Travmalar, yalnızlıklar, mutluluk ve umut üzerine: Elif Okan Gezmiş’le söyleşi

Değerli dostum Elif Okan Gezmiş bir klinik psikolog ve kitap çevirmeni. Dikkatli bir dinleyici, şefkatli bir arkadaş, titiz bir gözlemci; ayrıca yerçekimsiz tespitlerimi sabırla dinleme gibi acayip bir özelliğe sahip. Ağırlıkla İngilizceden çeviriler yapıyor; çevirdiği kitaplar arasında Modern Yaşamda Kişilik Bozuklukları (İş Kültür), Radyo Benjamin (Walter Benjamin, Metis), Günübirlik Hayatlar (Irvin D. Yalom, Pegasus) sayılabilir. Elif, Çevirmenler Meslek Birliği’nin (ÇEVBİR) üyesi ve çevirmen hakları için verilen mücadelenin yürütücülerinden.


Toplumsal travmalarımız üzerine biraz konuşmak istiyorum, izninle. 6 Şubat Depremi ülkemizin önemli bir kısmını yerle bir ederken milyonlarca insanı tarifsiz bir dehşetle yüz yüze bıraktı. Siyasi erkin “asrın felaketi” olarak damgalayıp her tür sorumluluktan sıyrılmaya çalıştığı bir insani yıkım bu. Çaresizlik ve yeis kadar dayanışma ve duygudaşlığa da şahit olduk. Neye tutunacağız?

Birbirimize ve öfkemize tutunacağız tabii ama bundan ne kastettiğimi açmadan önce sorunun en başına gidip şu travma meselesine girmek iyi olur gibime geliyor. “Travma” kavramı ne yazık ki son dönemde şarlatanların elinde oyuncak edildiğinden, insanı hassas kar tanesi gibi konumlandıran bir anlayışla her şey “travmatik” addedilir oldu. Halbuki bu yaklaşım, insanın gerçeğini yansıtmıyor. İnsan dediğimiz canlı, bazen aklın almayabileceği kadar güçlü ve adaptif bir canlı. Travmatik bir olay yaşayan (hatta buna literatürde “travmatik olma potansiyeli taşıyan olay” denir çok daha isabetli bir dille), yani başına korkunç bir şey gelen veya korkunç bir olaya şahitlik eden insanların önemli bir kısmında travma sonrası stres bozukluğu gibi tablolar ortaya çıkmıyor. İnsanlar, bir müddet zorlanmakla beraber, olağanüstü zihinsel sindirim sistemleri sayesinde yaşadıklarını anlamlandırmanın ve hayatlarına devam etmenin bir yolunu bulabiliyorlar (ve hatta bazıları yaşadıkları olaydan öyle bir anlam çıkarıyor ki olay bambaşka bir yere gidiyor, buna da “travma sonrası büyüme” diyorlar literatürde). Elbette bunu yapamayan, zorlanan, desteğe ihtiyaç duyanlar da oluyor; tıpkı hayatın başka zorluklarında da çoğumuzda olduğu gibi. Bu bir güçsüzlük belirtisi değil kuşkusuz, sayısız insanlık halinden biri sadece.

Buradan tekrar neye tutunacağımıza dönebilirim: Son dönemin insanı kırılgan kar tanesi pozisyonuna yerleştiren sözümona psikoloji anlayışı esasında çok daha geniş çaplı neoliberal söylemin bir parçası. Önce bize biricik ve özel olduğumuzu, günü “yakalamamızı”, anda kalmamızı ve yol kenarındaki çiçekleri koklamamızı tembihleyerek başladılar; bizim iyiliğimizi düşünüyorlardı muhakkak. Bu sırada sistem daha da acımasızlaştı, insanların tepesine daha da fazla bindi. Ve tepemize binildikçe, hareket alanlarımız daraldıkça bu munis tavsiyeler enikonu bize verilen vazifelere, hatta atılan fırçalara dönüştü. Hayır, giderek yoksullaşmıyorduk, sadece doyumsuzduk: Çok fazla eşya alıyorduk, tüketim bağımlısıydık, gerek yoktu bu kadarına, hem bakın şu filanca kuzey ülkesi menşeili sadelik akımına! Halimizden memnun değilsek, diyelim oturduğumuz muhitten veya işimizden şikayetçiysek, hayata yanlış yerden bakıyoruz demekti: Her sabah şükür günlüğümüze neler için şükrettiğimizi yazmayı, bacaklarımıza yürüyebildikleri ve gözlerimize görebildikleri için teşekkür etmeyi denemiş miydik? Nihayetinde her birey kendi içine hapsedildi. Artık herkes kendi mutsuzluğunun müsebbibi. Herkes kendi başının çaresine bakacak. İrili ufaklı yaşanan her tür olay tamamen bireysel gerekçelere dayanıyor: Sen bir sömürü zincirinin son halkası değilsin mesela, sorun patronunun “narsisist” olması.

Dolayısıyla bizim öncelikle bu kafadan çıkmamız gerekiyor. Tek değiliz, yalnız değiliz, milyonlarca ve hatta milyarlarca insanız burada. “Size bir, tavsiyelerinize iki” diyerek kollarımızı sıvayabiliriz; bizi pasifize eden bu söylemlere karşı failliğimizi geri alabiliriz. Bu son depremin ardından bunu bir nebze gördüğümüzü umuyorum. Bunda büyük bir umut var bence ama yeterli değil: Bir de öfkemizle barışmamız gerekiyor. Başta öfkeye tutunmaktan kastım hınç gütmek, intikam peşinde koşmak değildi (ama onu da kapsayabilir kuşkusuz). Buradaki kastım, öfkeyi, tartışmayı, kavgayı öcü olmaktan çıkarmak. Google’a veya kitap sitelerine “öfke” yazıp aratırsan çıkan 10 sonuçtan 12’si öfke kontrolüyle ilgili. Çok korkuyoruz öfkelenmekten, bu da bahsettiğim neoliberal söylemin bize bir diğer kazığı: Aman diyeyim taşkınlık olmasın, aman diyeyim yanlışlıkla fotojenik hayatımızı bozacak bir şey yapmayalım. Halbuki öfke güzel bir duygudur, devrimci bir duygudur. Ortada bir adaletsizlik olduğunda bizi harekete geçmeye sevk eder. Sırada önüne kaynak yapıldı mesela, öfkeleneceksin ki “hoop hemşerim” diyecek gücü içinde bulasın. Ve sonra, bu öfkeye sahip çıktıktan sonra, birbirimizle tartışabilmeye ihtiyacımız var. Efendi efendi oturup konuşmaktan bahsetmiyorum. Aynı amaç uğruna mücadele eden insanların dahi gerekirse birbirleriyle kavga edebilmesi gerekiyor. Birbirimizi bulacağız, önce yaralarımızı saracağız, sonra da bol bol kavga edeceğiz; yıkılmaktan korkmadan, karşı tarafı da yıkmadan, şu veya bu noktada buluşunca hepsini geride bırakıp oturup bir şeyler içecek şekilde yapacağız bunu. Bence en çok buna ihtiyacımız var.

Bahsettiğin bu “biriciklik”, “bireycilik”, “kar tanelik” diskurları apolitik demeyeyim ama anti-politik bir nihilizmi çağrıştırıyor. Koyunlara kendi bacağından asılmalarını salık vermekle kalmayıp kasaplarına minnet duymayı da öğütleyen garip bir toplum düşmanlığı.

Evet, hayal edilen bu tür bir şey. John Berger bunu Milenyum Triptiği üzerinden çok güzel anlatıyordu: Herkesin kendi derdine düştüğü, çabaların ortaklaşamadığı, klostrofobik, ufuksuz bir küreselleşme cehennemi. Psikoloji de işte buna maşa ediliyor. Bak, aklıma çok çarpıcı bir örnek geldi mesela. Bankaların, biliyorsun, en büyük dertlerinden biri kredi borçlarını tahsil edememek. Bunun için bir defasında bir banka bir vesileyle bana şunu sormuştu: “Borçlulara göndereceğimiz SMS’lerde nasıl bir dil kullanırsak, ne sıklıkla bildirimde bulunursak (vs.) ödeme alma ihtimalimiz artar? Bu tür konularda danışmanlık verebilir misiniz?” Yani borçlu kişinin borcu adeta içinden gelmediği veya ödemesi gerektiğine ikna olmadığı için ödemediğine samimiyetle inanmış durumdalar ve bunu alt edecek bir “psikolojik taktik” arıyorlar. Çıldırırsın. Yıllar önce Sulukule’deki evleri boşaltmak için de psikolog götürmüşlerdi yanlarında, oradaki halkı ikna etsin diye.

Doğru söylüyorsun ama bizzat psikoloji dediğimiz disiplinin (ya da bilimin, nasıl adlandırılırsa) metodolojisine içkin bir arıza yok mu burada? Ya da psikiyatrinin her duygu durumunu patolojikleştirme arzusunda?

Psikiyatriyle psikoloji arasında böyle bir ayrım olduğunu pek düşünmüyorum. İkisi de aslında aynı bilgi birikimi üzerine oturmuş durumdalar, hatta psikiyatri giderek psikolojileşiyor bana sorarsan. Fakat yöntem konusunda haklısın: Psikolojinin bilimsellik kaygısı onu çok konuşup hiçbir şey söylemeyen bir yere taşıdı. Her şey paralı olduğu için bilimsel dergileri zaten takip edemiyoruz ama ara sıra da olsa sosyal medyada bazı yayımlanmış çalışmalara denk geliyorum. Şöyle bir araştırma vardı mesela bir iki sene önce: Evliliğinden mutlu olmayan insanların aldatmaya daha meyilli olduğu bulunmuş. Sarsıcı bir sonuç… Bir yandan bilimin amacı illa yeni şeyler söylemek değildir, “herkesçe bilinen” şeyleri ampirik kriterler doğrultusunda sınamaktır denebilir. Doğrudur. Fakat 100-200 kişiye anket verip, evliliklerinden ne kadar mutlu olduklarını hesaplayıp, onu aldatıp aldatmadıkları verisiyle birtakım istatistiksel işlemlerden geçirip böyle bir sonuca ulaşmaya gerek var mıydı gerçekten? Dahası, bu anketi çoğu anket gibi internet üzerinden yaptıysan katılanların kim olduğunu doğrulama şansın yok ama her koşulda belli bir teknoloji becerisi olan, bu tip bir çalışmayı tamamlayabilecek okur yazarlığı olan, hiç değilse orta veya orta-üst sınıf, Türkçe bilen insanlar diyelim, örneğin. Şimdi bu örneklemi daha geniş bir gruba genelleyebilir misin? Genelleyemezsin. Zaten araştırmaların son paragrafı hep böyle biter: “Bu çalışmanın kısıtlı yanlarından biri yalnızca bir vakıf üniversitesinin öğrencileriyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. İleride yapılacak çalışmaların daha geniş popülasyonlarla…” falan filan. Yani küçücük bir grupla anket temelli istatistiksel bir araştırma yapıyorsun, bunun değil dünya çapına o şehirde yaşayanlara ve hatta o yaş grubundaki başka öğrencilere bile genellenemeyeceğini kendi ağzınla söylüyorsun. E, peki ne işimize yaradı o zaman buna ayrılan kaynak? Ama oyunun kuralı bu maalesef. Açıp baksan ben de tezimde internetten veri topladım, aynı istatistik işlemlerini yaptım ve sonuçta hiçbir faydası olmayan bir ürün ortaya koydum. Çünkü yüksek lisans diplomamı ancak böyle alabiliyordum.

Patolojilerin sınıflandırılması da ayrı bir mesele bu açıdan. Hastalıklar hiç yokmuş gibi konuşamayız, elbette varlar. Elbette bunların bir şekilde isimlendirilmesi ve sınıflandırılması gerekiyor ki tedavisi üzerine çalışabilmek de mümkün hale gelsin. Ancak neyin hastalık olduğu/olmadığı toplumsal normlara göre epey değişebiliyor, ki bu da psikiyatriyi tıbbın diğer dallarından ayıran çok temel bir unsur. Mesela sırf tartışma olsun diye bir örnek vereyim. Histrionik kişilik bozukluğu diye bir tanı var, kriterlerine Google’dan bakabilir herkes. Bu tanıyı hafife almak adına söylemiyorum bunu ama bugünün sosyal medya cangılında o kriterler çoğu insan için geçerli değil mi? Hatta tam da bu beğeni merakından, teşhirden belki kamera arkasında ciddi ölçüde acı çekseler de bir yandan da büyük paralar kazanmıyor mu örneğin fenomenler? Yani insanı buna teşvik eden, teşhiri ve beğeni açlığını onaylayan ve hatta ödüllendiren bir sistem yok mu? O zaman çağımızın vebası histrionik kişilik bozukluğu mu diyeceğiz yoksa bunu bir patoloji olmaktan çıkaracak mıyız?

Başta bahsettiğin mevzuya bağlamak istiyorum bunu: garip bir pop-psikoloji furyasıyla, aforizmacı sosyal medya psikologları dalgasıyla yüz yüze gelip durmak canımı sıkıyor, ama bir yandan da bu insanların bir talebi” karşılamak üzere zuhur ettiğini düşünüyorum. Sence kaynağı nedir bu furyaların?

İnsanlar çok yalnız ve terapi çok pahalı. Ama pek çok anlamda bu pahalılık: Hem evet, para anlamında çok pahalı ama bununla sınırlı değil. Zaman olarak da çok pahalı bir şey terapi, örneğin. Minimumunda aylarca, çoğu durumda yıllarca haftada bir gününün en az bir saatini ayırmak demek az şey değil çünkü o bir saat, hele İstanbul gibi bir yerde yaşıyorsan, yoluyla en az 2-3 saati buluyor zaten ama onu da geçtim, bazen mesaini bazen sosyal hayatını ona göre şekillendirmen gerekiyor. Büyük bir bedel bu. Ama bununla da bitmiyor. Zamanı ve parayı bir şekilde gözden çıkarabilecek durumda olsan dahi bir insanla karşı karşıya oturup hiçbir dikkat dağıtıcı unsur olmaksızın 45-50 dakika kendine kafa yormak ciddi emek gerektiriyor. Ve elbette çoğu insan tüm bunları yapacak lükse sahip değil.

O zaman ne olacak? Tabii ki terapide kazanabilecekleri şeyleri dolaylı, mümkünse kestirme yollardan elde etmeye çalışacaklar. Terapi öykülerinin anlatıldığı kitapların, dizilerin bu kadar tutmasının bence en başlıca sebebi bu. Terapi odasına girmek bir lüks ama orada konuşulanları, olan bitenleri anlatan ürünleri tüketmek neredeyse bedava. Dolayısıyla bunları okuyarak, izleyerek aslında kendilerine dair bir şeyler çalışıyor insanlar. Aforizmacı sosyal medya psikologları dediğin grup da bunları artık iyice hap haline getirip pazarlıyor bir anlamda. Ama burada onların da hakkını yememem lazım: Psikoloji bölümleri her yıl yüzlerce (belki binlerce) mezun veriyor. Bu kadar yeni mezunu istihdam edecek kadar açık yok. Doğrudan işsiz kalıyor bu gençlerin çoğu. Tek şansları, bir şekilde sosyal medyadan isim yapıp, kendi danışanlarını bulup para kazanmaya başlamak. En garanti yöntem de bu tür aforizmalar paylaşmak. Hani TV programlarının kalitesiyle ilgili klasik bir tartışma vardır ya, halk bunu mu istiyor yoksa halka bu sunulduğu için halk da bu kaliteyi arzulayan bir seviyede mi kalıyor gibi… Sosyal medyadaki bu arz-talep meselesi de benzer geliyor bana.

Bir de şu sosyal medyaların gündelik yaşama etkileri meselesi… Parçası olduğum mekanizmanın muarızı gibi davranmak niyetinde değilim ama sosyal medya sence –olumlu ve olumsuz yönleriyle– nasıl bir etki bırakıyor üzerimizde? “Görünmeye” bağımlı mı olduk ve illaki kötü bir şey mi?

İnsanlık tarihinde sosyal medya herhalde milisaniyeye bile denk düşmüyordur. O nedenle tüm bunları yorumlamak için çok erken olduğunu düşünüyorum bazen. Ben Twitter hesabımı açalı herhalde 10 küsur sene olmuştur. O arada Twitter ortamı da çok değişti, ama ben de çok değiştim, üstelik herkesin gözü önünde değişmiş oldum bir bakıma. Şimdi bulunduğum noktada sosyal medya ile ilişkim eskiye nazaran daha zayıf, beklentilerim de farklılaştı, ama bunun sebebi sosyal medya kullanımını kendi içimde bir dengeye oturtmuş olmam mı, büyümem mi, sosyal medya kültürünün değişmesi mi… inan hiçbir fikrim yok. Dahası, sosyal medyanın kimin üzerinde nasıl etkisi olduğu kuşaktan kuşağa da değişiyor görebildiğim kadarıyla. Mesela bizim kuşak ve bizim üstümüzdeki kuşaklarda o görünmeye bağımlı olma dediğin şey daha az gibi geliyor bana, gençlere nazaran. Herhalde mahremiyet diye bir şeyin nispeten olduğu bir dönemde büyüdüğünde bazı şeyleri herkese göstermekten daha fazla çekiniyorsun. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi, tartışılır tabii. Bana psikolog olarak değil de Elif olarak sorarsan, ben genel olarak çok bir şey paylaşmama taraftarıyım ama bunu “sağlıklı” olarak dikte edecek halim de yok. Daha güvenli olduğu için böyle düşünüyorumdur belki, bilmiyorum, belki de gizem yaratmak hoşuma gidiyordur.

Bunlar bir yana, anlık geribildirimlerden (beğeniler, retweetler, yanıtlar, yorumlar, vs.) dolayı sosyal medya bir tür Skinner kutusu gibi sahiden. O bakımdan bir tür bağımlılıktan söz edebiliriz belki. Ama ödül ne burada? Sadece beğenilmek olamaz çünkü öyle olsa tamamen küfür yemek/etmek için açılmış hesaplar da olmazdı. Etkileşim almak, olumsuz içerikli bile olsa, görüldüğünü teyit ediyor. Görülmek, duyulmak… en büyük dertlerimiz. Beğenilmekten daha önce geliyor bunlar. Dolayısıyla görülme bağımlılığı sosyal medyanın yarattığı bir şey değil, zaten -en çekingenlerimiz dahil- müptelasıyız görülmenin ama sosyal medya tam da o düğmemize basıyor denebilir. Yani insanlar sana etkileşim verdiğinde “evet, sen varsın, oradasın, seni görüyorum, sesini duyuyorum” demiş oluyorlar; senin en derin ihtiyacın karşılanmış oluyor. Gerçekten de tüm sosyal medya hesaplarını kapatsan pek çok insanın zihninden nasıl yok olacağını bir düşün. Twitter’da zamanında takipleştiğimiz, bir aşamada hesabını kapatmış insanların kaçını hatırlıyoruz? Muhtemelen pek azını. O insanlar bir yerlerde yaşamaya devam ediyorlar ama bizim zihin dünyamızdan yok oldular. Ölümden daha kötü bir şey bu aslında: unutulmak, hiç var olmamış gibi olmak.

Tüylerim ürperdi… Ama kamunun, kamusal mekanın, daha özelinde politikanın tasfiyesiyle bu yeni sosyal medyalar agora’sının inşası arasındaki eşzamanlılık da ürpertici. Belki de ben abartıyorum, çarpık da olsa bir toplumsallıktan sinik bireyciliğe sürülmüş gibi hissediyorum kendimizi.

Yok abartmıyorsun bence, öyle bir geçiş var gibi. Ama tam olarak buna varmış da değiliz. Hâlâ bir “gerçek” var, hâlâ büyük kısmımız büyük oranda sokakta yaşıyor. Arkadaşlarımızın çoğuyla sosyal medyadan veya WhatsApp üzerinden irtibat halindeyiz belki, evet, ama yine de ara sıra buluşma ihtiyacı duyuyoruz sonuçta. Bu tabii daha küçük ölçekteki durum. Büyük ölçekte ise özellikle darbelerin ardından sokağın büyük oranda tasfiye edildiği söylenebilir, doğru, ama yok olmadı. Örgütlenme, dayanışma pratikleri önüne çıkarılan bunca zorluğa rağmen ölmedi. Depremde nabzını aldık mesela. Başka şeylerde de alıyoruz. Bir de Anadolu irfanı güzellemesi gibi olmasın ama bu coğrafyada duygudaşlığın, yardımlaşmanın güçlü bir damar olduğuna inanıyorum ben hâlâ. Sadece insanlar hem çok korkmuş, sinmiş durumdalar hem de bir şey yapacak olsalar da nereden başlamaları gerektiğini bilmiyorlar. Bu da daha önce bahsettiğim yalnızlıkla ilgili.

Mesela ülkenin siyasetine bir yerden angaje olmak, bir şeyleri değiştirmek için katkıda bulunmak istiyor ama aklına gidebileceği tek yer olarak filanca partinin kadın kolları geliyor. Öznelerin etkinliğini oy vermeye, siyaseti parti yapılanmalarına, dayanışmayı hayır kurumlarına bağış yapmaya indirgediğin zaman elbette sonuç bu oluyor. İnsanlar birbirlerini bulamıyorlar, bir gruba katılıp bir şeylerde etkili olduklarını göremiyorlar, bu da onları daha çok yalnızlaştırıyor. Yalnızlaşan insanlar var olduklarını duymak için sosyal medyada debeleniyorlar. Yalnızlık derinleşiyor. Derinleşen yalnızlık öfkeyi artırıyor. Öfkelendikçe bir şeyler yapabilme isteği artıyor ama görünürde bir kanal yok… Böylece tekrar başa dönüyoruz. Elinden sadece seçimi beklemek veya güvendiğin derneğe bağış yapmak gelince öfke dinmiyor. Kendini çaresiz ve yalnız hissediyorsun. Sosyal medyaya giriyorsun… vesaire vesaire.

Demek istediğim bir yandan mutlu olmak istiyoruz ama ulaşabildiğimiz olsa olsa haz oluyor, ya da hazza benzeyen geçici, uçucu bir şey. Mutluluğun kendimizle değil başkalarıyla ilgili olması mı buradaki temel mesele?

Zor yerden sordun. Mutluluk nedir gibi devasa bir soruya girmemiz lazım herhalde. Aradığımız mutluluk güzel bir haber aldığımız türden coşkulu bir duyguysa, ki bu bahsettiğin haz benzeri uçucu hisse denk düşüyor olmalı, evet, belki bunun daha ziyade dışsal olduğunu söyleyebiliriz. Ama öyle olmak zorunda da değil tabii. Biliyorum, sen yemek yapmayı seviyorsun mesela. Mutfakta pek çok aşamayı özenle, sabırla tamamladıktan sonra tencerede pişen yemekten tadımlık aldığın ilk kaşıkta sonuçtan memnunsan gelen bir coşku, mutluluk olmuyor mu? Demek insan kendi kendine de yaşatabiliyor o hissi ama belki emek vermesi gerekiyor.

Öte yandan, mutluluktan kastımız daha genel bir huzur ve hayattan memnuniyet haliyse, bunu sağlamak sanıyorum biraz daha zor. Zor çünkü hem kendi iç değerlerinle tutarlı bir hayat sürmek demek bu, hem de dış dünyayı içinde rahat edebileceğin asgari düzeye çekebilmeyi gerektiriyor. Psikoloji bu ilk kısma çok odaklanıyor işte: bakış açısını değiştirmek, temel kabulleri değiştirmek… Bunları da yapmak gerekiyor elbette, bazen dünyayı olmayacak yerden okuyoruz çünkü. Ama ikinci bölümün, yani “dünyayı değiştirmenin” önemini de göz ardı etmememiz lazım. Dolayısıyla genelgeçer bir formül yok bence bu işlerde. Bu ikisi arasında kendi dengesini kurmuş, kendini hayatta iyi kötü rahat ve özgür hissettiği bir pozisyona yerleştirebilmiş insan (bu pozisyon bazen dışardan bakan başkalarına hiç de cazip görünmese bile) her türlü mutlu oluyor. Terapinin de en temel amaçlarından birinin bunu sağlamak olduğunu düşünüyorum.

Jeanette Winterson’ın sevdiğim bir kitabı var, başlığı şöyle: Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın? Winterson çatışıp durduğu muhafazakar üvey annesine bir kadına âşık olduğunu, evden ayrılmak istediğini, mutlu olmak istediğini söylediğinde annesi bu yanıtı veriyor. Annenin soru-cevabındaki esas büyüleyici mesele cari gerçekliğin eksiksiz kabulü: Mutlu olmaya o kadar da gerek yok. Mutlulukla normallik arasındaki gerilim hep vardı sanki ama modern zamanlarda daha çok göze çarpmaya başladı, ne dersin?

O kitabı (tabii ki isminin cazibesine kapılıp) ben de okumuştum. Aslında bizden önceki kuşaklarda bizde ve bizden sonrakilerdeki kadar bir mutluluk arayışı yok gibi sahiden. Kendi anne babamı düşünüyorum mesela. Mutluluğu ön planda tutarak yaşadıklarından emin değilim. Belki çok da bir seçenek olmadığı içindi bu, yani çok standart bir yaşam çizgileri vardı. Okulunu okursun, işe girersin, evlenirsin, çocuk yaparsın vs. Herkes aynı şeyi yapıyordu zaten. Norma uymak kâfiydi belki. Tabii diyeceksin ki şimdi biz çok mu farklı hayatlar yaşıyoruz? Yine çoğumuz aynı sıralamayı izliyor belki ama bununla ne kadar barışığız, bilmiyorum.

Sosyal medyadan bahsettik ya hani, belki sosyal medyanın insanı huzursuz etmesinin bir sebebi de sana ne olmadığını göstermesi. İlkokuldan arkadaşın yurtdışında her akşam partilerde mesela, sen evde 20 günlük bebekle uykusuz oturuyorsun. Belki o arkadaşın senin bebekli fotoğrafını görünce bir şeyler kaçırdığını hissedip mutsuz oluyor, sen de “Ah, ben de onun yerinde olabilirdim” diye hayıflanıyorsun. Sonuçta hayatta yaptığın her seçim, başka bir şeyleri dışarıda bırakacak ve o yaşanmamış hayat, seçilmemiş senaryolar doğası gereği cazip görünecek göze. Belki bu nedenle normal olmayı tercih etmeye daha yatkınızdır. Her ne seçersek seçelim aklımız diğer seçeneklerde kalıyorsa bir miktar, en azından herkesin seçtiğini seçersek doğru yoldan gittiğimiz yanılsamasında teselli bulabiliyoruzdur. (Bu arada, kendime referans vermiş olacağım ünlü bir Fransız düşünürmüşümcesine ama yine vesaire‘de çıktığı için söylemeden geçmek istemedim: Teoman’ın otobiyografisi Fasa Fiso’yla ilgili bir yazı yazmıştım, tam da bu konuları tartışıyordum orada aslında. İlgilisi göz atmak ister belki.)

Bu söylediğin mevzu son zamanlarda benim de aklımı kurcalıyor ama şu yönüyle; insan yaşamında, mikro anlamıyla bireyin yaşamında asıl belirleyici olan büyük tercihler değil de –sanki– küçük küçük tercihcikler, tesadüfler ve tevafuklar. Özgür irade için küçük oyun alanları yani. Bir sokaktan değil de diğerinden geçmeyi seçtiğin için, tesadüfen biriyle tanıştığın için artık yaşamın bambaşka bir yolda akması gibi. Nihayetinde içine doğduğumuz ülke, sınıf, kültür, tarihi kesit, sosyal ortam, siyasal çatışmalar, eğitim vs. bizi yapıp belirliyor. Biri diyor ki filanca müzik türünü seviyorum, abi sen o müzik türünü sevmeye zaten yazgılısın diyesim geliyor (demiyorum tabii).

Kişiliğimize ve yaşamımıza şekil veren şeyin tesadüfi karşılaşmalar olduğu söylenebilir mi? Söylenebilir valla, yanlış gelmiyor bu bana. Gerçi bunların hepsinin bir tercihler dizisi sonucunda yaşandığını da iddia edilebilir: Öyle yapmasaydım, şuraya gitmeseydim, şu da olmayacaktı. En azından sonuçlar kötü olduğunda bunu daha çok kendi tercihlerimize yormaya meylediyoruz herhalde, ki suçluluk duyguları da buradan doğuyor. Yine de ben senin yaklaşımını daha yakın buluyorum kendime. Bireyin hayatında etken olma, bir şeyleri değiştirme becerisini çok önemsiyorum ama o meşhur kişisel gelişim mottolarındaki gibi hayatımızın tercihlerimizin toplamı olduğunu da düşünmüyorum. Hayatı biraz daha akışkan bir yerden okumak daha iyi geliyor bana. Bazı koşullara doğuyoruz, derken bir şeyler çıkıyor önümüze, biz bunlara göre bazı tercihlerde bulunuyoruz, yeni yollara giriyoruz, bir müddet sonra o yollardan da çıkıp başka yollara sapıyoruz… Nihayetinde aslolan yolun devam ediyor olması ve yolculuktan, iyi kötü, keyif alabilmeyi becermek.

Son olarak seçimler üzerine konuşmak istiyorum. Muhalefet –tanıdığım insanların çoğu bu gruba dahil– ağır bir yenilgi aldı, bu yenilgi dostlarımız üzerinde derin bir keder ve yılgınlık yarattı. Çocuklarımız için, ülkemiz için, ülkemizin geleceği için umut etmeye devam etmekten başka çaremiz var mı?

Bu keder ve yılgınlık duygularını çok iyi anlıyorum. Benim onayıma muhtaç değil kimsenin duygusu kuşkusuz, yine de gayet haklı ve anlaşılır bulduğumu da söyleyebilirim. Diğer yandan, bu duyguların sebebi biraz da bahsettiğimiz o yalnızlık ve çaresizlik algısı gibi geliyor. Örgütlü mücadelede yer alan veya vaktiyle almış insanların bu kadar dirençli ve umutlu olması bence “tesadüf” değil.  Hem mücadelenin kendisi hem de mücadeledeki yoldaşlık insana tahminin ötesinde bir güç ve iyimserlik veriyor. Yenilgi yıldırmıyor seni, hatta bazen daha da hırslandırıyor.

Bu bağlamda, haydi bir mücadele ekseninde olmasa bile, benzerlerimizle, dostlarımızla bir arada olmaya daha çok ihtiyaç duyacağımız bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Birbirimizin elini daha sıkı tutacağız, birbirimizi bırakmayacağız. Her gecenin bir sabahı var, kötü günler de elbette geçer, geçecek. Önemli olan bu fırtınadan kimseyi kaybetmeden çıkabilmek.

Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et