Cem Karaca’dan Ezhel’e: Müzik sürgünü

Ezhel. Fotoğraf: Pascal Behring.
Fotoğraf: Pascal Behring.

Memleketteki kültürel hegemonya tartışmalarını belki de tek kalemde özetleyecek bir örnek olarak, Türkiye’nin en çok dinlenen müzisyeni[i] Ezhel, açıkça siyasi denmese de buna işaret eden örtülü gerekçelerle senelerdir ülkeye ayak basamıyor. Şarkıları barlardan marketlere kadar Türkiye’nin her sokağında, ancak kendisi neredeyse dört yıldır Berlin’de.

Bildiğimiz kadarıyla ülkeye girememesinin henüz resmi bir gerekçesi yok, ancak kendisi durumu bir röportajında “Hakkımızda çıkıp duran bir sürü dava var. Onlarla uğraşmak da zor. Gitsem muhtemelen tutuklanırım diye düşünüyorum, o yüzden gitmiyorum” diyerek açıklıyor. Özellikle özgürlük ve barış ekseninde şekillenen yorumları ve Erdoğan’ı doğrudan işaret eden doğaçlama rap sözleri gibi paylaşımları önündeki adli engelin özünde siyasi olduğunu düşündürüyor. Dinleyicisi milyonlarca genç için ülkeye dönüşü ve vereceği ilk konser içten içe iktidar baskısından kurtulmanın uzun yıllardır düşlenen bir kutlaması olacak.

Öte yandan Türkiye müzik tarihine ilgi duyanlar için bu hikâye akıllara bir başka popüler ismi getiriyor olabilir: Cem Karaca. Bildiğimiz üzere 1970’lerin sonunda Türkiye’de rock müziğin ilk temsilcilerinden olan Karaca da “Resimdeki Gözyaşları”, “Namus Belası”, “Tamirci Çırağı” gibi parçalarıyla döneminin en ünlü müzisyenlerinden. Fakat 1979’da çıktığı bir Almanya turnesinde, 12 Eylül darbesine ilerlerken giderek artan baskı rejimi ona da ülkeye dönüş yapmama kararı aldırır. Bu karardan aylar sonra gelen ve acı bir şekilde beklenen darbeyle, Cem Karaca da adına açılan davalardan nasibini alır ve ülkeye dönüşü vatandaşlıktan çıkarılmasıyla tamamen imkânsız hâle gelir.

Hikâyenin buradan sonrası oldukça benzer, Cem Karaca Almanya’da geçirdiği yılları ayrıcalıklı bir rock yıldızı olarak değil, Almanya’da yaşayan Türklerin dertlerine ortak olan bir gurbetçi gibi geçirir. Memlekete ve geride bıraktığı ailesine duyduğu özlemin de etkisiyle Almanya’daki Türklerin yaşadığı sosyopolitik sorunları tıpkı onlardan biri gibi dile getirmeye başlar. Bu süreçte Almanca öğrenir ve Almanya’da yaşayan diğer Türkiye kökenli müzisyenlerle Kanaklar grubunu kurarak “Die Kanaken” isminde Almanca bir albüm çıkarır.

Cem Karaca ve Dadaşlar, 1971. Fotoğraf: Fehiman Uğurdemir.
Cem Karaca ve Dadaşlar, 1971. Fotoğraf: Fehiman Uğurdemir.

Ezhel’in Berlin macerası da benzer bir seyirde ilerliyor demek yanlış olmaz. 2019’da Türkiye kökenli Almanyalı Ufo316 ile yaptığı Lights Out albümü ve 2020’de yine Türkiye kökenli Hollandalı Murda ile yaptığı (ismiyle müsemma) Made in Turkey albümüyle tıpkı Cem Karaca gibi o da zorunlu Almanya yıllarında kendi kültüründen fazla uzaklaşmış değil. Barışçıl sosyal medya paylaşımlarına gelen ağır tepkilere rağmen Türkiye’ye döneceği günü özlemle beklediğini de sıkça ifade ediyor. Ezhel’in geri dönüşünün Cem Karaca’nınki gibi tartışmalı bir zeminde olmayacağını umarken bu vesileyle otoriter iktidarların müzisyenlerle derdinin ne olduğunu hatırlayalım.

Nazilere atfedilen bir söz olarak, dönemin koyu milliyetçilerinden Hanns Johst bir oyununda “kültür lafını duyduğum an tabancama sarılırım,” der. Kültür, bir anlamda kaleyi içten fethetmek demektir. Gramsci’ye göre hegemonyanın temel koşulu insanların dünyayı kavrama biçimlerine sirayet etmektir. Bu amaçla kültürel hegemonya kurma heyecanındaki iktidarlar da ideolojileriyle paralel bazı değerleri öne çıkarırken bazı değerleri geriye atarlar. Otorite arttıkça bu seçim bir tür dışlamaya ve yüceltmeye hatta zorunluluk ve yasaklamaya dönüşür.

Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanlığı, zamanında nasyonal sosyalizme ters düşen kültür ürünlerine karşı sıkı bir yasaklama faaliyeti yürütür. Bu kapsamda oluşturulan bir alt birim olarak Reich Müzik Bürosu da müzikal eserleri sıkı sıkıya denetler. Büronun görevi kabaca “Alman karakterine uygun olmayan” müzisyen ve eserleri yasaklamaktır. Siyahilerle ilişkilendirilen caz, herhangi bir muhaliflik belirtisi gösterebilecek besteler ve Yahudi müzisyenlerin eserleri yasaklılar listesinin başında gelir.

Benzeri küçük ya da büyük örnekler iktidarların otoriterleştiği her dönemde gözlemlenebilir. Bu bağlamda arabeskin “yüksek klasik Türk kültürüne yakışmadığı” iddiasıyla resmi kanallarda yasaklı olduğu 12 Eylül dönemi de Özal’ın bu dönemin sözde bitişini temsil eden ”Haydi bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim Semra Hanım” reklam girişimi de Türkiye’deki müzik temelli kültürel hegemonya tartışmasının önemli örnekleri olarak ele alınabilir. Günümüzde Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek…” tehdidi ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın “Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” sözü farklı okumalara çerçeve olmuştur.

Nietzsche’den Adorno’ya pek çok düşünür müziğe kültürel araçlar içerisinde özel bir önem atfeder. Zira müzik hem özdeşleşim hem de tüketim açısından diğer sanat üretimlerine nazaran daha hızlı ve ortak bir yayılma potansiyeline sahiptir. Doğrudan olmasa da Gezi Direnişi sırasında en uzun süren eylemlerden birinin tencere tava sesi olması, NTV’ye çıkan Boğaziçi Caz Korosu’nun çapulcu eylemi ya da direniş esnasında parkta verilen konserler bu ortaklığın birer yakın zaman örneği olarak gösterilebilir. Yine benzer şekilde pandemi önlemlerinden geriye sadece müzik saati ve festival engellerinin kalması yukarıda bahsettiğimiz geri planda bırakmanın yasaklamaya dönüştüğü süreçler olarak tanımlanabilir.

2022’de Türkiye’de 19 festival ve konser resmî kurumlarca yasaklandı. Bu yasakları bizzat sahiplenen cemaatlerin açıklamalarına bakılırsa, mesele müziğin de ötesinde bir yaşam tarzı ve dolayısıyla kültürel hegemonya dayatmasıdır. Yani hikâyenin Cem Karaca’nın ve Ezhel’in kişilikleri ya da müzikleriyle ilgili olmadığı aşikâr. Asıl hedef, çoğu genç (ve potansiyel muhalif) dinleyici kitlesinin zevklerine, yaşam tarzlarına ve duruşlarına müdahaledir. Bu isimleri ülkeden uzaklaştırmak hem idolleri aracılığıyla gençlerin arasındaki korku iklimini besler hem de duygusal ortaklık yaratacak konser ve buluşmaların önüne geçmeyi, yani belirli bir düzeyde dünyayı kavrama biçimlerine sirayet etmeyi hedefler.

Mesele günümüzde havuz medyasının sunduğu, hatta Gülşen’i de hedef tahtasına oturttuğu gibi “bir müzisyenin kabahati” olmanın ötesindedir. Böylesine Türkiye müzik tarihine sirayet etmiş (ya da en azından edeceği neredeyse kesin olan) isimlerden bahsederken “yumuşak güç” olarak sınıflandırılabilecek hamlelerin ne kadar yumuşak olup olmadığı bir soru olarak duruyor. Bu sistematik engellemeler ve karalamalar sadece birey olarak müzisyene değil, aynı zamanda kitlesine de yönelik. Kabaca bir çerçevelendirmeyle, Türkiye’nin en çok dinlenen sanatçısına karşı tutum bir bağlamda Türkiye’nin sayıca en yüksek dinleyici kitlesini de yakından alakadar eder.

12 Eylül dönemi ile bugünü ya da Cem Karaca ile Ezhel’in eserlerini ya da tutumlarını aynı kefeye koymak elbette adil olmayacaktır. Benzer şekilde sözü geçen müzisyenlerin bir düşünce önderi olma hedefi de sorumluluğu da elbette yoktur, hatta çoğu zaman şarkı sözleri doğrudan politik bir anlam taşımaz. Bu bağlamda yazıdan yapılan çıkarımın bir övgü ya da yergiden ziyade toplumda dokundukları kültürel kitle ve bu kitlenin kapsamı açısından değerlendirilmesi daha doğru olacaktır.

Yine de kişisel bir not olarak, Cem Karaca’yı ömrünün son yıllarında birçok yoldaşına yaşattığı hayal kırıklığını bir kenara bırakarak içten bir özlemle anıyor, Ezhel’i ise her şeye rağmen umutla düşlediğimiz o günlerde tekrar bu topraklarda canlı dinleyebilme heyecanıyla selamlıyorum.


Not: Yazı kapsamında hem tez çalışmasından hem de sohbetinden yararlandığım Sinem Demirel’e kocaman teşekkürler.


[i] Spotify verilerine göre Ezhel 2018, 2019, 2020 ve 2021 yıllarında üst üste dört kere Türkiye’de en çok dinlenen sanatçı oldu.

1 Yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et