Uzun gelinciğin beklenen sonu: Amy Winehouse

Amy Winehouse'un son canlı performansı. 18 Haziran 2011, Belgrad, Sırbistan. Fotoğraf: Brian Rasic, Getty Images.
Amy Winehouse’un son canlı performansı. 18 Haziran 2011, Belgrad, Sırbistan. Fotoğraf: Brian Rasic, Getty Images.

Yıl 2011. Amy Winehouse, serin bir Haziran akşamında Belgrad’da sahneye çıkıyor. Çıkmayı deniyor daha doğrusu. Ayakta duramayacak kadar sarhoş, şarkı söyleyemeyecek kadar zayıf. Gözlerinde korku, elinde mikrofonu var. Sonraki 45 dakika boyunca kendi şarkılarının sözlerini, gitaristinin ismini, hatta hangi şehirde olduğunu bile unutuyor. Konserin ortasında, seyircinin yuhalamalarının ardından müziği durduruyor ve ağlamaya başlıyor. Darmadağın olduğunun farkında, ama artık bu durumla savaşamayacak kadar yorgun. Seyirciler ise onun bu durumuna gülüyor. Konserin geri kalanına gözlerinde yaşlarla devam ediyor. Bu, o sırada kimse farkında olmasa da, Amy Winehouse’un son konseri.

Amy Winehouse hayatını kaybedeli 12 sene olmuş, öldüğünde henüz 9 yaşındaydım. O zamanlar, ailemle çıktığımız seyahatlerde arabada Back to Black (2006) CD’sini baştan sona dinleyip dururduk. Herhalde kimsenin itirazı yoktur, her şarkısı atlanamayacak kadar iyiydi. Öldüğü akşam da dinledik. O eksantrik ve güçlü sesini, hüznünü, neşesini, değişmeyen saçını, makyajını ve dövmelerini pek unutmak istemiyorduk.

Çocuk aklımla ertesi sabahı büyük bir merakla beklediğimi hatırlıyorum. Acaba ölümünün ardından neler diyeceklerdi? Kimler başsağlığı dileyecek, arkasından ağlayacaktı? O günkü manşetleri hatırlamasam da, gazetelerdeki başlıkların ve basılan fotoğrafların beni şaşırttığını hatırlıyorum. Gazetelerdeki Amy’nin, benim tanıdığım ve dinlediğim Amy’le uzaktan yakından alakası yoktu. Erkek arkadaşıyla uyuşturucu kullanırken, Londra sokaklarında sürünürken veya hayranlarıyla kavga ederken çekilmiş fotoğraflardan ibaretti sanki hayatı. Amy Winehouse bu kadar mıydı? Her insanda olabilecek kusurları var diye, bu trajik sonu mu hak ediyordu?

Bağımlılık ve ruh sağlığı söz konusu olduğunda, eğlence sektöründeki kadınların ve erkeklerin medya tarafından tasvir edilişi arasındaki farkı alenen gösteren örneklerden biri de Amy Winehouse olmuştu. Defalarca yegane amacının iyi müzik icra etmek olduğunu açıklamasına rağmen, yaşamı medyanın fazlasıyla ilgisini çekmişti. Müziği dışında hayatının neredeyse her bir ayrıntısı magazin malzemesi yapıldı. Ne evliliği, ne bağımlılıkla mücadelesi, ne de kilosu kaldı. Mücadele ettiği bağımlılığın ve psikolojik sorunların, medya taciziyle birleşmesinin ardından nihayetinde alkol zehirlenmesinden hayatını kaybetti.

İnsanlar, fazlasıyla empatik canlılar. Fakat, her şeyin olduğu gibi, empatinin de bir sınırı var. Dahası, başkalarının başına gelen talihsizliklerden de keyif alabiliyoruz. Özellikle talihsizlik bir ünlünün başına geldiyse. Almanların schadenfreude, sosyologların da “uzun gelincik sendromu” olarak nitelendirdiği bu durum, kısaca “başkalarının düşüşüne yükselme” anlamını taşıyor. Adı da tarladaki en uzun gelinciklerin hep önce koparılmasından geliyor.

Psikolog Norman Feather’a göre, insanlar yüksek mevkilerde bulunan bireylerin gözden düştüğünü görmekten keyif alıyorlar. Üstelik bu davranış yalnızca kurumsal ortamlarla sınırlı değil. Feather’ın bahsettiği kişiler, karısını aldatırken yakalanan politikacılar, borsanın çöküşüyle milyonlarını kaybeden iş adamları veya Amy Winehouse gibi içkiye yenik düşen ünlüler de olabilir. Feather, analizinde başarıyı hak etme ile kazanma arasındaki ince çizgiyi de çiziyor. Bu ayrımın, başarılı kişinin algılanma biçiminde önemli bir rol oynadığını öne sürüyor. Örneğin, başarısını hak ettiğini düşündüğümüz biri gözden düşünce daha empatik olurken, hak etmediğini düşündüğümüz biri gözden düşünce daha acımasız olabiliyoruz.

Feather’ın bu fikirleri, son zamanlarda Hollywood’un “nepotizm bebelerine” olan nefretimizi de az çok açıklıyor. Eğlence endüstrisi tanıdıkları veya anne-babaları vasıtasıyla kült statüsüne erişen şanslı bireylerin başarılı olmayı hak etmediklerini düşünüyor, biz de onları değerlendirirken bazen acımasız olabiliyoruz. Zaten tabloid gazeteler de üç aşağı beş yukarı bu prensip üzerine kurulu. Ne zaman bir oyuncu, şarkıcı veya model ölse, yaptığı tüm hatalar, yaşadığı türlü maddi ve manevi sıkıntılar gün yüzüne çıkıverir. Kişi, doğrularıyla değil, daha çok yanlışlarıyla anılır. Nihayetinde ünlü olmak bir seçimdir, şöhret sahibi nepotizm bebeği olsa bile. Her seçimin olduğu gibi, şöhretin de iyi ve kötü sonuçları vardır. Dolayısıyla ünlüler, başlarına gelen her türlü kötülüğü ve talihsizliği hak ediyorlardır.

Peki, gerçekten öyle midir? Tüm ünlüler ünlü olmayı kendileri mi seçerler? Sosyolog Mathieu Deflem, Lady Gaga ve Şöhretin Sosyolojisi (2016) adlı kitabında bu konun derinliklerine iniyor. Şöhreti “sosyal bir yapı” olarak tanımlayan Deflem, kitabının önsözünde şöhretin bir seçimden ziyade bir sonuç olmasından bahsediyor. Diğer bir deyişle: Herkes ünlü olmayı seçmiyor, ünlüleri ünlü yapan biraz da bizleriz. Çekirdeksiz meyve olmadığı gibi, hayransız ünlü de olmuyor.

Amy Winehouse’a dönelim: Fazlasıyla yetenekli bir sanatçı, birçok insandan daha etkileyici bir sesi var. Çıkardığı albümler ve aldığı ödüller bunun açık bir göstergesi. Bir de olaya Deflem’in gözünden bakalım. Amy Winehouse’un albümlerini dinleyen de, ona ödüller veren de biziz. Şarkılarını dinlemeseydik, bu kadar uzun bir gelincik olarak göze çarpmazdı. Maalesef uzun gelinciklerin kaderi hep aynı: her zaman diğerlerinden daha önce koparılıyorlar. Bu nedenle, Amy’nin zar zor ayakta durabilirken hayranları tarafından Belgrad’da yuhalanması da pek şaşırtıcı olmayabilir. Meselenin yürek burkan tarafı, Amy’nin bu konserinden iki hafta sonra Londra’daki evinde ölü bulunması.

Uzun gelincikleri koparınca neler olduğunu biliyoruz. Amy Winehouse bu örneklerden yalnızca biri. 2007’deki Britney Spears haberlerini hatırlayalım. Yeni kazıttığı saçlarıyla bir benzin istasyonunda fotoğraflanmıştı. Ertesi gün gazeteler aracılığıyla adeta linç edilmiş, “deli” damgası yemişti. Yıllar sonra öğrendik o gün boşanma davasında oğullarını kaybettiğini.

Trajik ölümünün 12. yıldönümünde, Amy Winehouse’un son albümünü dinliyorum. Artık 21 yaşındayım, ama benim için hâlâ aynı; hiç değişmedi, yaşlanmadı. Sesi her zamankinden berrak, şarkıları hiç olmadığı kadar aklımda. İlk aşkımı da onunla yaşadım, son ayrılığımı da. İyi anlarımda da kulaklarımda oldu, kötü anlarımda da. Yalnızca erken koparılmış olmasının üzüntüsünü yaşıyorum, belki de “koparmak yasaktır” uyarısı koymamız gerekir bazı gelincik tarlalarına.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

1 Yorum
  1. Çok yetenekli ve özel biriydi.Yeri dolmadı ,dolamaz da.Onu anlamaya çalışıp,yanında olup toparlanmasına yardımcı olacak birinin olmadığı için kırılganlığı içinde kaybolup gittiğini düşünüyorum.Çok genç yaşta kaybedildi.Toparlanabilseydi daha uzun yıllar ne şarkılar üretir ve o güzel sesinden dinlerdik…Bazen planlandığı gibi olamıyor işte…

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et