Bu bir film değil: “Gidiş O Gidiş”

GİDİŞ O GİDİŞ (Burak Çevik, 2022).
GİDİŞ O GİDİŞ (Burak Çevik, 2022).

Sıkı bir Berlinale izleyicisi olarak Burak Çevik’in ilk iki filmi Tuzdan Kaide (2018) ve Aidiyet’in (2019) ilk gösterimlerini izleme fırsatı bulmuştum. Çevik’in Blake Williams ve Sofia Bohdanowicz’le birlikte çektiği yeni filmi Gidiş O Gidiş de 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında merak ettiğim filmlerin başındaydı.

Çevik, önceki filmlerinde de olduğu üzere mekân ve insan ilişkisini filminin merkezine almış. Bu filmle birlikte görüyoruz ki sinema yolculuğuna, biçim üzerine denemeleriyle kendisini, ifade gücünü ve seyircisini zorlayarak devam ediyor. Çevik’in filmografisi üzerine bir gün daha kapsamlı yazı yazmak isterim, ama kısaca Tuzdan Kaide’yle kıyaslamak gerekirse, zaman ile kurduğu ilişki oldukça değişmiş ve sonsuzluktan ziyade mekânsızlığa doğru seyretmiş. Küreselleşmenin internet aracılığıyla her eve, her ekrana erişen akıl almaz etkisiyle aslında herkesin ortak bir zamanı yaşadığı bir çağda film bizi mekân ve lamekân üzerine düşünmeye teşvik ediyor. Tuzdan Kaide zamana bir “fenomen” olarak, belirli bir mesafeden yaklaşırken, bu film aynı konuyu çok kişisel bir noktadan, tempus üzerinden kuruyor. Kullanılan video-mektuplar üzerinden başta Juliane olmak üzere hikâyedeki üç karakteri de hem anlamaya hem de tanımaya çalışıyoruz.

“Fakat tüm yaşayanlar yanılgıya düşmekteler, büyük ayrımlar yapmakta”[i]

Film hakkındaki eleştiriler, genellikle “ne” olduğu ya da “ne olması gerektiğine” odaklanıyor. Bu açıdan filmi incelemeden önce bu konuya değinmek gerek. Aslında Çevik’in soru-cevap kısmında da altını çizdiği üzere bunun en kısa cevabı, bu alanların günümüzde muğlaklaştığı ve kesin ayrımların çok da mümkün olmadığı.

Çevik aynı zamanda Manifold’da bir yazı dizisine başladı, öykü/senaryo/deneme karışımı bir formatta “yapmayacağı filmleri” paylaşmaya başladı. Taslakta kalmış, vazgeçilmiş ya da kurguda farklı bir yere evrilmiş filmler başta olmak üzere, film nesnesi üzerine düşününce, nerede başlayıp nerede bittiği meselesi muğlak.

Seneler önce Türkiye Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı’nda yaptığım “Seyredaldım Alemi, Alem Seyreder Beni” başlıklı sunumda, sinema bileti alındığı an seyirci ve yönetmen arasında kurulan, sınırları muğlak bir sözleşmeden bahsetmiştim. Bu filmde de seyirci ve yönetmen(ler) arasında böyle bir mutabakat alanı var. Filmi kiminle izlediğimiz, ne zaman izlediğimiz, hangi ruh hâliyle ve beklenti içinde izlediğimiz, yönetmeni tanıyor olmak, yalnızca adını duymuş olmak, ilk defa izliyor olmak ya da gösterim saati uyduğu için izliyor olmak gibi birçok ilişkilenme ihtimali mevcut.

Bu konuda kendimi daha yakın hissettiğim yaklaşım ise “yazarın ölümü”. Bu açıdan yönetmenlerin açıklaması da belirleyici değil. Kurmaca, deneysel, belgesel, video art, hepsi ya da hiçbiri. Yine filmin soru-cevap kısmında gelen “Filmin bir alt metni var mıydı, onu merak ediyorum,” sorusu cüretkâr bir soru mu, eleştiri mi yoksa bu da filmin “ne” olduğuna dair tartışmaların gölgesinde mi irdelenmeli? Yine bu kapsamda Yüzüklerin Efendisi’nin neyin alegorisi olduğu konusunda son söz sahibi Tolkien değil, çünkü özne olarak yönetmenin nerede başladığı, nerede zamanın ruhuna teslim olduğu ya da direndiği konusu muğlak.

Gidiş O Gidiş‘in anlatı dünyasında Audrey, yakın zaman önce kaybettiği arkadaşı Juliane’in evine, Paris’e gidiyor. Anlatı boyunca Audrey’nin yanında olan Burak ve Blake de video mektuplar aracılığıyla onun “yas sürecini” yaşıyorlar. Bu sırada üç farklı yönetmen, üç farklı mekânı odağa alarak bir anlatı oluşturmaya çalışıyor. Yer yer birbirlerine cevap verir nitelikte olsa da parçalı anlatım nedeniyle filmi takip etmesi zor. Aslında film bu noktada yönetmenlerden bağımsız seyirciye bir arayış biçimi, bir patika sunuyor. Metinleri takip etmek, algılamak, birbirleri arasında köprüler kurmak mümkün. Filozofların ünlü metinleri ve edebiyat eserleri, günümüzde YouTube kanalları ve popüler dergiler üzerinden ilişkilenen birer metaya dönüşmüş durumda. Oysa bazı metinler ve filozoflar yapısı gereği “okunabilir” ya da “davetkâr” değildir, böyle olmasını beklemek bir kolaycılık olmasının yanı sıra gerçek dışıdır.

Film Çevik’in gösterimden önce ifade ettiği üzere yas, ayrılmak, hatırlamak ve unutmak üzerine. Referans dünyası ve metinlerarasılığı da filmin hem en güçlü yanı hem de en çok eleştirildiği yeri. Soru-cevap kısmında Çevik, filmin çıktısından ziyade süreciyle ilgilendiğini söyledi. Bu bağlamda aslında filmi yaparken filmin kendisi üzerine düşünüyor, seyirciyi de bu düşünceye davet ediyor. Film sırasında 3B gözlük takılmasının talep edilmesi de seyircinin dikkatini çekmek için yapılan muzip bir uyarı, seyirciye “Buraya bak,” demenin bir başka yolu olarak görülebilir. Yine filmin başında gözlükler için kullanılan “Aslında takmanıza gerek yok,” ibaresi de bu muzipliğin bir göstergesi. Bu noktada film didaktik olmaktan kaçtığı gibi biçim bakımından da oldukça cesur.

“Senin planın bir peri masalı”

Film her ne kadar Audrey’nin yas hikâyesi gibi görünse de Audrey’nin Juliane’in evine gitmesiyle beraber okursak, aslında bir kendini hatırlama ve öze dönüş hikâyesi gibi. Audrey Juliane ile ilgili anılarını anımsarken aslında biz Juliane’i tanıyoruz. Birinin ölümü üzerinden onu tanıma fikri bana her zaman cazip gelmiştir, çünkü kendisi artık aramızda değildir, bir müdahale hakkı yoktur.  Yönetmenler de bu yas sürecine odaklanmış ve hisler üzerinden bir film kurmak istemişler.

Zaman ve imaj arasındaki ilişki üzerine düşününce, üç farklı yönetmen ve üç farklı mekânda buluntu görüntülerle beraber ilginç bir deneyime tanıklık ediyoruz. Bu noktada film, nesnel ya da öznel, uzamlı ya da uzamlı olmayan, nitelik ve nicelik gibi ayrımların ötesinde seyircisini bekliyor. Çünkü aslında bu ayrımların tümü “mekân” üzerinden yola çıkarak yapılmış. Farklı mekânlar, farklı yönetmenler ve kurguda bir araya gelmiş farklı sekanslar ile aslında film kendi sınırlarını ihlal ediyor, seyirciyi bir eşikte bekliyor. Sağ alt tarafta beliren gözlük takma ibaresi ile de o eşiğin bekçisi olarak beliriyor.

Filmi izlerken imajları ve metinleri takip etmek, beraber değerlendirmek ya da sadece hisse odaklanmak arasında kaldım. Örneğin filmde bir havalimanı sahnesi var mı emin değilim, ama ben o imajı hissettim. Dünya üzerinde havalimanları ve tren garlarından daha melankolik yerlerin olmadığı kanısındayım. Sanki sadece o mekânlar kimseye ait değil ya da herkese ait. Bence tüm ayrılıklar havalimanı ve tren garlarında olmalı, ya da orada bizden ayrı temsil ediliyorlar, edilmeliler.

Film ortak bir zaman, hafıza gerçekten mümkün mü sorusunu sürekli seyirciye soruyor. Bir yandan farklı zamanlarda çekilmiş görseller üzerinden ortak bir zaman algısını deneyimliyoruz. Mesafe, kültür, dil gibi farklılıkların yanı sıra farklı zamanların ve mekân algılayışlarının altı dolduruluyor. Yazının başlığına dönmek gerekirse, bence bu bir film değil, seyirciyle bir mektuplaşma, bir ağıt, bir veda ya da bir hatırlama ânı. Filmden çıkınca kaybettiğim çok yakın dostumun ölümünü anımsadım ve onu herkesin farklı hatırlaması üzerine düşündüm. Bendeki imajı, diğer herkesinkinden farklıydı. Muhtemelen bu film de tüm seyirciler için farklı bir tortu bıraktı. Filmden çıkınca beğenir misiniz, tekrar izler misiniz bilmem, ama sonuna kadar kalırsanız bir duygu yoğunluğu yaşayacağınıza eminim. Her filminde arayış içerisinde olan Burak Çevik’in yeni filmlerini de heyecanla bekleyeceğim. Ayrıca biliyorum ki ben bu yazıyı yazdığım sırada Gidiş O Gidiş düşünmeyi[ii] sürdürüyor.


[i] Fakat tüm yaşayanlar
Yanılgıya düşmekteler, büyük ayrımlar yapmakta.
Melekler (denir ki) kendileri bile bilmezlermiş
Yaşayanların mı yoksa ölenlerin mi aralarında dolaştıklarını.
Bu iki alanın arasından geçerek sonsuz akış,
Sürüklüyor durmadan tüm çağları bastırıyor tüm sesleri her
iki alanda

“Birinci Ağıt”, Duino Ağıtları, Rainer Maria Rilke

[ii] “Bu noktada bazı tavırlar çok rahat netleştirilebilir: mesela bir Varoluşçu diyecektir ki algılayabildiğimiz her şey insandır, öznedir ve ona aittir… dolayısıyla bir eser düşünmez, yalnızca ‘ben’ düşünüyorumdur ve bu (Sartre’ın iletişim kuramı dolayısıyla) onun arkasındaki bana benzer özneyi (giderek benimle ‘aynılık’ ilişkisi içinde olan özneyi) dikkate almamdan başka bir şey değildir. Ama kitaplar, asırlardır, yazarları çoktan yokolmuşken ‘düşünmeyi’ sürdürüyorlar… Hatta her okunuşlarında ‘yeni kitaplar yazdıklarını’ bile söylemek mümkün… Ve inanırım ki filmler de ‘görüyorlar’… Biz filmleri görmeden önce görmüşler –çünkü görmek ‘görülebilirlikler üretmek’ demektir, başka bir şey değil…” Ulus Baker. Beyin Ekran, Birikim Yayınları, Derleyen: Ege Berensel.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et