İyi hikâye anlatma kılavuzu: Nick Cave

Nick Cave
Nick Cave

Diyelim ki zamanda yolculuk yapabiliyorsunuz, ama bu yolculuğun iki şartı var. İlki, yalnızca daha önce bulunduğunuz bir mekâna ve zamana dönebilirsiniz. İkinci ise eğer çocuğunuz olursa, onun doğumundan öncesine gitmeniz mümkün değil. Zaman yolculuğunda başınıza gelenleri herhangi bir insan gibi kabullenmek zorundasınız. 60’lı yaşlarınıza geldiniz, iki çocuk, iki de torun sahibisiniz. İleri evrede kanser hastası olduğunuzu, bu durumu zamanda geriye dönerek düzeltmenizin de mümkün olmadığını öğrendiniz. Bir süre boyunca özel yeteneğinizi sevdiklerinize biraz daha zaman ayırmak, okumaya fırsat bulamadığınız o kalın kitapları okumak için kullandınız. Artık ölmeye hazırsınız. Aile arasında yapılacak mütevazı bir törenle gömülmek istiyorsunuz.

Şimdi ailenize bildiklerinizi açıklayacak, bir de cenaze töreninde hangi şarkının çalmasını istediğinizi söyleyeceksiniz. Seçeceğiniz şarkı ne olurdu? About Time (Richard Curtis, 2013) filminin bu soruya verdiği cevap: Nick Cave, “Into My Arms” (The Boatman’s Call, 1997). Zamanda geriye gidip istediği şarkıyı tekrar dinleyebilecek birinin, geride kalanlara ve dünyaya bırakmak istediği son şey bir Nick Cave şarkısı.

Nick Cave, 22 Eylül 1957’de Avustralya’nın Melbourne yakınlarındaki küçük bir kasabasında, Warracknabeal’da doğdu. Annesi ileride gideceği lisenin kütüphanesinde çalışıyordu, babası da aynı okulda İngilizce öğretmeniydi. “12 yaşındayken babam bana Lolita’nın ilk bölümünü okudu. Yüksek sesle okurken ona bir şeyler olduğunu gördüm. Başka bir adama dönüştü, aklı ve ruhu gelişti. Gizli bir dünyaya kabul edildiğimi hissediyordum, cinselliğin, yetişkinliğin ve sanatın dünyasına. Öte yandan yalnızca bir çocuktum, onun beklentilerini her zaman karşılayamıyordum. Kötü bir gerilim romanı okuduğumu görür, kitabı elimden alır ve ‘Kan gövdeyi götürsün mü istiyorsun? Titus Andronicus oku!’ derdi.”

Nick Cave’in hikâye anlatmaya ne zaman başladığını bilmesek de bütün bunların babasıyla bir ilgisi olduğu şüphesiz. Yaklaşık 20 yıl kadar önce yazdığı “The Secret Life of the Love Song” (Aşk Şarkısının Gizli Hayatı) adlı makalede buna değiniyor: “Babamın beklenmedik ölümüyle dünyamda devasa bir boşluk oluştu. Yazmak, bu boşluğu doldurmayı öğrenmemi sağladı.”

Nick Cave, ebeveynlerinin çalıştığı okuldan atıldıktan sonra kendini Melbourne’da bir yatılı okulda buldu. Yatılı okuldayken Boys Next Door grubunun gitaristi olarak tanıştığı Mick Harvey’yle 1974’te başlattığı işbirliği 2000’li yıllara kadar ulaştı. İkilinin seyirciyi kendisiyle yüzleştirmekten kaçınmayan hâli ve bunu sürekli daha ileri seviyeye taşımaktaki inadı, bir süre sonra birahaneler ve askerlerin takıldığı kulüplerden başka bir yerde çıkamamalarına neden oldu. 1978’de grubun adı Birthday Party olarak değiştiğinde, yasaklı oldukları mekânların sayısı çalabildikleri mekânların sayısını aşmıştı. Grup da Avusturalya’da artık kült statüsüne ulaşmıştı.

1980’de Londra’ya taşınan grup, Prayers on Fire ve Junkyard adlı iki albüm çıkardı. Kendini hiçbir zaman Londra’ya ait hissetmeyen Nick Cave ise aradığını başka bir şehirde buldu: “Berlin’de gerçek anlamda bir sanatçı topluluğu bulduk. Filmciler, müzisyenler ve ressamlarla Londra’da hiç bulamadığımız türden bir kaynaşma söz konusuydu.” Kreuzberg’de bulunan “Risiko” adlı barın müdavimi hâline gelen Cave, kendisi ve Harvey’le birlikte Nick Cave and the Bad Seeds’i kurucuları arasında yer alan Blixa Bargeld’le burada tanıştı. Alman müzisyen Blixa Bargeld, Almanya’nın en sıkı gruplarından Einstürzende Neubauten’in de kurucusuydu.

Nick Cave hep iyi bir hikâye anlatıcısı oldu, sözünü en doğru biçimde ifade etmeyi her zaman bildi. “The Mercy Seat” (Tender Prey, 1988) şarkısının başında idam cezası alan bir adamın ağzından “neredeyse tamamen suçsuzum”, sonunda ise “her halükarda doğruyu söyledim, ancak korkarım yalan söyledim” dedi. Bu şarkıyı yeniden yorumlayan Johnny Cash, ilk kısmı “tamamen suçsuzum” diye söylüyordu. Bu, Nick Cave’e göre aslında pek de iyi bir fikir değildi: “Adamın, suçu işleyip işlememesinden bağımsız olarak kendisini suçsuz hissetmesi fikri hoşuma gidiyor. (…) ‘Tamamen suçsuzum’ suç işlemediği ve haksız yere hapis yattığı anlamına geliyor, şarkının devamı da anlamını yitiriyor.” Yine de, doğrusunu en iyi kendisinin bileceği bir hikâyede bile başka bir hikâye anlatıcısına müdahale etmek istemedi: “Sonuçta bu Johnny Cash, adam idolüm ve benim şarkılarımdan birini söylemesi benim için büyük bir onur. Bununla ilgili boş boş konuşmak terbiyesizlik olur.”

Nick Cave de her hikâye anlatıcısı gibi durmadan iyi bir hikâyenin izini sürüyor: “Bir şarkı yazarı olarak gerçeğe pek ilgi duymuyorum, ya da en azından anlam ve duygusal karşılığın yanında gerçek, arka planda kalıyor. Mantıken demiyorum, anlamlılık ve değer bakımından.” Bu mantıksız da gelse değerli olabilecek hikâye arayışı, onu doğduğu kasaba Warracknabeal’a bir heykelini diktirme talebini ortaya atmaya yönlendirdi. Amacı, “Kim ulan bu adam?” dedirtmek, projenin reddedilmesi, çoktan üretilmiş heykelin çölün ortasına atılması ve uzun vadede çöl tarafından yutulmasıydı. Şöhreti, kurguladığı hikâyenin gerçeğe dönmesine engel oldu. Heykel fikrinin kasabanın ilgisini çektiğini öğrenince Nick Cave’in projeye dair ilgisi kayboldu.

2015 sonunda Nick Cave, 15 yaşındaki oğlu Arthur’u kaybetti. Onunla ilgili son dönemde yayımlanan yazıların çoğunda da bunu görmeniz olası. Son albümü Skeleton Tree’nin sözlerinde bu acıya göndermeler arandı, müziğini bir yas tutma biçimi olarak yorumlayanlar oldu. Nick Cave’in ise beylik sözlere, büyük yorumlara ilgisi yoktu. Aslında babasının ölümünden sonra ikinci kez açılan boşluğu doldurmak için bildiği tek şeyi yapıyordu: “Bunun cesaretle filan ilgisi yok, sadece başka ne yapacağımı bilmiyorum. Tek bildiğim, yaptığım şeyin çalışmak olduğu, bu da bir şekilde devam ediyor işte. Sanırım temel olarak eğer vazgeçersem geri ayaklanamayacağımı biliyorum. Başına korkunç bir şey gelen herkese de tavsiyem bu, bir grup kurun ve turneye çıkın.”

Bu yaklaşım hayatı ve trajediyi nasıl okuduğunuzla ilgili. Nick Cave’in bakış açısına gerçekçilik hakim, ancak duygusallığa da fazlasıyla yer var. Yas tutmayı hem bireyin kendisi hem de etrafındakiler için hastalıklı olduğunu düşünmenin ittirici gücü, belki de onun “kendine güveni az olan bir megalomanım” dedirtecek ikilikleri benimsemesinin önünü de açıyor. “The Secret Life of the Love Song” makalesinde W. H. Auden’den yaptığı alıntıda geçtiği gibi: “Travmatik deneyim denen şey bir kaza değil, hayatının ciddi bir mesele hâline gelmesi için çocuğun sabırla beklediği bir fırsat. O gerçekleşmeseydi, başka bir şey bulurdu.”

About Time filminde zamanda yolculuk etmek, ailenin bütün erkeklerinin sahip olduğu bir yetenekti. Kanser olduğunu öğrenen babanın da oğluna telkin ettiği bir şey vardı: Tekrar tekrar yaşadığı onca yıldan öğrendiği bir tür hayat tüyosu. Gerçekten mutlu olmak için her günü iki kere yaşamasını öneriyor, önce olduğu gibi, dünyanın ne denli hoş olabileceğini kaçırmamızı sağlayan her türlü gerginliği yaşayarak. İkinci sefer ise birebir aynı günü yaşayıp, bütün bu güzellikleri fark etmeye çalışarak. Bunu bir adım ileri götüren oğul, her günü ikinci sefer yaşıyormuş gibi düşünmeye başlıyor, bir süre sonra da artık geçmişe dönmeye ihtiyaç duymadığını fark ediyordu.

Nick Cave oğlunu kaybettikten sonra çekilen ve Skeleton Tree’nin üretim sürecini anlatan belgeselin adı da tam olarak bunu hatırlatıyor: One More Time With Feeling (Andrew Dominik, 2016). Bir daha, bu sefer daha duygulu. Projeye dahil olmadan önce kendisine sevmediği her şeyi atma özgürlüğü verilmesi koşulunu ileri süren Nick Cave, bitmiş malzemeyi gördüğünde olduğu gibi bırakmaya karar veriyor. İyi bir hikâye anlatmanın iyi bir düzenleme gerektirdiğini bilse de bazı hikâyelerin öyle dürüst bir hamlığı var ki onlara müdahale etmek mümkün olmuyor. Cave, filmin bu hâliyle insanları kendi deneyimlerini anlatmaya teşvik ettiğine inanıyor.

One More Time With Feeling, bir açıdan bir diğer Andrew Dominik filmi The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford’la (Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti, 2007) konuşuyor. Nick Cave, o filmde Jesse James’i öldüren Robert Ford’un karşısına bir barda çıkan, insanlara bütün hikâyeyi anlatan bir sokak çalgısı rolünde. Personasının belki de en iyi kullanımını sergileyen filmin bu sahnesinde Cave, Rancière’e “apaçık gerçeklik işte burada, ama onu görmek istemiyorsunuz” dedirtecek türden bir durumun ifşasını üstleniyor. Apaçık gerçekliği ifade etme sorumluluğunu hissettiği bir diğer yer, One More Time With Feeling’de Arthur’dan bahsettiği an: “İnsanlar onun kalbimde yaşadığını söylüyor, ‘öyle’, diyorum, ama gerçek şu ki o hayatta değil.”

14 Şubat 2017’de, son albümü Skeleton Tree’den bu yana bilinçli olarak tek bir söz dahi yazmamış Nick Cave yeni bir albüm için çalışmaya başladı. Aradan geçen zamanda, uzun süredir işbirliği yaptığı Warren Ellis’le bir dizi film ve National Geographic’in Mars serisi için müzik, bir de Tom Waits gibi isimlerin de yer aldığı Stories for Ways and Meanings (Yöntemler ve Anlamlar için Hikâyeler) adlı kitap için bir çocuk hikâyesi yazdı. Öyle ya da böyle bildiği tek şeyi yapmaya, hikâye anlatmaya devam ediyor.

Nick Cave, 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında 10 Temmuz akşamı KüçükÇiftlik Park’ta olacak. Konserlerinde fotoğraf çekilmesine karşı değil, hatta konserlerden olağanüstü fotoğraflar çıkabildiğini kabul ediyor, bunu da rock’n’roll fotoğrafçılığının yeni bir türü olarak görüyor. Öte yandan seyircinin bütün bu meseleleri düşünüp onun için üzülmesi, konserin bir ayine dönüşmesi fikrine karşı çıkıyor: “İnsanların gelip başka birinin meselesinden dolayı üzüldükleri konserler vermek istemiyorum. Konserlerin mutluluk ve ilham vermesini, insanların bulaşıcı hastalık gibi yayılan bir empati duygusuyla berbat hissederek değil, geldiklerine kıyasla daha iyi hissederek ayrılmalarını istiyorum.” Muhtemelen en çok isteyeceği ise şarkılarının kendi hikâyenizi anlatmanıza, kendi anlamınızı bulmanıza vesile olması: “Bildiğiniz gibi şarkılar çok ilginçtir. Sabırlıdırlar, anlamı beklerler, anlam da yıllar içinde değişir.”

İyi hikâyeler dinlemek, ilhamınızı aramak, kendi hikâyenizi bulmak, yalnız olmadığınızı bilmek veya yalnızca iyi hissetmek için 10 Temmuz akşamı nerede olacağınızı biliyorsunuz.


Kaynaklar: The New York Times, GQ 


[Bu yazı, İstanbul Caz Festivali’nin maddi desteğiyle hazırlanmıştır.]

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et