68. Berlinale, 15-25 Şubat tarihleri arasında gerçekleşti. Kelime anlamı itibarıyla “Berlin” ve “Internationale” sözcüklerinin bir araya gelmesinden ortaya çıkan Berlinale, her yıl olduğu gibi basın açıklamaları, senaryo yazımları, filmin yapım süreçleri ve Alman sinema klasiklerine saygı duruşuyla kusursuz bir deneyim sundu.
Berlinale’ye gelenleri genel anlamda üç kategori altında gruplayabiliriz: Basın, sinemaya meraklı Berlin seyircisi ve European Film Market katılımcıları. Sıkça karşılaştırılsa da aslında vaat edilen, Cannes ve Oscar’dan hayli farklı bir deneyim. Oscarlar, şova yönelik bir ödül töreni gecesi. Cannes Film Festivali ise hem film gösterimleri hem de izleyici sayısı itibarıyla Berlinale’yle karşılaştırılması pek de mümkün olmayan bir etkinlik.
Berlinale, izleyicilerin sabah 8’den itibaren sıraya girmesi sebebiyle İstanbul Film Festivali’nin sadık izleyicilerine tanıdık gelse de dünyanın her yerinden yazarlara denk gelebileceğiniz, bir Güney Korelinin sizden ateş istemesinden Avustralyalı birine kahve sıranızı vermenize ya da uzaktaki bir sinema salonu için Hamburg’da yaşayan bir Amerikalı’yla taksi paylaşmaya kadar deneyimlenmesi gereken bir tecrübe. Yarışma filmleri için “Bilet arıyorum” pankartıyla dolaşan insanlar da festivale dair akılda kalıcı imgeler. Berlinale, Walter Benjamin referansıyla “Erfahrung” ile “Erlebnis” arasındaki farkı ifade eden bir etkinlik. Dolayısıyla orada ön plana çıkan filmlerin devamında gelen sezona damga vurması bir nevi kaçınılmaz. Berlinale’de dikkatimi çeken filmlerden bazıları hakkında, önümüzdeki sezon boyunca faydalı olabilecek bir rehber hazırladım. 69. Berlinale’den deneyimlerimi aktarmak dileğiyle filmlere geçiyorum.
The Happy Prince
Yönetmen: Rupert Everett
Oscar Wilde’ın hayatını odağına alan film, yazarın eserinin adına da referans veriyor. Film boyunca paralel kurgu yardımıyla Mutlu Prens kitabından kesitler okunmakta. Eleştirmen, şair ve sanatçı kimliğiyle yüksek sosyetenin gözdesiyken eşcinsel olması sebebiyle mahkemede yargılanmış, toplum tarafından aşağılanmış ve Londra’dan kaçmak zorunda kalmış Oscar Wilde’ın yaşadığı çelişki ve zorlukları görüyoruz. Fransa’da sahte bir kimlikle yaşamak zorunda kalması, bağlı olduğu mezhebi değiştirmesi ve toplumun gözünde cinsel kimliği sebebiyle dışlanması, karşımıza Oscar Wilde’ı dengesizleştiren ve yalnızlaştıran bir unsur olarak çıkıyor. Mahkemeler tarafından eşcinsel olmakla “suçlu” bulunmasının ardından devran dönünce tavrı değişen yüksek sosyetenin riyakârlığı da yansıtılmış. Paralel kurgularla geçmişe yol alırken yazarın deneyimlediği travmatik hapishane şartlarına, eşine ve çocuklarına dair anılarına tanıklık ediyoruz. Rüya ve kâbusların gerçekle karışacak şekilde verilmesi Oscar Wilde’ın şiirsel hayatını yansıtması açısından çok yerinde bir tercih. Film boyunca hayal kırıklıkları, rüya ve kâbuslar arasında harika görsel geçişler mevcut. Görsel açıdan ve sanat yönetimi anlamında eksiksiz olduğu söylenebilecek film, Oscar Wilde’ın aşk ilişkileri ve başarısız evliliğinin yanı sıra kimliğini hiç tereddüt etmeksizin yaşamasını başarıyla yansıtıyor. Yönetmen Rupert Everett’ın aynı zamanda başrolde olması da Oscar Wilde’a yönelik bir saygı duruşu olarak okunabilir.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Oscar Wilde – Tutkular, Acılar, Gülümseyen Deyişler
- Oscar Wilde – Mutlu Prens ve Diğer Masallar
- Oscar Wilde – Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil Estetik ve Etik Üzerine
- Wilde (Brian Gilbert, 1997)
- Oscar Wilde (Gregory Ratoff, 1960)
Isle Of Dogs
Yönetmen: Wes Anderson
Berlinale 2018’in açık ara en çok konuşulan filmine imza atan Wes Anderson, biletleri ilk günden tükenen Isle of Dogs’ta mitsel bir kurgu yaratıyor ve Japon efsanelerini andıracak şekilde köpeklerle insanlar arasındaki kadim savaşı merkezine alıyor. Film boyunca ikiz ejder temasından geleneksel Japon tiyatrosuna, Uzak Doğu filmlerinin bilge karakterinden seçilmiş kurtarıcı temasına kadar uzanan Anderson, kendi tarzıyla da dalga geçiyor. Filmin odağına insan-köpek dostluğunu almasına rağmen despot yönetimler ve köpek tutkunlarının haklı direnişine de her zaman alışkın olduğumuz naif tarzıyla değiniyor. Kendine has dünyasında Wes Anderson, robot köpeklerden James Bond’u hatırlatacak son teknoloji ekipmanlara kadar her detayı incelikle düşünmüş. Anderson’ın filmlerinde sıklıkla olduğu gibi Isle of Dogs’ta da naif ve düzene ayak uydur(a)mamış karakterler seçilmiş. Berlinale’den En İyi Yönetmen ödülüyle dönen Isle of Dogs’un, festival seyircilerinin kategorize ettiği üzere “gerçek bir Wes Anderson filmi” olduğunu söylemek mümkün.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Ghost Dog: The Way of the Samurai (Jim Jarmusch, 1999)
- Neil Gaiman – The Sandman: Dream Country & A Dream of a Thousand Cats
- Neil Gaiman – Düş Ülke
The Bookshop
Yönetmen: Isabel Coixet
Penelope Fitzgerald’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, İngiltere’nin Hardborough kasabasında açılan bir kitapçıyı konu ediniyor. Filmi, baş karakter Florence Green’in üst sesinin ara sıra müdahaleleriyle izliyoruz. Küçük bir kasabada kitapçı açmak için bankadan kredi çeken Florence, şehrin elitlerinden Violet Gamart’la karşı karşıya geliyor. Bir askeri elitin zengin eşi Violet Gamart, Florence’ın aksine şehre bir kültür merkezi açmak istiyor. Bu hedefi doğrultusunda da çeşitli müdahale ve bürokratik engellerle Florence’ın naif hayalini baltalamaya çalışıyor. Aynı kasabada yalnız yaşayan ve evinden hiç çıkmamış bir entelektüel olan Edmund Brundish ise Florence Green’e mücadelesinde destek olmaya karar veriyor. Film boyunca Florence’in idealizmi ve naifliği, seyircinin onunla özdeşleşmesini kolaylaştırıyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004)
- Ferit Edgü – Hakkari’de Bir Mevsim
- Hakkari’de Bir Mevsim (Erden Kıral, 1982)
3 Tage in Quiberon
Yönetmen: Emily Atef
Avusturya doğumlu ünlü aktris Romy Schneider’in hayatını konu alan film, o şaşaanın ardına gizlenmiş trajedi ve çalkantılı hayatı konu ediniyor. Filmin sunduğu üç günlük süreç boyunca sansasyonel olma çabalarından magazin haberciliğinin fırsatçılığına kadar ünlü olmanın ceremeleri anlatılıyor. Alain Delon başta olmak üzere birçok kişiyle adı geçmiş ünlü bir kadının, ölümünden birkaç sene öncesindeki Quiberon tatilini takip ediyoruz. Belgesellere, şarkılara ve şiirlere konu olmuş bir güzellik Schneider’inki. Bu filmle birlikte de boşanmalar, aldatmalar, yalanlar ve zengin bir hayatın yanında aslında çok basit bir yaşam sürmek isteyen Romy Schneider’i tanıma fırsatı buluyoruz. Kendisini üne kavuşturan Sissi karakterinden fazlası olduğunu film boyunca birkaç kez görüyoruz. Ün ve göz önünde olmanın bedeli ağır ödeyen Romy Schneider, iç dünyasında oldukça karanlık ve yalnız bir kadın. Büyük şöhretin ve ünün ardından 40’lı yaşlarını yaşayan “eski” bir ünlünün çelişkileri ve krizlerini izlerken Denis Lavant’ın ufak da olsa şair rolüyle filmde yer alması harika bir detay.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- L’important c’est d’aimer (Andrzej Żuławski, 1975)
- I’m Not There (Todd Haynes, 2007)
7 Days in Entebbe
Yönetmen: José Padilha
Türk seyircisi 7 Days in Entebbe’nin yönetmeni José Padilha’yı Narcos’un yapımcısı olarak yakından tanıyor. Başrollerinde Rosamund Pike ve Berlinale’nin kimi zaman jüri üyesi, kimi zaman da oyuncusu olarak tanıdığımız Daniel Brühl’e yer veren film, 27 Haziran 1976’da gerçekleşen Air France uçağının kaçırılmasını merkezine alıyor. Hikâye Ulrike Meinhof sempatizanı bir devrimci örgüt ve FHKC üyelerini, dönemin hükümet yetkilileri üzerinden anlatıyor. Devrimciler tarafından Ulrike Meinhof’un intihar etmeyip öldürüldüğü dile getirilirken uçak kaçırma eylemiyle örgütün tekrar canlanacağı düşünüldüğü için plan aşamasındaki tartışmalara da bolca yer verilmiş. Eylem planı ve eylem sırasında İsrail hükümetiyle gerçekleştirilen uzlaşı, devrimci tartışmaları da beraberinde getiriyor. Filmin anlatımı oldukça hareketli, bunun yanı sıra hükümet adına operasyon yöneten bir askerin dansçı kız arkadaşı üzerinden ölümle modern dans arasında paralel bir kurgu yakalanmış. Zorunluluk ve tercih üzerine devrimciler arasında geçen “başka seçeneğin olmadığı” tartışmaları ve küçük burjuva çelişkilerine de sıkça değiniliyor. Filistinli devrimci karakterin Alman küçük burjuva devrimcisiyle arasındaki diyalogda geçen “Keşke benim için de silah taşımak bir seçenek olsaydı, benim için bir zorunluluk. Sen ülkenden nefret ettiğin için buradasın, bense ülkemi sevdiğim ve korumak zorunda olduğum için” repliği, filmin politik olarak durduğu yeri anlamak açısından oldukça değerli. Gerçek hayattan kesitlere de yer verilmesiyle meseleyi gerçekçi bir zemine oturtmaya yönelik çaba da takdire şayan. “İsrail ve Filistin sorununa hâlâ barış getirilemedi” mesajıyla gelen final ise oldukça cesur. Yine de devrimcilerin silah kullanırken çekinmesini ve arada kalmışlıklarını yansıtma biçimiyle filmin politik doğrucu bir çizgide durduğunu söylemek gerekiyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Der Baader Meinhof Komplex (Uli Edel, 2008)
- 1970 yılından bir Ulrike Meinhof röportajı
- McKenzie Wark – Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var
- Borisoviç Lutskiy – Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi
Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot
Yönetmen: Gus Van Sant
Gus Van Sant, filmde ünlü karikatürist John Callahan’in yaşadığı bir trafik kazası sonucu engelli kalması ve hayata tutunma hikâyesini konu alıyor. Callahan’in zengin bir alkolikken ve hovarda bir hayat yaşarken engelli olmasıyla hayattan soğumasını konu edinen Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot, kurgusunda geriye ve ileriye dönüşlerle hikâyeyi canlı tutmayı başarıyor. Yer yer karikatürlerin animasyona dönüşmesiyle sıra dışı bir anlatıma kavuşan filmde John Callahan’in politik doğruculuğa saldırması, kara mizahı ne kadar iyi kullandığının da ilk elden göstergesi. Engellerin gerçekten sadece kafada olduğunu anlatan film, konuyu ele alış biçimi ve kurgusuyla ilgiyi canlı tutuyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Vivir y otras ficciones (Jo Sol, 2016)
- Intouchables (Olivier Nakache & Éric Toledano, 2011)
Dovlatov
Yönetmen: Aleksey German Jr.
1971 Leningrad’ında geçen filmde, Sovyet devrimin yıl dönümüne ramak kala Sergei Dovlatov’un hayatı anlatılıyor. Klasik bir Sovyet eleştiri filminden oldukça farklı bir tavır mevcut. Dönemin entelektüel çevresinin yaşadığı baskı ve sansür anlatılırken Dovlatov’un hayatı odakta. Dünya devrimi sloganıyla yola çıkan sovyetlerin köhneleşerek bürokratik bir sansür ve baskı mekanizmasına nasıl dönüştüğü anlatılıyor. Batıya kaçmaya çalışma ve aidiyetleri geride bırakma çelişkisiyle dolu, edebi bir kaygı ve siyasetin çarkları arasında kalmış bir hayatı var Dovlatov’un. Film, çelişkileri ve buhranlarının yanı sıra Yahudi kimliği nedeniyle de baskı hisseden yazarın göç etmeden önceki dönemine ışık tutuyor. Devrimin sonunun geldiğini bilmek ve gitmek zorunda hissetmek temalarına odaklanılıyor. Yakın çevresindeki insanların öldürülmelerine ve intiharlarına şahit olan Dovlatov, kendi sorunları ve parasızlığının yanı sıra yozlaşmış bir devlette yaşamak zorunda kalıyor. Politik eleştirilerden ziyade yazarın kendi deneyimlerine odaklanan film, dönemin baskı ve zorluklarını da başarıyla yansıtıyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Milan Kundera – Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
- Czeslaw Milosz – Tutsak Edilmiş Akıl
Khook
Yönetmen: Mani Haghighi
- Berlinale’de A Dragon Arrives!’ı (2016) izleme fırsatını bulmuş biri olarak benim 68. Berlinale’de en başarılı bulduğum film, aynı yönetmenin elinden çıkan Khook’tu. Bir kurmaca karakter olan Hassan Kasmai adlı ünlü İranlı yönetmenin sıra dışı ve absürt hayatını anlatan kara komedi, sosyal medyadan ünlü olmanın zorluklarına ve yükümlülüklerine mizahi bir açıdan bakmayı başarırken senaryosu da esas olarak “Domuz” kod adlı bir katilin ünlü İranlı yönetmenleri öldürmesine odaklanıyor. Hassan Kasmai bir yandan hayatta kaldığı için sevinirken, bir yandan da cinayete kurban gitmediği için o kadar da ünlü olmadığını düşünen çelişkilerle dolu absürt bir karakter. Khook, sosyal medya ve kültürel elitlere yönelik eleştirilerin yanı sıra gerçeküstü anlatımıyla da seyirciyi tatmin ediyor. Kasmai bir yandan katili bulmaya çalışırken hayatta kaldığı için toplum tarafından katil zanlısı olarak suçlanınca işler iyice sarpa sarıyor. Cinayeti konu almasına rağmen komik kalmayı başaran, rüya ve kâbus sekanslarıyla gerçeküstü anlatımı iyi başarmış bir film. Oyunculukların hepsi hayli iyi olsa da akılda en çok kalan, Hassan Kasmai’nin annesi oluyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Fargo (Joel Coen & Ethan Coen, 1996)
- I Heart Huckabees (David O. Russell, 2004)
Das Schweigende Klassenzimmer
Yönetmen: Lars Kraume
1956 yılında Doğu Berlin’de bir lisede okuyan iki öğrenci Theo ve Kurt için her şey, Budapeşte’de anti-sovyetik halk hareketini Batı Almanya’daki bir sinemada öğrenmeleriyle değişiyor. Theo ve Kurt, Sovyetler’in zor kullanması ve insanları öldürmesiyle beraber yaşları gereğince muhalif bir tutum sergiliyor. Ayrıca gelen haberlerden biri, ünlü futbolcu Puskás’ın da ayaklanma sonucunda öldürüldüğü yönünde. İkili, sınıftaki diğer arkadaşlarını da ikna ediyor ve oylama sonucunda eylem kararı alıyorlar. Eylem oldukça basit ve naif gözüküyor. Ayaklanma sırasında ölen Macar halkı için 2 dakika sessiz kalmayı kararlaştırıyorlar. Ancak 2 dakikalık bu sessizlik, sınıf öğretmenini çileden çıkarıyor. Sessizliğin nedenini öğrenmek isteyen öğretmene cevabı, bir Sovyet Devrimi şehidi olan kahraman babasının anısına saygıdan gruba ihanet ederek sınıfın Macaristan’ın ayaklanmasını protesto ettiğini söyleyen Erik veriyor. Sınıf öğretmeninin olayı müdüre aktarması ve çocuklardan bazılarının Doğu Almanya bürokrasisinde çalışıyor olmasıyla işler büyüyor. Öyle ki dönemin Millli Eğitim Bakanı, okulu ziyarete geliyor. Film devrimcilik, orta yolculuk ve gençlik buhranları arasında sovyetlerin sansür ve baskı politikalarına da yer veriyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Dead Poets Society (Peter Weir, 1989)
- Die Welle (Dennis Gansel, 2008)
- Das Leben der Anderen (Florian Henckel von Donnersmarck, 2006)
- Die Blechtrommel (Volker Schlöndorff, 1979)
Inkan, gongkan, sikan grigo inkan
Yönetmen: Kim Ki-Duk
- Berlinale’nin Forum kısmında gösterilen Inkan, gongkan, sikan grigo inkan, bir yolculuk gemisinde geçiyor. Hikâyenin baş karakterlerleri yaşlı ve hiç konuşmayan bir adam, genç bir çift, gemi tayfası, silahlı ve zorba bir çete, ünlü bir siyasetçi ve oğlu. Film, gemide tecavüz, adam öldürme ve tehditlerin yaşandığı bir geceyle başlıyor. Yapılan tüm kötülükler hasır altı ve örtbas edilmiş. Sabah olduğunda ise gemide yaşayanlar, büyük bir sürprizle karşılaşıyor. Gemi uzaya çıkmış, tüm radar ve iletişimler kesilmiş durumda. Yaşlı adam dışında gemideki herkes şaşkınlık içinde ve olaylara anlam veremiyor. Olağanüstü bir hâl söz konusu olduğu için ünlü siyasetçi, geminin kaptanının yetkisini hiçe sayarak Carl Schmitt’i hatırlatırcasına kendini tek yetkili ve otorite ilan ederken arkasına zor kullanan serseri tayfasının baskı gücünü de alarak geminin kontrolünü ele geçiriyor. Gemideki yemek kısıtlı olduğu için öncelikle erzak üzerinde hakimiyet kuruyor. Böylelikle izleyiciye de siyasetin, hukukun üzerinde olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Yaşlı bilgenin her şeyin farkında olmasına rağmen sessiz kalması karakteri mistik bir noktaya taşıyor. Adem ve Havva okumasının yanı sıra Nuh’un gemisi ve seçilmiş kişi başta olmak üzere birçok mitolojik gönderme yakalamak ve çağrışımlara savrulmak mümkün.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Carl Schmitt – Siyasi İlahiyat
- William Golding – Sineklerin Tanrısı
- Cemal Bali Akal – Devlet Kuramı
- Salò o le 120 giornate di Sodoma (Pier Paolo Pasolini, 1975)
- Jimi Hendrix – “All Along The Watchtower”
Mein Bruder heißt Robert und ist ein idiot
Yönetmen: Philip Gröning
Hikâye, Elena’nın Robert’ten Pazartesi günü olacak felsefe dersinin sunumu için yardım istemesiyle başlıyor. Bunun üzerine Elena ve Robert’in büyüme hikayelerine odaklanmış gibi görünen film, esasında varoluş, zaman ve hatıra üzerine de birçok söz söylüyor. Odak noktasına Augustinus ve Heidegger’in eserlerini almasına rağmen bilince dair de birçok soru soruyor. Felsefi derinliğinin yanı sıra kardeşlerin birbirini tanımaları, cinselliklerini keşfetmeleri, yaşadıkları topluma uyum ve uyumsuzluk gibi sorunlar da filmin çerçevesini çiziyor.
Yazarın tavsiyeleri ve çağrışımları:
- Jean-Paul Sartre – Varlık ve Hiçlik
- Kaan H. Ökten – Varlık ve Zaman Kılavuzu
- Talip Karakaya – Sartre Felsefesinde Varlık Sorunu
- The Dreamers (Bernardo Bertolucci, 2003)
- Les amours imaginaires (Xavier Dolan, 2010)