sözcük, filmin geçtiği ufak, karakterlerin “taşrayla” özdeşleştirilen sıkışmışlığı, tıkanıklığı yaşadığı mekân olarak tasvir ediliyor. İki filmin arasında yirmiden fazla yıl olduğunu hatırlamak lazım, ayrıca hiçbir kurmaca karakterin coğrafi ya da sosyolojik kavramları doğru kullanmak gibi bir yükümlülüğü yok. Yine de bu kullanımla birlikte kasabanın, ya da haydi elimizi korkak alıştırmayıp taşra diyelim, zamansızlığının yanında mekânsızlığına dair bir ipucu da alıyoruz. Sahi, tam olarak ne anlama geliyor bu sözcükler?
Taşra, tekrarın baskın olduğu bir evren. Bu bağlamda üç ayrı sahnede sürekli takla atarken gördüğümüz Deli Hatice, mekânın haletiruhiyesinin tecessüm ettiği karakter. Ayrıca kızların kendilerini sırayla Necati Bey’in (Kubilay Tunçer) evinde bulmaları, birbirleriyle sürekli tartışıp barışmaları, Necati Bey’in (ve yardakçılarının) Veysel’le (Kayhan Açıkgöz) birkaç saat içinde aynı konudan, neredeyse aynı sözlerin (“Şimdi tamam diyon da kasabaya gidince unutmazsın değil mi abi?”[i]) söylendiği iki ayrı kavga etmesi bu açıdan birbirini çağrıştırıyor, hatta anlamını birbiriyle pekiştiriyor. Matrix evreninde kodlarla oynanmasının işareti olan ve anlık bir dalgalanmaya karşılık gelen tekrar, buranın kodlarının en ayırt edici yanlarından.
Kasaba’daki küçük çocuğun kaplumbağayı ters çevirmesi esnasında en somut hâliyle karşımıza çıkan yaşam-ölüm döngüsü, Kız Kardeşler’de de bir şakanın konusu olarak ailenin birlikte geçirdiği en keyifli anlardan birine tanıklık etmemizi sağlayan akrepte karşılık buluyor. O sahnede akrebin kendisi de ölüyken, ilerleyen sahnelerden birinde evin içinde gezinen başka bir akrep ailenin yaşadığı en büyük trajediye karşılık gelen bir diğer ölümü görünür kılıyor. Bir ölümün gerçekleştiği anların (sırasıyla komşu köyün çobanı, Reyhan’ın bebeği, Veysel, emin olmasak da Nurhan) hiçbiri doğrudan gösterilmiyor, hepsi kaplumbağanın ters çevrilmesi gibi olup bitiyor, sonuçlarıyla ve olası suçluluğuyla mücadele etmek de hayattakilere kalıyor.
Tekrar, karakterleri aynı zamanda kaçamayacakları bir kadere bağlıyor. Veysel tıpkı babası gibi, babasıyla aynı noktada kendini asıyor. Köyün ne zaman bir geleni ya da gideni olsa yolu onun arabasının içinden köye bakarak gösteren kamera, yol sözcüğünün çağrıştırdığı umuda dair hiçbir şey söylemiyor.
Yine de buralarda umuda dair hiçbir şey olmadığını söylemek doğru olmaz. Filmin finalinin de bir döngüyle gelmesini sağlayan “Anlat demekle olmaz, sana bir masal anlatayım mı?” oyunu, içinde başlı başına bir vaat barındırıyor. Asla anlatılmayan, hatta var olmayan, ama hep yinelenen bir hikâyenin vaadi. Bu da taşranın büyük şehirle kurduğu ilişkiyi hatırlatıyor, bulunduğu noktadan kaçmak için hissedilen aciliyetin mekânı aşan yapısına işaret ediyor. Gitmeseler de, görmeseler de, o şehir onun hayalini kuranların şehri. İster kent ister kasaba densin, o büyük yerleşim yerine gitmenin kurtulmaya denk gelmeyebileceği, tekrar tekrar gösterilen benzer örneklerin sonucunda seyircinin hafızasında yer etmiş bir ihtimal. Kız Kardeşler’in İngilizce adındaki “tale” (masal) vurgusunun Türkçede olmaması da böylelikle bir anlam kazanıyor, hiç bitmeyen bir döngüye, hiç gerçekleşmeyen bir vaade karşılık geliyor. Şimdi, size bir masal anlatayım mı?
Kaynak: Nuri Bilge Ceylan Sinemasını Okumak: Anlatı, Zaman, Mekân. Hasan Akbulut, Bağlam Yayıncılık. İstanbul: 2005.
[i] Benzer sözlerin rahatlıkla unutulabildiğini Mayıs Sıkıntısı’ndan hatırlıyoruz.