Antonio Gramsci 40 yıl önce öldü. Bu 40 yılın ilk 10 yılı boyunca yazılarının çok azı yayımlandığı veya çok azı ulaşılabilir olduğundan, 1920’lerden kalma eski yoldaşları dışında neredeyse hiç kimse tarafından tanınmıyordu. Ancak bu etkili olmadığı anlamına gelmez, çünkü Palmiro Togliatti’nin İtalyan Komünist Partisi’ne Gramsciyen bir çizgiyle veya en azından kendi Gramsciyen yorumuyla önderlik ettiği söylenebilir. Buna karşın, Gramsci II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar çoğu yerdeki çoğu insan için neredeyse yalnızca bir isimden ibaretti. Ama bu 40 yılın ikinci on yılında İtalya’da olağanüstü ölçüde tanınır hale geldi, komünist çevreleri de aşan ölçüde takdir edilir oldu. Çalışmaları Komünist Parti tarafından, ama hepsinden önemlisi de Einaudi Yayınevi tarafından yayımlandı. Bu ilk baskılar hakkında sonradan yapılmış eleştiriler ne olursa olsun, bunlar Gramsci’ye yaygın ulaşılırlık kazandırarak, İtalyanların onun büyük bir Marksist düşünür ve daha genel olarak 20. yüzyıl İtalyan kültürünün büyük bir figürü olarak sahip olduğu büyüklüğü kavramalarına imkân sağladı. Ama sadece İtalyanların.
Çünkü bu on yıl boyunca, Gramsci kendi ülkesi dışında pratikte son derece bilinmez olmaya devam etti zira neredeyse hiç tercüme edilmemişti. Aslında, heyecan verici Hapishane Defterleri kitabını Britanya ve ABD’de yayımlama konusundaki girişimler bile başarısızlıkla sonuçlandı. İtalya ile kişisel teması olan ve İtalyanca okuyabilen –çoğunlukla komünistlerden oluşan- bir avuç insan dışında Alplerin bu yakası için sanki neredeyse mevcut bile değildi.
Ama bu 40 yılın üçüncü on yılında, yurtdışında Gramsci konusundaki ilk ciddi ilgi kıpırdanmaları görülmeye başlandı. Bunlar kuşkusuz Stalinizasyonun geriye çevrilmesi, hatta ondan da ziyade Togliatti’nin 1956 sonrasında sözcülüğünü yaptığı bağımsız tutum tarafından tetiklenmiştir. Her halükarda bu dönemde çalışmasından yola çıkarak yapılan ilk İngilizce seçkilere ve komünist partilerin dışında fikirleriyle ilgili olarak yapılan ilk tartışmalara rastlamaya başlıyoruz. İtalya’nın dışında, İngilizce konuşulan ülkeler Gramsci’ye yönelik sürekli ilginin ilk geliştiği yerler gibi görünüyor. İtalya’da ise paradoksal biçimde aynı on yıl boyunca Gramsci eleştirileri daha fazla belirginleşti, bazen daha da keskinleşti ve İtalyan Komünist Partisi’nin onun eserine ilişkin yorumları hakkında tezler geliştirildi.
Entelektüel evrenimizin parçası
Nihayet, bu 40 yılın son on yılında, Gramsci başlı başına tanınır hale geldi. İtalya’da, Hapishane Defterleri’nin eksiksiz baskısı (1965) ile çeşitli erken dönem yazıları ve siyasal yazılarının yayımlanması ve hepsinden de önemlisi, Gerratana’nın anıtsal akademik çalışması sayesinde, Hapishane Defterleri’nin kronolojik biçimde sıralanmış baskısının (1975) yapılmasıyla birlikte, eserlerinin yayımlanması konusunda ilk kez tatmin edici bir akademik temel yaratılmış oldu.
Gramsci’nin gerek biyografisi gerekse Komünist Parti tarihi içindeki rolü, önemli ölçüde parti kayıtları konusunda Komünist Parti’nin kendisi tarafından teşvik edilip desteklenen sistematik çalışmalar sayesinde artık çok daha netleşmiş durumda.
Tartışma sürüyor ve burası 1960’ların ortalarından bu yana süren İtalyan Gramsci tartışmalarını araştırmanın yeri değil. Gramsci’nin yazılarının yabancı dillere tercümeleri ilk kez yeterli nitelikteki seçmeler, özellikle de Quintin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith tarafından derlenen iki Lawrence & Wishart cildi içinde ulaşılabilir hale geldi. Giuseppe Fiori’nin Antonio Gramsci: Life of a Revolutionary (1970) başlıklı eseri gibi önemli ikincil çalışmaların tercümeleri de öyle. Burada yine dilimizde onun hakkında giderek büyüyen (farklı, ancak evrensel anlamda saygın bakış açılarını yansıtan) literatürü araştırmaya girişmeden, artık ölümünün kırkıncı yıl dönümünde Gramsci’yi tanımamanın hiçbir mazereti kalmadığını söylemek yeterli olacaktır. Bu açıdan daha da önemli olan noktaysa, onun yazılarını sahiden okumamış kimseler tarafından bile tanınıyor olmasıdır. “Hegemonya” gibi tipik Gramsciyen terimler, Marksist hatta Marksist-olmayan siyaset ve tarih tartışmalarında, Freudyen terimlerin iki savaş arasında kullanıldığı kadar rahat ve bazen de gevşek biçimlerde kullanılmaktadır. Gramsci, entelektüel evrenimizin bir parçası hâline gelmiştir. Özgün bir Marksist düşünür (bence Batı’da 1917’den bu yana ortaya çıkmış olan en özgün düşünür) olarak sahip olduğu itibar oldukça genel bir kabul görmektedir. Yine de ne söylemiş olduğu ve söylediklerinin neden önemli olduğu salt önemli biri olduğu gerçeği kadar yaygın ölçüde bilinmemektedir. Burada onun önemine dair tek bir sebebin altını çizeceğim: Siyaset teorisi.
Düşünürlerin düşüncelerini soyutun içinde icat etmedikleri, yalnızca kendi dönemlerinin tarihsel ve siyasal bağlamları içinde anlaşılabilecekleri Marksizm’in temel bir gözlemidir. Karl Marx daima insanların kendi tarihlerini kendilerinin yaptıklarını veya kendilerine ait düşüncelerle düşündüklerini vurgulamışsa da, bunu sadece (18. Brumaire’deki ünlü pasajı alıntılamak gerekirse) kendilerini içinde buldukları dolaysız koşullar altında, verili ve kendilerine miras kalan koşullar altında yaptıklarını da vurgulamıştır. Gramsci’nin düşüncesi ise oldukça özgündür. Marksist’tir, aslında Leninist’tir ve neyin Marksist olup olmadığını kesinlikle bildiklerini iddia eden ve kendi Marksizmlerinin telif hakkını ellerinde tutan kimi sekterlerin suçlamalarına karşı onu savunarak vakit kaybetmeyi önermiyorum. Ancak hem 1914 öncesi hem de 1917 sonrası klasik Marksist geleneğin içinde büyümüş olanlarımız için o genel olarak oldukça şaşırtıcı bir Marksist’tir. Örneğin, ekonomik gelişme hakkında görece daha az yazarken, siyaset hakkında klasik yazılarda fazla veya hiç görünmeyen Croce, Sorel ve Machiavelli gibi teorisyenler hakkında ve onların terimleriyle daha çokça yazmıştır. Bu yüzden sahip olduğu arka planın ve tarihsel deneyimin özgünlüğünü ne ölçüde açıkladığını keşfetmek önem taşımaktadır. Bu durumun entelektüel büyüklüğünü hiçbir biçimde etkilemediğini ilave etmeye gerek duymuyorum.
Arka plan ve tarihsel gelişme
Gramsci Mussolini’nin zindanlarına düştüğünde, İtalyan Komünist Partisi’nin lideriydi. İtalya, Gramsci’nin zamanında Marksist düşüncedeki orijinal çıkışları teşvik eden bir dizi tarihsel özgünlüğe sahipti. Bunların bazılarını kısaca belirteceğim.
- İtalya, tek bir ülkede hem metropolü hem de sömürgeleri, ileri ve geri kalmış bölgeleri barındırdığı ölçüde sanki dünya kapitalizminin bir mikrokozmosu gibiydi. Gramsci’nin de memleketi olan Sardunya, İtalya’nın arkaik demeyeceksek bile geri kalmış ve yarı-sömürgesel yönünün tipik örneğiyken, kendisinin bir işçi sınıfı önderine dönüştüğü Torino, Fiat’ın çalışmalarıyla şimdi olduğu gibi o zaman da endüstriyel kapitalizmin en ileri aşamasının ve göçmen köylülerin kitlesel ölçekte işçilere dönüşmesinin tipik örneğini sergiliyordu. Bir başka deyişle, zeki bir İtalyan Marksisti hem gelişmiş kapitalist dünyanın hem de Üçüncü Dünya’nın yapısını ve etkileşimlerini kavramak açısından, bu dünyaların ya birine veya ötekine ait ülkelerin Marksistlerinin aksine olağanüstü iyi bir konuma sahipti. Bu arada, Gramsci’yi sadece “Batı komünizmi”ne ait bir teorisyen saymak bir hata olacaktır. Düşüncesi ne özellikle endüstriyel anlamda gelişmiş ülkeler için tasarlanmıştı ne de özellikle bu ülkelere uygulanabilir nitelikteydi.
- İtalya’nın tarihsel özgünlüğünün önemli bir sonucu, 1914 öncesinde bile, İtalyan emek hareketinin hem endüstriyel hem de tarımsal, hem proleter, hem de köylü temelli olmasıydı. Bu bakımdan 1914 öncesinde az çok Avrupa’daki tekil bir örneği oluşturuyordu, ama burası bu noktayı detaylandırmanın yeri değil. Yine de iki basit örnek bu durumun önemini izah edecektir. Komünist etkisinin en güçlü olduğu bölgeler (Emilia, Toskana ve Umbriya) endüstriyel bölgeler değildi ve İtalyan sendikal hareketinin büyük savaş sonrası önderi Di Vittorio da Güneyli bir tarla işçisiydi. İtalya, entelektüellerin (büyük ölçüde geri ve yarı-sömürgesel Güney’den gelen entelektüellerin) emek hareketinde oynadıkları olağanüstü önemli rol açısından bakıldığında pek de o kadar tekil bir örnek teşkil etmiyordu. Ancak bu fenomen Gramsci’nin düşüncesinde önemli bir rol oynadığından söz edilmeye değer sayılmalıdır.
İtalya: Siyasal deneyimler laboratuarı
- Üçüncü özgünlük, bir ulus ve burjuva toplumu olarak İtalyan tarihinin barındırdığı son derece özel bir karakterdir. Burada, yine detaylara girmek istemiyorum. Size sadece üç şeyi hatırlatayım: (a) İtalya modern uygarlığa ve kapitalizme diğer ülkelerden birkaç yüzyıl öncesinde öncülük etti ama kazanımlarını koruyamadı, Rönesans ile Risorgimento arasında bir tür durgunluğa sürüklendi; (b) Fransa’nın aksine burjuvazi muzaffer bir devrimle kendi toplumunu kurmadı ve Almanya’nın aksine eski egemen sınıfın kendisine yukarıdan teklif ettiği tavizi kabul etmedi. Kısmi bir devrim yaptı: İtalyan birliği –Cavour tarafından– kısmen yukarıdan ve –Garibaldi tarafından– kısmen aşağıdan kuruldu, (c) yani bir anlamda, İtalyan burjuvazisi İtalyan ulusunu kurma tarihsel misyonuna ulaşmakta başarısız –veya kısmen başarısız– kaldı. Devrimi tamamlanmamıştı ve bu nedenle Gramsci gibi İtalyan sosyalistleri, ulusun potansiyel önderleri ve ulusal tarihin taşıyıcıları olarak, kendi hareketlerinin olası rolünün özellikle farkındaydılar.
- İtalya, diğer birçokları gibi sadece Katolik bir ülke değildi ve hâlâ da öyle değildir; İtalya kilisenin özel olarak İtalyan bir kurum olduğu, kilisenin egemen sınıfların düzenini devlet aygıtı olmadan ve bu aygıttan ayrı bir koruma tarzını oluşturduğu bir ülkeydi. Aynı zamanda ulusal elit kültürünün ulusal devleti öncelediği de bir ülkeydi. Yani İtalyan bir Marksist, Gramsci’nin “hegemonya” dediği şeyin, yani otoriteyi korumanın sadece baskı gücüne dayanmayan biçimlerinin başkalarına kıyasla daha fazla farkında olacaktı.
- Şimdi yalnızca kimilerini ileri sürdüğüm çeşitli nedenlerden dolayı, İtalya bir tür siyasal deneyimler laboratuarı durumundaydı. Ülkenin (16. yüzyılda Machiavelli’den, 20. yüzyıl başlarında Pareto ve Mosca’ya kadar uzanan) güçlü bir siyasal düşünce geleneğine sahip olması tesadüf değildir. Çünkü şimdi siyasal sosyoloji diyebileceğimiz şeyin yabancı öncüleri bile İtalya’yla bağlantılıdır veya bunlar fikirlerini İtalyan deneyiminden türetiyor gibi görünmektedir, burada Sorel ve Michels gibi kişileri kast ediyorum. Yani İtalyan Marksistlerinin siyasal teori sorununun özel olarak farkında olmaları şaşırtıcı değildir.
- Son olarak, çok önemli bir olgu: İtalya, 1917 sonrasında toplumsal devrimin bazı nesnel hatta öznel koşullarının –Britanya ve Fransa ve hatta bence Almanya’dan- daha fazla mevcut olduğu bir ülkeydi. Yine de bu devrim gerçekleşmedi. Aksine faşizm iktidara geldi. İtalyan Marksistlerinin Ekim Devrimi‘nin neden Batı ülkelerine yayılamadığı ve bu ülkelerde sosyalizme geçişin hangi alternatif strateji ve taktiklerinin olması gerektiği konusundaki analize öncülük etmeleri kesinlikle çok doğaldı. Gramsci’nin yapmaya çalıştığı da elbette buydu.
Marksist siyaset teorisinin öncüsü
Bu da beni temel noktama, yani Gramsci’nin Marksizm’e yaptığı temel katkının Marksist bir siyaset teorisine öncülük etmesi olduğu noktasına getiriyor. Çünkü Marx ve Engels siyaset hakkında devasa miktarlarda yazılar kaleme almışlarsa da, (Engels’in materyalist tarih anlayışını incelttiği ünlü son mektuplarında işaret ettiği gibi) temelde “yasal ilişkilerin olduğu kadar devlet biçimlerinin de kendi başlarına anlaşılamayacağına, ama hayatın maddi koşullarından köklendiklerine” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı) işaret etmenin daha önemli olduğunu düşündükleri için bu alanda genel bir teori geliştirmekte oldukça isteksiz davrandılar. Bu nedenle de her şeyden çok “siyasal, yasal ve diğer ideolojik algıların temel ekonomik olgulardan türediğini” vurguladılar (Engels’den Mehring’e). Dolayısıyla Marx’ın ve Engels’in, egemenliğin doğası ve yapısı, devletin kuruluşu ve organizasyonu, siyasal hareketlerin doğası ve organizasyonu gibi konulardaki kendi tartışmaları çoğunlukla aktüel yorumlarından doğan gözlemler biçiminde (belki de devletin kökeni ve tarihsel karakteri konusundaki teorileri hariç) genel olarak diğer tezlerinin yanında daha arızi niteliktedir.
Lenin, iktidarı almanın ön gününde son derece mantıksal biçimde, daha sistematik bir devlet ve devrim teorisine ihtiyaç duydu, ama hepimizin bildiği gibi Ekim Devrimi bunu tamamlamasından önce patlak verdi. İkinci Enternasyonal döneminde gelişen sosyalist hareketlerin yapısı, organizasyonu ve önderliği hakkındaki yoğun tartışmalarınsa pratik meselelerle ilgili olduğuna işaret etmek istiyorum. Teorik genellemeleri, belki de Marx ve Engels’in izleyicilerinin gerçekten de yoktan var ettikleri ulusal sorun alanı dışında arızi ve geçicidir. Bunun önemli teorik yeniliklere yol açmadığını söylemiyorum, çünkü bunlar Marksist analizle desteklenmiş olsalar da paradoksal biçimde teorik olmaktan ziyade pragmatiktir ama yine de Lenin’de belirgin biçimde bir yeniliğe yol açmıştır. Lenin’in yeni parti kavramı hakkındaki tartışmalarını okuduğumuzda, örneğin Kautsky, Luxemburg, Plekhanov, Troçki, Martov ve Ryazanov gibi ünlü Marksistler bu tartışmalarda yer almış olsalar da Marksist teorinin bu tartışmaya ne kadar az dahil olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Aslında burada bir siyaset teorisi örtük olarak mevcuttur, ancak sadece kısmen ortaya çıkmaktadır. Bu boşluğun çeşitli nedenleri mevcuttur. Her halükarda 1920’lerin başlarına kadar çok da önemli görülmemiştir. Ama sonra, bence, giderek daha da ciddi bir zayıflık haline gelmiştir. Devrim, Rusya’nın dışında başarısız olmuş veya hiç gerçekleşmemiş ve sadece hareketin iktidarı ele geçirme stratejisinin değil 1917’ye kadar asla somut ve acil bir sorun olarak ciddi biçimde ele alınmamış olan sosyalizme geçişin teknik sorunlarının da sistematik olarak yeniden değerlendirilmesi gerekli hâle gelmiştir. SSCB’de, Sovyet iktidarı kendisini kalıcı hâle getirmek için verdiği mücadeleden çıkarken, siyasal yapısı ve kurumları bakımından ve bir “sivil toplum” olarak sosyalist bir toplumun neye benzeyeceği ve benzemesi gerektiği sorunu da ortaya çıktı. Temelde bu da son yıllarda Marksistlerin başını ağrıtan ve komünist hareketin dışındakiler bir yana Sovyet komünistleri, Maocular ve “Avro-komünistler” arasındaki tartışmanın konusunu oluşturan meselenin ta kendisidir.
Politik eylem
Burada iki farklı siyasal sorun kümesi hakkında konuştuğumuz gerçeğini vurgulamak isterim: Strateji ve sosyalist toplumların doğası. Gramsci (bazı yorumcular bana bunların sadece birine, yani strateji konusuna aşırı yoğunlaşıyor gibi görünseler de) ikisini de kavramaya çalıştı. Ancak, bu meselelerin doğası ne olursa olsun, çok kısa süre sonra komünist hareket içinde tartışılmaları imkânsız hale geldi ve uzunca bir süre de böyle kaldılar. Aslında, Gramsci’nin yazılarında bunları ele almasının da sadece hapishanede olması, dışarıdaki siyasetten kopmuş olması ve şimdi için değil gelecek için yazması sayesinde mümkün olduğu söylenebilir.
Bu, siyasal anlamda 1920’lerin ve 1930’ların başlarındaki aktüel durum hakkında yazmamış olduğu anlamına gelmez. Aslında, çalışmasını anlamanın zorluklarından biri şimdi çoğumuz açısından bilinmeyen veya unutulmuş olan durumlar ve tartışmalara aşinalığı veri kabul etmesidir. Bu nedenle de Perry Anderson bize yakınlarda, en karakteristik düşüncelerinin bazılarının, 1920’lerin başlarındaki Komintern tartışmalarında ortaya çıkan temalardan türediğini ve bu temaları geliştirdiğini hatırlatmaktadır. Her halükarda Marksizm’in içinde bütünsel bir siyasal teorinin öğelerini geliştirmeye çalışmıştır ve muhtemelen bunu yapmaya çalışan ilk Marksist’tir. Fikirlerini özetlemeye çalışmayacağım. Roger Simon yakın zaman önce bu fikirlerin bazılarını oldukça uzun uzadıya ele aldı. (Marxism Today, Mart 1977) Bunun yerine bazı noktaları seçerek bunların bana göre ne gibi bir öneme sahip olduğunun altını çizeceğim.
Gramsci, siyaseti tarihsel gelişme tarafından belirlenen bağlam ve sınırlar içinde “özerk bir faaliyet” (Hapishane Defterleri, s. 134) olarak gördüğü ölçüde ve siyasal bilimin “sistematik (kapsamlı ve mantıksal) bir dünya kavrayışı içinde işgal ettiği veya etmesi gerektiği yeri” (s.136) Marksizm dahilinde özel olarak araştırmaya koyulduğu için bir siyaset teorisyenidir. Yine de bunun anlamı kahramanının yaptığı türden tartışmaları Marksizm’e dahil etmekten ibaret değildir. Kahramanı, yani Machiavelli ise Marx ve Engels’in yazılarında sıkça ortaya çıkan bir adam değildir.
Onun için siyaset, sadece sosyalizmi kazanma stratejisinin merkezini değil sosyalizmin ta kendisini oluşturur. Hoare ve Nowell Smith’in haklı olarak vurguladıkları gibi, onun için siyaset, “tekil bir bilincin, toplumsal ve doğal dünyanın tüm formları ile kendisi aracılığıyla temas ettiği merkezi insan etkinliği”dir (Hapishane Defterleri, xxiii). Kısacası, terimin yaygın olarak kullanılan biçiminden çok daha geniştir. Hatta Gramsci’nin “etkin gerçekliğe duyulan ilginin uyanışı ve daha canlı ve hep daha canlı politik öngörülerin uyarılması için yararlı olan araştırmalar ve ayrıntılı gözlemlerle ilgili bir pratik kurallar gövdesi” olarak tanımladığı, dar “siyaset bilimi ve sanatı” tanımından da daha geniştir. (age, 175-176).
Kısmen praksis kavramının kendisinde içseldir: Dünyayı anlamanın ve değiştirmenin bir ve aynı şey olmasıdır. Praksis (verili ve gelişen tarihsel koşullar içinde olsa da) insanın kendi kendisini oluşturduğu tarihse, basit anlamda insanların kendileri sayesinde toplumun çelişkilerinin bilincine vardıkları ideolojik formlar değil eyledikleri şeydir. Marx’ı alıntılamak gerekirse, nasıl “savaştıklarıdır”: Kısacası, siyasal eylem olarak adlandırılabilecek olan şeydir. Ama bir yandan da kısmen, siyasal eylemin kendisinin de “ekonomik hayatın ‘kalıcı’ ve ‘organik’ toprakları üzerinde doğmuş olsa da” özerk bir faaliyet olduğu gerçeğinin kabulüdür. (s. 139-140).
Sosyalizmin inşası
Bu durum diğer şeyler bakımından olduğu kadar (belki de daha çok) sosyalizmin inşası bakımından geçerlidir. Diyebiliriz ki Gramsci için sosyalizmin temelini oluşturan şey, elbette bu onun temelini ve çerçevesini oluştursa da ekonomik anlamdaki toplumsallaşma, yani toplumsal mülkiyete tabi ve planlanmış ekonomi değil siyasal ve sosyolojik anlamdaki toplumsallaşma, yani kolektif insanda, toplumsal davranışı otomatik hale getirecek, ona normlar dayatacak dışsal bir aygıt ihtiyacını ortadan kaldıracak olan şey, yani hem otomatik hem de bilinçli alışkanlıklar oluşturma süreci olarak adlandırılan şeydi.
Gramsci, sosyalizmde üretimin rolünden söz ettiğinde, üretimin maksimizasyonu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmadığını söyleyebilecek olsak da bu sadece bir maddi bolluk toplumunu yaratmanın aracı değildir. Bunun nedeni kapitalizm koşullarında insanın üretim içindeki yerinin, bilinci açısından merkezi nitelik taşıması işçilerin büyük fabrikadaki deneyiminin bu bilincin doğal okulu olmasıydı. Gramsci (belki de Torino’daki deneyiminin ışığı altında) büyük modern fabrikayı pek de bir yabancılaşma mekânı olarak değil de daha ziyade bir sosyalizm okulu olarak görme eğilimindeydi.
Ancak esas nokta sosyalizmde üretimin tam da bu nedenle basit anlamda ayrıksı bir teknik ve ekonomik mesele olarak ele alınamayacak olmasıydı. Kendi bakış açısına göre temelde aynı anda hem bir siyasal eğitim hem de bir siyasal yapı meselesi olarak ele alınmalıydı. Bu anlamda ilerici olan burjuva toplumunda bile çalışma kavramı eğitimsel açıdan merkezi bir yere sahipti, çünkü “çalışmanın, insanın teorik ve pratik faaliyetinin, toplumsal ve doğal düzenlerin dolayımı olduğunun keşfi, tüm sihirden ve batıl inançlardan özgür bir dünya sezgisinin ilk öğelerini yaratır. Hareketi ve değişimi anlayan, çağdaş dünyayı geçmişin, tüm geçmiş kuşakların, kendisini geleceğe doğru yansıtan bir sentezi olarak algılayan daha sonraki tarihsel, diyalektik bir dünya kavrayışının gelişmesinin temelini sunar. Bu ilkokulun gerçek temelidir (s.34-35). Yine geçerken, Gramsci’deki sabit bir temadan söz edebiliriz: İnsani gelişmenin devrim yoluyla devamı, geçmişin, şimdinin ve geleceğin birliği.
“Hegemonya” kavramı
Gramsci’nin siyasal teorisinin ana temalarını Eylül 1931 tarihli ünlü mektubunda özetlenmiştir:
“Entelektüellerle ilgili çalışmam büyük bir proje… Entelektüel kavramını, temelde büyük entelektüellere atıfta bulunan mevcut anlamının çok ötesine genişletiyorum. Bu çalışma beni devletin kimi belirlenimlerine de götürüyor. Bu çoğunlukla politik toplum olarak (yani halk kitlelerini, belirli bir momentte hâkim olan üretim ve ekonomi tipiyle uyuma zorlayan baskıcı aygıtın diktatörlüğü olarak) anlaşılır, politik toplumla sivil toplum arasındaki bir denge (yani bir toplumsal grubun tüm ulusal toplum üzerinde kilise, sendikalar, okullar vs gibi sözüm ona özel organizasyonlar aracılığıyla icra ettiği hegemonya) olarak değil. Sivil toplum tam da entelektüellerin özel hareket alanıdır”.
Şimdi devletin, baskıcı ve hegemonik kurumlar arasındaki bir denge (veya dilerseniz, her ikisinin birliği) olarak kavranması, en azından dünyaya gerçekçi biçimlerde bakanlar için kendi başına yeni değildir. Egemen sınıfın sadece baskıcı güç ve otoriteye değil hegemonyadan türeyen rızaya, Gramsci’nin egemen sınıf tarafından icra edilen “entelektüel ve moral önderlik” ve “hâkim temel grup tarafından toplumsal hayata dayatılan genel istikamet” diye adlandırdığı şeye dayandığı açıktır.
Gramsci’de yeni olan, burjuva hegemonyasının bile otomatik olmadığı ancak bilinçli siyasal eylem ve örgütlenmeyle elde edildiği gözlemidir. İtalyan Rönesans dönemi kent burjuvazisi, Machiavelli’nin ileri sürdüğü gibi yalnızca bu tür bir eylem sayesinde (aslında bir tür Jakobenizmle) ulusal anlamda hegemonik hâle gelebilirdi. Bir sınıf, siyasal anlamda hegemonik hale gelebilmek için Gramsci’nin “ekonomik korporatif” örgütlenme dediği durumu aşmalıdır. Bu arada bu durum, en militan sendikacılığın bile kapitalist toplumun tabi kılınmış bir parçası olmasının nedenidir. Buradan çıkan sonuç “egemen” veya “hegemonik” ve “tabi” sınıflar arasındaki ayrımın esaslı bir ayrım olmasıdır. Bu, bir başka Gramsciyen yeniliktir ve kendi düşüncesi açısından yaşamsaldır. Çünkü devrimin başlıca meselesi bugüne kadar tabi kılınmış olan bir sınıfın nasıl hegemonya yeteneğine sahip, potansiyel bir egemen sınıf olarak kendisine inanan ve diğer sınıflar açısından da bu bakımdan güvenilir olan bir sınıf haline getirileceğidir.
Gramsci ve parti
Gramsci için partinin önemi burada yatar –Modern Prens (s. 129). Burjuva döneminde genel olarak partinin gelişiminin tarihsel öneminden oldukça ayrıksı biçimde– ve Gramsci’nin bu konuda da söyleyecek kimi parlak fikirleri vardır, işçi sınıfının kendi bilincini sadece kendi hareketi ve kendi örgütlenmesi aracılığıyla, yani ona göre parti aracılığıyla geliştireceğini ve kendiliğinden “ekonomik-korporatif” veya sendikalist evreyi aşabileceğini kabul eder. Aslında, bildiğimiz gibi, sosyalizmin muzaffer olduğu yerlerde bu, partilerin devletlere dönüşümü önderliğinde yaşanmış ve elde edilebilmiştir. Gramsci, muhakkak belirli bir andaki parti örgütlenmesinin ne biçimde olması gerektiği veya parti hayatının yapısı hakkındaki fikirleri bakımından olmasa da partinin rolüne dair genel yaklaşımı bakımından kesinlikle Leninisttir. Ancak, bana göre, partilerin doğası ve fonksiyonları hakkındaki tartışması Lenin’i aşmıştır.
Entelektüeller hakkında
Elbette, bildiğimiz gibi, partinin ve sınıfın tarihsel olarak her ne kadar özdeşleştirilmiş olsalar da aynı şey olmamaları ve (özellikle sosyalist ülkelerde) birbirlerinden ayrışabilecekleri gerçeğinden kayda değer pratik sorunlar doğmaktadır. Gramsci hem bunların hem de bürokratikleşme tehlikelerinin son derece farkındaydı. Bu sorunlara yeterli çözümler önerdiğini söyleyebilmek isterdim, en azından diğer herkesin söylediğinden daha fazlasını söylemiş olduğundan emin değilim. Yine de Gramsci’nin bürokratik merkeziyetçilik konusundaki uyarıları, yoğun ve zor olmakla birlikte (örn. Hapishane Defterleri, s. 188-189) oldukça değerli çalışmalardır.
Gramsci’nin yönetim aygıtının, hem hegemonik hem de bir ölçüde otoriter formunda temelde “entelektüellerden” meydana geldiği ısrarı da yeni bir şeydir. Bunları özel bir elit veya özel bir toplumsal kategori veya kategoriler olarak değil, toplumun bu amaçlar uğruna bir tür fonksiyonel uzmanlaşması olarak tanımlar. Bir başka deyişle, Gramsci için tüm insanlar entelektüeldir ama hepsi entelektüellerin toplumsal fonksiyonlarını icra etmezler. Şimdi bu üstyapının toplumsal süreç içindeki özerk rolünün altını çizmesi veya hatta işçi sınıfı kökenli bir siyasetçinin tezgah başındaki işçi ile muhakkak aynı işçi olmaması basit gerçeği anlamında önemlidir. Ancak, Gramsci’de çoğunlukla parlak tarihsel pasajların üretmesine neden olsa da ben bu gözlemi Gramsci’nin politik teorisi bakımından kendisinin belli ki önemli gördüğü kadar önemseyemiyorum. Özellikle, “geleneksel” entelektüeller ve yeni bir sınıfın kendisi tarafından üretilen “organik” entelektüeller arasında yaptığı ayrımın –en azından bazı ülkelerde- kendisi tarafından ileri sürülenden daha az önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette, belki de buradaki zor ve karmaşık fikrini tam olarak anlayamamış olabilirim ve bu konuya ayırdığı alana bakıldığında bu meselenin Gramsci için kesinlikle büyük önem taşıdığını vurgulamalıyım.
Stratejik teori
Öte yandan, Gramsci’nin stratejik düşüncesi sadece –hep olduğu gibi- oldukça parlak tarihsel öngörülerle değil, aynı zamanda büyük pratik önemdeki öngörülerle de doludur. Şimdi bu bağlantı açısından birbirinden hayli ayrıksı üç şeyi akılda tutmalıyız: Gramsci’nin genel analizi, belirli tarihsel dönemlerdeki komünist strateji hakkındaki fikirleri ve son olarak da İtalyan Komünist Partisi’nin belirli bir dönemin stratejisi hakkındaki gerçek fikirleri, ki bunlar elbette Togliatti’nin ve Togliatti’nin ardıllarının Gramsci’nin teorisine ilişkin okumalarından esinlenmiştir. Bunların üçüncüsüne girmek istemiyorum, çünkü bu tartışmalar mevcut makalenin amaçları bakımından ilgisizdir. İkincisini de uzun uzadıya tartışmak istemiyorum, çünkü Gramsci hakkındaki yargımız 1920’ler ve 1930’lardaki özgün durumlarla ilgili değerlendirmelerine dayanmaz. Diyelim ki, Marx’ın 1852-1870’te III. Napeleon karşısındaki kendi tutumu ve rejiminin siyasal istikrarı konusundaki tahmini genelde gerçekçi olmaktan uzak olsa da Marx’ın 18 Brumaire’inin köklü ve temel bir eser olduğunu savunmak kesinlikle mümkündür. Ancak bu saptama ne Gramsci’nin ne de Togliatti’nin stratejisi hakkında herhangi bir eleştiri ima ediyor değildir. Her ikisi de savunulabilir.
Bu konuları bir kenara bırakırsak, Gramsci’nin stratejik teorisindeki üç öğeyi öne çıkarmak isterim.
“Mevzi savaşı”
İlk mesele, Gramsci’nin Batı’da “cephesel saldırı” veya “hareket savaşı” olarak adlandırdığı strateji karşısında, uzun veya “konumsal” bir savaş stratejisini seçmesi değil bu seçenekleri nasıl analiz ettiğidir. 1920’lerin başlarından itibaren İtalya’da ve Batı’nın genelinde bir Ekim Devrimi’nin yaşanmayacağı veri alındığında –ki gerçekçi bir olanak mevcut değildi- belli ki uzun vadeli bir stratejiyi ele almak durumunda kalmıştır. Ancak aslında ilkesel olarak, tahmin ve tavsiye ettiği uzun bir “mevzi savaşı”nın herhangi bir özel sonucuna dair bir taahhütte de bulunmamıştır. Bu savaş sosyalizme doğrudan geçişe veya bir başka hareket ve saldırı savaşına veya bir başka stratejik evreye doğru yol alabilir. Neyin olacağı somut durumdaki değişikliklere bağlı olmalıdır. Ancak çok az sayıdaki başka Marksist’in bu kadar açıkça yüzleştiği tek bir olasılığı, yani Batıdaki devrimin başarısızlığının “pasif devrim” adını verdiği şey yüzünden, ilerici güçlerin çok daha tehlikeli bir uzun vadeli zayıflamasıyla sonuçlanabileceğini dikkate almıştır. Bir yandan, egemen sınıf devrimi önlemek ve devrimden kaçınmak için belirli talepleri yerine getirebilir, öte yandan devrimci hareket kendisini (muhakkak teoride olmasa da) pratikte kendi iktidarsızlığını kabul eden bir yerde bulabilir ve eritilerek siyasal anlamda sistemle bütünleştirilebilir (bkz. Hapishane Defterleri, s. 106.) Kısacası, “mevzi savaşı”, devrimciler açısından basitçe barikatlar kurma imkânı olmadığında yapılacak bir şey olmaktan ziyade, bir savaş stratejisi olarak sistematik biçimde ele alınmalıydı. Gramsci, elbette, 1914 öncesi sosyal demokrasi deneyiminden, Marksizm’in tarihsel determinizm olmadığını öğrenmişti. Tarihin işçileri bir biçimde otomatik olarak iktidara getirmesini beklemek yeterli değildi.
Hegemonya mücadelesi
İkincisi, Gramsci’nin işçi sınıfını potansiyel bir egemen sınıfa dönüştürme mücadelesinin, hegemonya mücadelesinin iktidara geçiş esnasında ve sonrasında olduğu kadar öncesinde de verilmesi gereken bir mücadele olduğu konusundaki ısrarıdır. Ancak (burada Perry Anderson gibi yazarlara katılmak mümkün değildir) bu mücadele sadece “savaş pozisyonunun” bir veçhesi değildir, her koşulda devrimcilerin stratejisinin yaşamsal bir veçhesidir. İktidara geçiş öncesinde -mümkün olduğu ölçüde- hegemonyanın kazanılması, doğal olarak egemen sınıf iktidarının merkezinin baskıdan ziyade kitlelerin tabi kılınmışlığına dayandığı ülkelerde özellikle önemlidir. Ultra-solcular ne derlerse desinler ve baskının son tahlilde kullanılmak üzere mevcut olduğu gerçeği ne ölçüde sorgulanmıyor olursa olsun, bu çoğu Batılı ülkede yaşanmakta olan durumdur. Diyelim ki Şili ve Uruguay’da görebileceğimiz gibi, belirli bir noktanın ötesine geçildiğinde düzeni tesis etmek için baskı kullanılması, görünüşten ibaret olan veya gerçek rıza kullanımı ile açıkça uyumsuz hâle gelir ve egemenler, hegemonya veya baskı seçenekleri, kadife eldiven veya demir yumruk seçenekleri arasında seçim yapmak zorunda kalırlar. Baskıyı seçtiklerinde, sonuçlar işçi sınıfı hareketi açısından genelde hiç de elverişli olmamıştır.
Ancak, Portekiz gibi eski egemenlerin devrimci biçimlerde yıkılışının yaşandığı ülkelerde bile hegemonik gücün yokluğunda devrimler toz dumana karışabilir. Eski rejimlerden henüz kopmamış kesimlerden hâlâ yeterli destek ve rıza devşirmek zorundadırlar. Stratejik bakımdan ele alındığında, hegemonyayla ilgili temel mesele, bu mesele de çok önemli olmakla birlikte, devrimcilerin nasıl iktidara geldikleri değildir. Mesele nasıl sadece siyasal varlığı olan veya kaçınılamaz egemenler olarak değil, kılavuz ve önderler olarak kabul edilir hale gelecekleridir. Bunun da açıkçası iki yönü vardır: rızanın nasıl kazanılacağı ve devrimcilerin önderlik etmeye hazır olup olmadıkları. Çabalarını daha etkin veya daha zor hale getiren, hem ulusal hem de uluslararası somut siyasal durumlar da mevcuttur. 1945’de Polonya komünistleri hegemonik bir güç olmaya hazır olsalar da muhtemelen böyle bir güç olarak kabul edilmiyorlardı; ama uluslararası durum sayesinde iktidarlarını kurabildiler. 1918’de Alman sosyal demokratları muhtemelen hegemonik bir güç olarak kabul ediliyorlardı, ama böyle bir güç olarak hareket etmek istemediler. Alman devriminin trajedisi burada yatar. Çek komünistleri hem 1945’te hem de 1968’de hegemonik bir güç olarak kabul ediliyor olabilirler ve bu rolü oynamaya hazırdılar, ama bunu yapamadılar. Yapısı veya hızı ne olursa olsun geçiş öncesi, esnası ve sonrasındaki hegemonya mücadelesi yaşamsal olmaya devam etmektedir.
Sınıf ve parti ilişkileri
Üçüncüsü Gramsci’nin stratejisinin merkezinde sürekli anlamda örgütlü bir sınıf hareketi olmasıdır. Bu anlamda Gramsci’nin “parti” fikri, Marx’ın en azından hayatının geç dönemlerindeki partiyi örgütlü sınıf olarak kavrayışına geri döner ancak formal örgütlenmeden ziyade siyasal önderlik ve yapı formlarına ve sınıfla parti arasındaki “organik” ilişki olarak adlandırdığı şeyin doğasına Marx ve Engels ve hatta Lenin’den daha fazla dikkat sarf etmiştir.
Ekim Devrimi döneminde işçi sınıfı kitle partilerinin çoğu sosyal demokrattı. 1917 öncesi Bolşevikler dahil çoğu devrimci teorisyen, sadece kadro partileri veya kitlelerin kendiliğinden hoşnutsuzluğunu olabildiğince ve yapabildikleri yerde harekete geçiren bir militanlar grubunun terimleriyle düşünmek zorundaydılar çünkü kitle hareketlerinin varlığına ya izin verilmiyordu veya bu hareketler, genelde, reformisttiler. Henüz, ülkelerinin siyasal sahnesinde önemli bir rol oynayan kalıcı ve köklü ama aynı zamanda devrimci, kitlesel işçi sınıfı hareketlerinin terimleriyle düşünemiyorlardı.
Gramsci’nin içinde fikirlerini oluşturduğu Torino hareketi, görece bir istisnaydı. Kimi komünist kitle partilerinin yaratılması Komünist Enternasyonal’in başlıca kazanımlarından biri olsa da, örneğin “Üçüncü Dönem” denilen dönemin sekterizminde uluslararası komünist önderliğin (kitlesel emek hareketlerinin mevcut olduğu bazı ülkelerdeki komünistlerden farklı olarak) eski biçimde gelişmiş olan kitlesel emek hareketlerinin sorunlarına aşina olmadığına dair işaretler mevcuttur.
Bu noktada Gramsci’nin devrimciler ile kitle hareketlerinin “organik” ilişkisi konusunda sergilediği ısrar önemlidir. İtalyan tarihsel deneyimi onu böyle bir “organik” ilişkiye sahip olmayan, ama yapabildikleri ölçüde ve yapabildikleri anda harekete geçen “gönüllü” gruplarından ibaret olan, “hiç de gerçekten kitle partileri olmayan… Çingene grupları veya göçerlerin politik eşdeğeri olan” devrimci azınlıklara aşina kılmıştı (Hapishane Defterleri, 202-205). Bugün bile –belki özellikle bugün- sol siyasetin önemli bir bölümü, benzer nedenlerden dolayı kitlesel örgütlenmesiyle sahici işçi sınıfına değil aynı biçimde ulusal bir işçi sınıfına veya işçi sınıfı veya bir başka harekete geçirilebilir gruba dair bir nevi dışsal yaklaşıma dayanmaktadır. Gramsci’nin özgünlüğü bu tür bir ayartmaya asla yenik düşmemiş bir devrimci olmasıydı. Teoride olması gerektiği gibi değil kendisi olarak örgütlü işçi sınıfı, analizinin ve stratejisinin temelini oluşturuyordu.
Süreklilik ve devrim
Ancak, sürekli olarak vurguladığım gibi, Gramsci’nin siyasal düşüncesi sadece stratejik, enstrümental veya operasyonel değildi. Amacı da sonrasında farklı bir düzen ve analiz tipinin başlayacağı basit bir zafer elde etmek değildi. Sürekli olarak kimi tarihsel meseleleri veya olayları başlangıç noktası haline getirmesi, sonra buradan sadece egemen sınıf siyaseti veya kimi benzer durumlar hakkında değil genel olarak siyaset hakkında genellemelere gitmesi son derece kayda değerdir. Bunun nedeni tüm toplumlar veya en azından tarihsel anlamda çok geniş bir yelpazedeki toplumlarda yaşayan insanlar arasındaki siyasal ilişkilerde ortak olan bir şeylerin daima farkında olmasıdır. Örneğin, hatırlatmaktan hoşlandığı üzere (s.144), yönlendirenler ve yönlendirilenler arasındaki fark gibi.
Toplumların ekonomik egemenlik ve siyasal iktidar yapılarından ibaret olmadıklarını, sınıf mücadeleleri ile parçalandıklarında bile belirli bir birliğe sahip olduklarını (ki bu Engels tarafından uzun zaman önce vurgulanan bir noktadır) ve sömürüden kurtuluşun bu toplumları gerçek bir özgür insanlar topluluğu olarak inşa etme olanağını sunduğunu hiçbir zaman unutmadı. Aktüel veya potansiyel bir toplumun sorumluluğunu üstlenmenin, dolaysız sınıfsal veya kesimsel çıkarlar veya hatta devlet çıkarlarının peşinden koşmaktan ibaret olmadığını, örneğin “geçmişle, gelenekle veya gelecekle” devamlılığı gerektirdiğini de hiç unutmadı (s. 146). Dolayısıyla, Gramsci devrim konusunda sadece mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak değil, aynı zamanda –İtalya’da– bir halkın yaratılması, (geçmişin hem olumsuzlanması hem de gerçekleştirilmesi olarak) bir ulusun gerçekleştirilmesi olarak ısrarcıdır. Aslında, Gramsci’nin yazıları geçmişin hangi öğelerinin tam olarak bir devrimin içinde devrimcileştirildiği, neyin korunduğu, bunun neden ve nasıl yapıldığı; süreklilik ve devrim arasındaki diyalektiğin ne olduğu gibi nadiren tartışılmış olan çok önemli bir meseleyi ortaya koyar.
Fakat elbette Gramsci için bu kendi başına değil ama hem halk seferberliğinin hem de özdönüşümünün, entelektüel ve ahlaki değişimin, bir halkın mücadeleleri içinde, yeni bir hegemonik sınıfın ve onun hareketinin önderliği altında kendi kendisini değiştirdiği ve oluşturduğu sürecin parçası olan kolektif özgelişmenin bir aracı olarak önemlidir. Gramsci, sosyalist gelecek spekülasyonları hakkındaki olağan Marksist kuşkuları paylaşırken, bunların çoğunun aksine bunda hareketin doğası ve kendisi bakımından bir ipucu arar. Doğası ile yapısını ve siyasal bir hareket olarak gelişimini böylesine ayrıntılı ve mikroskobik biçimde analiz ediyorsa, örneğin hızlı bir “patlamadan” farklı olarak, kalıcı ve örgütlü bir hareketin ortaya çıkışını en ince kılcal damarlarına ve (kendi adlandırmasıyla) moleküler öğelerine dek inceliyorsa, bunun nedeni gelecek toplumun böyle bir hareket sayesinde ve sadece böyle bir hareket sayesinde ortaya çıkacak “kolektif bir iradenin oluşumu” diye adlandırdığı şeye yaslanacağını görmesidir. Çünkü sadece bu şekilde bugüne kadar tabi kılınmış olan bir sınıf, kendisini potansiyel anlamda hegemonik bir sınıfa dönüştürebilir, sosyalizmi inşa edecek biçimde aydınlanabilir. Sadece bu biçimde, partisi aracılığıyla, gerçekten bir “Modern Prens”, yani dönüşümün siyasal motoru haline gelebilir. Kendini inşa ederken yeni toplumun üzerinde inşa edileceği kimi temelleri de zaten inşa etmiş olur ve bu toplumun ana hatlarından kimilerini kendi içinde ve kendisi aracılığıyla görünür kılar.
Siyasetin yaşamsal önemi
Sonuç olarak, bu makalede Gramsci üzerinde neden siyasal bir teorisyen olarak yoğunlaşmayı tercih ettiğimi sorayım. Basitçe olağanüstü ilgi çekici ve heyecan verici bir siyasal teorisyen olduğu için değil. Elbette partilerin veya devletlerin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair bir reçetesi olduğundan da değil. Machiavelli gibi Gramsci de, lobicileri meşgul eden ıvır zıvır bir yana, anayasal ayrıntıların değil toplumların nasıl kurulacağının veya dönüştürüleceğinin teorisyenidir. Bunun nedeni Marksist teorisyenler arasında toplumun özel bir boyutu olarak siyasetin önemini en berrak biçimde takdir eden tek teorisyen olması ve siyasetin güçten ibaret olmadığını kabul etmesidir. Bu özellikle sosyalistler açısından, büyük pratik öneme sahiptir.
Burjuva toplumu, en azından gelişmiş ülkelerde, burada ayrıntısına girmenin uygun olmadığı tarihsel nedenlerden dolayı, kendi siyasal çerçevesine ve mekanizmalarına daima büyük dikkat sarf etmiştir. Siyasal düzenlemelerin burjuva hegemonyasını kuvvetlendirmenin güçlü bir aracı olmasının nedeni budur, böylelikle Cumhuriyetin korunması, demokrasinin korunması veya sivil hakların ve özgürlüklerin korunması gibi sloganlar temelde yönetenler lehine yönetenleri ve yönetilenleri birbirine bağlar; ama bunun anlamı bunların yönetilenler açısından geçersiz olması değildir. Yani bunlar baskının üzerine sürülmüş basit kozmetiklerden veya hatta basit hilekarlıktan çok daha fazlasıdır.
Sosyalist toplumlar, yine anlaşılabilir tarihsel nedenlerden dolayı, başka görevlere – temelde ekonominin planlanması görevlerine– yoğunlaşmışlar ve (yaşamsal iktidar sorunu ve belki de, çokuluslu ülkelerde, bileşen uluslar arasındaki ilişkiler sorunu istisna olmak kaydıyla) sahici siyasal ve yasal kurumlarına ve süreçlerine çok daha az dikkat sarf etmişlerdir. Bunlar en fazla gayriresmi biçimlerde işlemeye bırakılmış, kimi zaman da kabul edilen anayasalarını veya parti tüzüklerini –örneğin düzenli kongrelerin toplanması- ihlal ederek ve çoğunlukla bir tür belirsizlik içinde devam etmiştir. Son dönemde Çin’de olduğu gibi, aşırı örneklerde, ülkenin geleceğini etkileyen büyük siyasal kararlar aniden en tepedeki küçük bir yöneticiler grubunun mücadeleleri içinden belirivermektedir ve asla kamusal anlamda tartışılmadıkları için de doğaları son derece muğlaktır. Bu tür durumlarda açıkça yanlış giden bir şey vardır. Siyasetin bu biçimde ihmal edilmesinin diğer dezavantajları bir yana, halk kitleleri siyasal süreçlerden dışlanırken ve belki de hatta kamusal meseleler konusunda depolitizasyon ve kayıtsızlığa sürüklenirken, insan hayatını dönüştürmeyi, (toplumsal mülkiyete dayalı toplumsal biçimlerde yönetilen bir ekonomiden farklı olarak) sosyalist bir toplumu yaratmayı nasıl bekleyebiliriz? Birçok sosyalist toplumun siyasal düzenlemeler konusundaki ihmalinin telafi edilmesi gereken ciddi zayıflıklara yol açtığı açıklık kazanmaktadır.
Sosyalizmin geleceği, hem henüz sosyalist olmamış ülkelerde hem de sosyalist ülkelerde, bunlara daha fazla dikkat sarf edilmesine bağlı olabilir. Gramsci, siyasetin yaşamsal öneminde ısrar ederek, sosyalizmin inşasının olduğu kadar sosyalizmin kazanılmasının da yaşamsal yönüne dikkat çekmiştir. Bu, dikkat etmemiz gereken bir hatırlatmadır. Siyaseti analizinin merkezi haline getiren büyük bir Marksist düşünür bu nedenle bugün okunmayı, işaretlenmeyi ve özümsenmeyi özellikle hak etmektedir.
*E. J. Hobsbawm tarafından Lawrence &Wishart ve Merkezi Londra Politeknik’in 5-6 Mart 1977’de ortaklaşa düzenlediği Gramsci Konferansı’nda okunan tebliğe dayanan bu makale, Marxism Today dergisinin Haziran 1977 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Çiğdem Çıdamlı tarafından Türkçeye çevrilmiş, ilk kez Yerdeniz Sakinleri adlı blog’da yayımlanmıştır.