Fasa Fiso’nun düşündürdükleri

Umberto Eco’ydu sanırım, yazarların sadece alışveriş listelerini kendileri için yazdığını söylüyordu. Hâlâ hayatta olan popüler bir ismin otobiyografisi üzerine bir şeyler söylemenin, hele ki sözün sahibi psikolog kimliği taşıyorsa, tehlikeli bir yanı olduğu aşikâr: Kimsenin hayatını masaya yatırıp uyduruk bir analize tabi tutmak haddim değil, arzum hiç değil. Ama nihayetinde bir şey okudum, okuduklarım bende bir şeyler çağrıştırdı, içimde bir yerlere temas etti, zihnimi başka başka sorulara götürdü. Bu soruları sorma, aklımdakileri kağıda dökme cesaretini işte Eco’nun bu sözünden alıyorum. Sonuçta yazar, yargılanmak için değil herhalde, ama illaki duyulmak için yazıyor. Ben de bu yazıda kendi duyduklarımı anlatma hakkımı kullanacağım, bunu da hiçbir tanışıklığım olmayan Teoman’ın şahsı üzerinden değil, “kitabında anlattığı adam” üzerinden yapacağım.

Fasa Fiso’yu neden okudum?

Psikolojiyi bir çalışma alanı olarak antropolojiden ayıran en temel unsurlardan biri, bana göre, araştırmacının kendisini araştırma sürecinde bir etken olarak ele alış biçimi. Antropoloji araştırmacıları, bulgularını raporlarken kendi duygularını, geçmişlerini, önyargılarını da işin içine katıp özneli olabildiğince çırılçıplak soyuyor, böylelikle bir tür objektiflik elde ediyorlar. Psikolojide ise araştırmacılar kendilerinin de bir etken olabileceği bilinciyle kendilerini tüm süreçten çıkarmaya, etkisiz hale getirmeye, bunu başardıklarını da bilimsel olarak ispat etmeye çalışıyorlar. Ben antropolog değilim ama sanırım bu defalık ilk yöntemi tercih etmek daha isabetli olacak. Yani söze, Teoman’ın kendi hayatımdaki yerinden ve bu kitabı neden okuduğumdan başlayacağım. Bir otobiyografi üzerine konuşurken bu tür bir mütekabiliyetin şart değilse de adil olacağına inanıyorum.

Teoman’ın kuşağının sefasını fazlasıyla sürdüğü Beyoğlu’nun o efsane yıllarını ucundan kaçırdım fakat Teoman’ın kariyerinin en parlak kısımları ergenliğime ve üniversite yıllarıma denk geldiğinden aslında trene fena bir yerden de binmedim. Özellikle Teoman hayranı olduğum bir dönem hatırlamıyorum. Şebnem Ferah, Teoman, Özlem Tekin, Kargo, Vega, Mor ve Ötesi… bunlar paket halinde dinlediğimiz isimlerdi. Onları canlı olarak ancak okul festivallerine gelirlerse izliyorduk, bir de Rock’n Coke gibi festivallerde. Gece performanslarına yaşımız tutmadığından gidemiyorduk, yaşımız tuttuktan sonra da gitmedik gerçi. Belli ki o kadarı yetiyordu bize.

Teoman’ın herhangi bir şarkısıyla özel bir anım yoksa da şarkılarının çoğunu ezbere bilirim. Onun albümleri hayatımın önemli bir kısmının fonunda çaldı, tıpkı İstiklal’de (eskiden tabii) dört bir yandan çalınan ve o günlerin bir nevi soundtracki haline gelen şarkılar gibi. Dolayısıyla Teoman’la fark etmeden kurduğum güçlü bir bağım var(mış meğer). Ama otobiyografisini okumamın sebebi bu değildi; doğrusu tüm bunları, kitabı okuduktan sonra fark ettim.

Bu kitabı okumayı tercih ettim çünkü 1) otobiyografi en sevdiğim türdür ve 2) Türkiye’nin bence tek (erkek) rock yıldızı olan kişinin anlatacaklarını merak ediyordum. Dünyadaki akımların aksine Türkiye’de rock yıldızı olarak gösterilen erkekler “efendi çocuk” imajından çıkmıyor ve ağırlıklı olarak melankolik ayrılık şarkıları yapıyorlar. Teoman ise, bilindiği gibi, hem medyaya yansıyan tavrıyla hem de şarkı sözleriyle bu gruba dahil değil (hatta bir ara yine bir psikolog arkadaşımla bu konuyu masaya yatıran bir şeyler yazmaya niyetlenmiştik, belki yazarız da bir gün).

Fasa Fiso’yu işte böyle bir bağlamda, üç günde okudum.

Kişisel bir özet

Fasa Fiso’yu okumamış olanlar için kitabı bende kaldığı kadarıyla şöyle özetleyebilirim: Her nasılsa insana yine de sıcak gelen yalnız ve fakir bir çocukluk, bol kitap, bol çizgi roman, sonradan müzik, bunların açtığı irili ufaklı pencerelerden kurulan büyük büyük hayaller, o hayallerin peşinde koşma olarak yorumlanabilecek ama aslında kopuk uçurtma gibi geçen bir hayat, fırtınalı bir aşk hikayesi, karanlık odalar, nefessizlik, buruk gülümsemeli anılar, itlik serserilik, hep heves, çok vazgeçiş, detaycılık, öfke, yine yeniden arayışlar ve nihayet bir tür zoraki olgunlaşma…

Bana kalanlar

Fasa Fiso, Teoman’la bir şekilde temas etmiş, hiç değilse onunla aynı dönemde benzer yerlerde dolanmış insanların kendinden pek çok şey bulabileceği bir kitap, ki Ekşi Sözlük’teki ilgili başlıklara bakarsanız bunun örneklerini siz de görebilirsiniz. Göreceğiniz bir diğer şey de herkesin bu kitapta başka bir şey bulduğu olacaktır. Ben de kendiminkileri anlatacağım.

Kitabı bitirdikten sonra içimde bir şeylerin yerinden oynadığını hissederek epey bir müddet “durdum”. Bir şeyler okudum, bana bir şeyler oldu. Peki, ne? Yeterince psikoterapi tecrübeniz varsa (terapist olarak değil, hasta olarak) bu tür durumlarda doğru soruları sormayı öğreniyorsunuz: Bu kitap beni neden bu kadar etkiledi? Bana hangi kısmı dokundu? Üstüne bir müddet düşündükten sonra bir ana temaya varmayı başardım.

Başka bir hayat mümkün mü(ydü)?

Ergenlik, doğasında barındırdığı isyan ve bireylik arzusuyla rock müziği mıknatıs gibi çekme potansiyeline sahip. Öte yandan, her ergen rock müziğe ilgi duymuyor. Duyanlar, yani benim gibiler, “sistem” dedikleri şeyin kölesi olmayacakları “başka bir dünya”nın hayallerine tutunarak geçiriyorlar bu fırtınalı dönemi. Evet, hayat zor, kimse sizi anlamıyor, dünya kocaman ve sizin çok potansiyeliniz var ama üniversite sınavına hazırlanmanız lazım, olsun, girersiniz üniversiteye, mezun olduktan sonra bir yıl dünyayı gezersiniz mesela. Evlilik mi? Devletin sizin aşkınızı tasdiklemesine ihtiyacınız yok. Mesaili iş? Asla. Çocuk? Gündem dışı. Benim yaşıtlarım, yani benim rockçı yaşıtlarım, aşağı yukarı bu düşüncelerle geçirdi ergen yıllarını. Şimdi dönüp bakınca, haksız da değilmişiz hani. Peki ne oldu da dönüp dolaşıp herkesin seçtiği yollara girdik? Ve en önemlisi, girmekle hata mı ettik?

Fasa Fiso, tam da bu soruya yanıt vererek Frost’un o “gidilmeyen yol”una göz atma imkânı sunuyor. Şüphesiz, biz farklı bir yol seçseydik de yüksek ihtimalle rock yıldızı olmayacaktık. Ama zaten mesele bu değil; mesele, ergenliğimizin öngördüğü rock’n’roll hayatı yaşayıp yaşayamayacağımız ve eğer yaşarsak şimdikinden daha mutlu olup olmayacağımız. Teoman, kitabın bir yerinde evli çiftlerin (mealen aktarıyorum) tutkusuz bir hayat sürdüklerini bıyık altından gülümseyerek anlatıyor, örneğin. Vakti geldiği için evlenmek, vakti geldiği için çoluk çocuğa karışmak… Evli ve çocuklu bir insan için bile can sıkıcı bir ifade. Üstelik bunları söyleyen, her şeye rağmen evlenmiş ama sonra boşanmış, çocuklu bir rock yıldızı. Ve onun bir zamanlar ergen olan hayran kitlesi, artık büyük oranda evli ve çocuklu.

Fakat evlilik işin sadece ufak bir parçası. Teoman’ın hayatında kendimizden çok şey bulabilmemiz boşa değil: Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanan, sonra tam atılacakken aynı bölümü tekrar kazanan bir adamdan bahsediyoruz. Sıradan bir beyaz yakalının hayatını hem bir anlamda defalarca yaşamış hem de hiç yaşamamış birinden. Bugün üniversiteye hazırlanan pek çok öğrencinin hayallerini kurduğu imkânları bir tür hobi gibi arka plana atmış, başka şeylerin peşinden koşmuş, şöhretinin zirvesindeyken bilgisayar kullanmayı bile doğru dürüst bilmediğinden sırf kendini oyalamak için özel hocalar tutan biri. Aynı zamanda benim diyen yayıncıdan fazla kitap okuyan, okumakla kalmayıp yazan, besteleyen, veya hepsini kendine saklayan biri bu kitapta anlatılan. Bir kadını seviyor, hem de nasıl seviyor, yıllar sürüyor bu aşk, ama ilişkide dikiş tutturamıyor bir türlü. Önüne inanılmaz fırsatlar çıkıyor, “haydi kabul et!” diyor içinizdeki ortalama refleks, ama o eften püften bir sebeple elinin tersiyle itiyor. Çok aç kalıyor, çok canı sıkılıyor, yine dönüp dolaşıp dört ayağının üstüne düşüyor. Ve yıllar sonra geldiği noktada bu saatten sonra on Grammy alsa da fark etmeyeceğini, şarkılarını bir barda bağıra çağıra söyleyen üç dört genç kızı duyduğu ilk andaki o heyecanı aradığını, bulamayacağını bildiğini, artık hevesle beklediği tek tük şeyden birinin haftada üç gün spora gitmek olduğunu söylüyor.

Müziği bırakması da böyle bir yere denk düşüyor: Kendisini çocuksu bir uğraşla ömür geçirmiş biri olarak tanımlıyor Teoman. Gençken pek çok insanın kurduğu hayali gerçekten yaşamış, ama sonuçta şarkı söyleyen bir adam, keyfi için bir de film yapmış ve bu da çocuksu bir şey ona göre. Kendini gerçekten yetişkin hissedemediğini, pek çoğumuz için banal olan o yetişkin hayatını hiç yaşamadığını, bundan dolayı da bir şeyleri kaçırdığını ve mutlu olamadığını düşünüyor, veya en azından ben öyle anlıyorum. Öbür yakada ise biz, herhalde, tam tersine, ona bakıp asıl bir şeyler kaçıranın biz olduğunu düşünüyoruz. Ergenliğimizde kendimize verdiğimiz sözlerin hemen hemen hiçbirini tutmadık. On altı yaşımızdaki halimiz şimdi dönüştüğümüz şeyi görse herhalde yüzümüze tükürürdü.

O halde soru şu: Teoman mıydı doğru yolu seçen, yoksa biz miydik?

Shakespeare’den ilhamla hikâyenin sonunu peşinen vereyim: Bu soru karşısında, çok yanlış anlaşıldığı için deterministik olmakla suçlansa da, Freud’un açtığı yolda teselli buluyorum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki o meşhur replikte ifade edildiği üzere, psikanaliz çıktığından beri hepimiz az çok hastayız ne de olsa. Bu kötü bir şey değil, bunu kabullenince kanatlanıyor insan. Dolayısıyla doğru veya yanlış bir yol yok belki de; hepsi aynı yere çıkıyor. O yerin adı da gidilmeyen yollara anlamlar yükleyerek mevcut yolda bata çıka ilerleyerek geçen bir ömür. Veya daha Lacancı bir dille ifade edersek, oyunun baki kalması.

Biraz açalım. Görece iyi bir nevrotik, yani Freud’un gözünde bir insanın varıp varabileceği en sağlıklı hale erişmiş kişi, dünyayla iyi bir pazarlık yapmış kişidir. Dünyanın kurallarını anlar, düzene biat eder, ama azıcık nefes alabilmek için kendi yasak arzularından bazılarını makul ölçülerle sistemin deliklerinden kaçırmayı da bilir. Başka bir deyişle, sağlıklı olmak biraz sinsi, biraz da asi olmayı gerektirir… ama biraz, çok değil. Biz nevrotikler okulda öğle teneffüsünde izbe bir yer bulup sağı solu kollayarak bir dal sigara tüttürürüz, bundan haz alırız, biraz da korkarız, korkudan da haz duyarız, ama ayak sesleri gelince o sigara hemen söndürülür. Hayatımızın kalanı da aşağı yukarı bu şekilde geçer.

Oysa bir rock yıldızı, sigarasını öğretmenin karşısında yakıp herkesi dehşete düşüren, bir o kadar da kıskandıran kişidir. Disipline gider, araya birileri girer, okuldan atılmaz, ufak bir ceza alır belki, her şeye rağmen mezun olur. Canımız sıkılır: Bilsek biz de içerdik, diye düşünürüz. Oysa içmezdik, içemezdik, içmedik de. Bizi ondan ayıran şey de budur zaten.

Çocukken ya da gençken kurduğunuz hayalleri rafa kaldırıp dünyaya biat ettiğinizde, elinizde hiç değilse “ah aslında o hayallerimi gerçekleştirseydim ne de mutlu olurdum” düşüncesi kalıyor. Bir fanteziye sığınabiliyor, aslında şöyle şöyle olsa çok daha mutlu olabileceğiniz ama koşulların bunu gerektirdiği fikrinde teselli bulabiliyorsunuz. Hatta o alternatif hayatı dolambaçlı yollardan, farklı formatlara büründürüp ufak ufak tadabiliyorsunuz. Düşününce bu, büyük nimet.

Çünkü diğer senaryoda tam da sizi çok mutlu edeceğini düşündüğünüz yoldan gidiyor, hayallerinizi gerçekleştiriyor ve sonunda hiç de öyle mutlu olmadığınızı fark ediyorsunuz. İşin kötüsü, geriye başka hayal de kalmamış; ne istediyseniz yapmışsınız zaten. Veya daha doğrusu, belli bir ölçekte yapmışsınız ama fazlasını zaten olduramayacağınızla yüzleşmişsiniz. Yaşayacak 20–30 yılınız var daha, içinizde kalmış bir şey yok, geleceğe dair bir hayaliniz yok… ne yapacaksınız?

Türkiye’de yaşayan insanlar olarak geleceğe dair pek bir hayalimizin olmaması konusunda büyük oranda ortaklaşıyoruz belki ama en azından çoğumuzun içimizde kalmış şeyler var (teselliye bakın!), zorda kalırsak onlara sığınıp alternatif yaşamlar kurgulabiliyoruz zihnimizde. Bir rock yıldızının içinde ne kalmıştır acaba, diye düşünmeden edemiyorum. Keşke üniversiteyi bitirince evlenseydim? Keşke bir şirkette işe girseydim? Hiç sanmıyorum.

Fasa Fiso’da anlatılan Teoman’ın yaptıklarından pişman olduğunu düşünmüyorum ama hayat onu bir tür Yunan tragedyasına sürüklemiş gibi geliyor bana: Arzularının gerçekleşmesiyle lanetlenmiş bir adam. Bizler sığ sularda iyi kötü yüzerken Teoman fırtınalı denizlerde maceralara atılıyor atılmasına ama denizler deniz değil, çabuk bitiyor, birden karada buluyor kendini ve tam manasıyla sudan çıkmış balık gibi soluğu kesiliyor. Kendi denizini sil baştan yaratmaya çalışıyor, hem de ne büyük emeklerle… ta ki sular bir kez daha hızla çekilene dek.

Hayat sahiden de ileri dönük yaşanıp geriye dönük anlaşılıyorsa, ki öyle görünüyor, 35 yaşımdan geri dönüp hem Teoman’ın hayatına hem de kendi hayatıma baktığımda biz insanların seçebileceği bir “doğru yol” olmadığını görüyorum nihayetinde. Hatta neyi ne kadar “seçiyoruz”, ondan da emin değilim. Ama Fasa Fiso’dan benim çıkardığım, ki belki de görmek istediğim bu olduğu içindir, öyle de yapsaydık böyle de yapsaydık nihayetinde girdiğimiz yolla barışmaya mecbur kalacağımız. Lisede hayalini kurduğum hayatı yaşasam şimdikinden daha mutlu mu olurdum? Muhtemelen hayır. Bu benim doğru karar verdiğimi mi gösteriyor? O da hayır.

Şu oluyor, bu oluyor, bir şeyler yapıyoruz, bir yerlere varıyoruz, sonra biraz daha ittiriyoruz kendimizi çünkü her şeye rağmen seviyoruz yaşamayı. Teoman da seviyor. O da herkes gibi çabalıyor. Çabada ortaklaşıyoruz. Bir de arzuya muhtaçlığımızda.

“limon kimyon zorro” rumuzlu bir sözlük yazarı Fasa Fiso’yu okuduktan sonra “teoman” başlığına şöyle yazmış:

(…) asıl olan biyografisini okurken bana hissettirdikleri. samimiyetle anlattığı içindeki teoman çok kırılgan, korkmuş, güçsüz bir çocuk. kendini yıkmak için gösterdiği inanılmaz çaba şimdi şarkılarını daha iyi anlamamı sağladı. açık konuşmak gerekirse bugüne kadar kendisini çok sevsem de şarkı sözlerindeki ergenlikten hafifçe irite oluyordum. ancak şimdi öyle hissetmiyorum.

hatta mümkün olsa gelsin yanımızda güven içinde dinlensin kendisini toparlasın istiyorum. çok eski bir dostumun bilmediğim bir derdini çok geç keşfetmiş olmanın utancı var içimde.

Burada erişilen farkındalık ve empati, herhalde farklı yollardan aynı umut ve çabayla yürüdüğümüzü görmekten geliyor. Ne de olsa çocukluğun yalnızlığı ve hayalleri, bir türlü oldurulamayan aşklar, depresyon, gelecek kaygısı, yaşarken trajik ama anlatırken komik anılar hiçbirimize yabancı değil.

Yine de biz bir Teoman olamayız tabii, ne yazık ki Teoman da bizim gibi olamıyor.

4 yorum
  1. kendisiyle büyümüşüz konserine gittiğimde anladım .. yaşım geçtikçe daha iyi anlıyorum hissediyorum şarkılarını .. kaybettikçe belki de .. yazı Harika olmuş emeğinize sağlık 👏👏

  2. ” Çok eski bir dostumun bilmediğim bir derdini çok geç keşfetmiş olmanın utancı var içimde.” (tüm yazıdan alıntıyı alıntıladığım için kusuruma bakmayın, yazınız da bir harika, seçtiğiniz alıntı da)

    Kitabı çoğumuz benzer hislerle okuduk muhtemelen, Teoman’ın Salinger’ı anımsatan bir tarzı vardı (elbette), yoğun bir empati hissettirdi. Ben de açtım albümlerini, şarkılarını bir bir dinledim, özenle çalıştığı kliplerini izledim, daha bir özümsedim. Kendisini zaten severim, daha da yüreğime dokundu. Sırf binlerce yüreğe dokunduğu için, bana ne kadar kıymetli geliyor ama belki o bunu görse de o kadar anlamlı gelmiyordur kendine. Umarım kendisini çok daha iyi hisseder.

    İyi ki bu kitabı yazmış, iyi ki onlarca güzel şarkısı var.

    Size de yazınız için teşekkürler, bu hisleri paylaşmış olduk 🙂

  3. Kitabı, Teoman’ı Nilay Örnek’in podcastinde dinledikten sonra hemen alıp bir solukta okudum. Okurken kendimden bir şeyler hissettim tam da dile dökemediğim. Siz çok güzel dile getirmişsiniz. Çok güzel bir yazı olmuş. Teşekkürler.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share