“O kitap” yerine “başarısızlığın kitabını” yazanlar

MUHTEŞEM GÜZELLİK (Paolo Sorrentino, 2013).
MUHTEŞEM GÜZELLİK (Paolo Sorrentino, 2013).

Çıkışsız kalmış entelektüelin draması bu. Sistemi ve sorunları bilen, iyi kötü analiz edebilen, ilk gençlikte şu ya da bu ölçüde bunların üzerine gidebilen, sonraları iş güç ve gündelik yaşamın hayhuyu derken mücadele anlamında geri düşen, ne olursa olsun her yaşta “durumun farkında” olmayı sürdüren ve bir şekilde potansiyelini gerçekleştirebileceğini, birikimini ilerletebileceğini, anlamlı bir şeyler üretebileceğini düşünen entelektüellerin (sıkıştıkları alanlarda ya da sıkışma dönemlerinde) bir türlü çıkışı bulamamasının, eh, bulamayınca da haliyle gösterememesinin, anlatamamasının, yaşayamamasının dramı…

Bu durumu ve dramı anlatan kişi ve yapıt çok elbette. Arada denk gelip, üzerine biraz düşünüp, bazen kendimizle ya da tanıdığımız birileriyle bağlar kurup, bazen bağsız/bağlantısız bırakıp okuyoruz, izliyoruz, geçiyoruz öylece. Bu defa daha uzun süre takıldım, aralarındaki paralellikler, özellikle öne çıkan ana kahramanları arasındaki benzerlikler nedeniyle iki film ve bir roman, daha derinlemesine çekti dikkatimi.

Paolo Sorrentino’dan Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza), Iris Murdoch’tan Kitap ve Kardeşlik (The Book and the Brotherhood, Türkçede yok maalesef) ve Louis Malle’dan Ateşle Oyun (Le Feu Follet – İngilizcesiyle “Fire Within” denince, Türkçede “Ateş İçinde” ya da “İçteki Ateş” daha iyi uyarmış sanki ya da Fransızcadan bire bir “Ham Hayal”) bunlar.

Sırasıyla 2000’ler İtalyası, 1980’ler Britanyası ve 1960’lar Fransası. Yirmişer yıl zıplaya zıplaya hep aynı noktadayız: Sol duyulu entelektüel çevreler ve yıllar içinde boşluğa düşen kahramanların ortasında… Gençlikten ufak tefek mücadele anıları, yakın arkadaşlarla birlikte verilen kavgalar, yer yer çılgınlıklar, sık sık sabahlamalar, gelgeç aşklar var kahramanlarımızın aklında. Dünyanın önlerine açıldığı yıllar, büyük potansiyeller ve beklentiler… Peşi sıra hayal kırıklıkları, kırgınlıklar, yorgunluklar. Ne kadar da tanıdıklar.

Evet, gençlikte önümüze açılan büyük olanaklar, potansiyeller var; her yöne gidilebilir, her şey yapılabilir, birçok şey değiştirilebilir, dünya bile… Seneler akıp geçtikçe gelmeyen değişimin hüznü ve öfkesi var sonra. Toplumsal olan ayrı dert, bireysel olan ayrı… Olanakların değerlendirilememesi, potansiyellerin gerçekleşememesi… En büyük hüznümüz, hüzün kaynağımız değil mi hep?

Bir zamanlar pırıl pırıl parlıyorlardı. Daha çok parlayabileceklerinin, hatta toplumu da aydınlatabileceklerinin ışıltılarını sunuyorlardı. Söndü mü ışık, yitip gitti mi bütünüyle? Yoksa büyük bir yangını tutuşturacak şekilde içten içe yanmaya devam mı ediyor? Her şeye rağmen yine de bir umut var mı? Yok mu? Hiç mi yok?

Tutkulu ilişkiler/aşklar, yüce emeller/hedefler, heyecanlı tartışmalar/kavgalar… Geride kaldı hep. Gölgelerinde yaşadık, yaşıyoruz bir süre. Sürdürenleri ve yeni gelenleri gözlemliyoruz belki. Belki onu da bıraktık. Ne olacak halimiz böyle? Ne olursa olsun, sahici bir şeyler arıyoruz neticede. Eğilip bükülmeyen türden, onurlu, tutarlı, ısrarlı, erdemli, yaratıcı… Azalıyor galiba böylesi, böylelerinin varlığı, sayısı, ağırlığı.

Üç yapıt var aklımızda bu ve benzer düşünceler arasında dolaşan, onları çağıran. Önce roman: Iris Murdoch’ın romanında eski bir arkadaş çevresi var, yıllar önce Oxford’da birlikte okumuşlar, gençlik düşlerini ve düşüncelerini paylaşmışlar, aşk meşk yaşayıp –arada bir araya geldiklerinde eski ateşi harlasalar da– farklı dünyalara dağılmışlar ama aralarından özel birine hep farklı türden bir ümit bağlamışlar. Yeteneğini, birikimini, potansiyelini farklı görüp onunla dayanışmaya, onun için özel bir fon oluşturmaya, onu köşesine çekilip yazması için bir anlamda “rahatlatmaya” ya da “kapitalizmden korumaya” karar vermişler.

Araştıracak, tartışacak, hesaplaşacak, yoğunlaşacak, derinleşecek ve yazacak o. Troçki okulundan, zehir gibi, ateşli biri. Mücadeleyi bırakmayacak, düşüncede ve eylemde süzdüklerinden hareketle “o kitabı” muhakkak kaleme alacak.

Evet, hep bir “o kitap” ya da “the kitap” beklentisi var. Dilerseniz “the eser”. Olmadı “grand teori”. Ah bir gelse, çözüverecek her şeyi.  “Bir yazmış pir yazmış” ile “bir yazacak, pir yazacak” arasında hep. Belki zamanında “bir yazdığı” ile “pir yazabileceğini” de göstermiş ama bekliyoruz uzun zamandır, “pir” hâlâ yok ortalıkta.

Potansiyel ise ortada. Gerçekleşmediği sürece giderek büyüyen sorunlar yumağı da. “Yazsana kardeşim, kaç yıl geçti aradan, çok büyük bir meblağ değil ama hep biz mi besleyeceğiz seni? Hani o büyük eser, hani yer yerinden sarsılacaktı yazacağın o yeni şeyle, hani, nerede? Bizim gibi çile çekmedin, bu düzenin kirine pasına bulaşmadın, ikiyüzlülükle uğraşmadın, para ve mevki kazanma yarışının çirkinleştiriciliğinden, günlük çekişmelerin aptallaştırıcılığından sıyırdın, akademiyi de küçümsedin, köşene, sırça köşküne çekildin, hep ümit verdin ama hâlâ elle tutulur bir şey veremedin, hadisene kardeşim!” vb.

Filmlerdeki ilgili kahramanlarımız, Murdoch’ın romanındaki gibi böylesine büyük ümitler bağlanan kişiler değiller belki. Gençlikteki ışıltıyı söndürme konusunda ise onlar da mahirler. Biri içkiye sarılmış, kalabalıklar arasında yalnızlığa ve boheme; diğeri şıpsevdiliğe, gelip geçici ilişkilere ve mıh gibi kalıcı alaycılığa. İkincisi, yani Muhteşem Güzellik’in kahramanı da aslında bir “the eser” peşinde. Öylesine muhteşem olmalı ki, tıpkı Roma gibi, yaptığına ve yaktığına değmeli!

Tek ve küçük bir eser –roma(n)cık– kaleme almış geçmişte, yankı da bulmuş, şimdi 65’inde, çok daha iyisi ve büyüğü beklenirken yıllar boyunca, boş vermişliğe ve gönül eğlendirmeye dalmış o sadece. Peki ya “o kitap” nerede? Gazetecilik, eleştirmenlik dünyasının onlarca tanıdık siması, “sahte dostu”, “yapay ilişkileri”, dedikoduları, ayak oyunları vb. arasında onu yazmak çok zor be! Yazarlık başka, yazıcılık başka. Kendisine göre çok daha üretken, çok sayıda (ama sıradan) kitap yazmış bir kadın arkadaşı da var filmdeki denk gelişlerinde; tam bir yazıcı, kendisi gibi kopmamış, hep partili kalmış ayrıca, kitapları da partiyle bağlantılı yayınevlerinden çıkmış tabii… İyi de konu o değil ki, “Boş ver şimdi şu dandik kitapları, yatmış mıydık biz hiç seninle?”

Nereye varır ki insan böyle? Belki eski bir başka sevgilinin ölüm haberiyle birlikte, içeride yıllardır bekleyen ve gizli gizli yanan bir kor tutuşur da sol memenin altındaki cevahir ışıldar da, güzellikleri ve Roma’yı anlatmaya/yazmaya başlarsın yine!

Malle’ın kahramanı çok daha başka Sorrentino’nunkinden. 65’lerinde değil 35’lerinde, ama ölümüne içilen içki sayesinde ruhu daha da yaşlı belki. Yeniden gençliğini hissetmeye, bağımlılığından kurtulmaya da çalışmış ama sahici ilişkilere tutunamazken, düşkünlük kalıcıyken, tedavi girişimleri ne kadar işe yarayabilir ki?

Sanki diğer ikisi gibi orta yaşlara uzanamadan, “o kitap” işlerine hiç kalkışmadan, tedaviden çıkıp eski dostlarını, gençlik aşklarını son bir kez yoklayıp, son felsefi tartışmalarını tamamlayıp, zamanında yazılmış “o kitaplardan” birinin sayfalarını bitirir bitirmez, bitirecek her şeyi. Madem mücadelenin yokluğunda, sahici ilişkilerin/aşkların yokluğunda, anlamlı bir şeyler üretip geliştirememenin yokluğunda, ilgi, heves ve merak da kaybolmuşken erkenden ölünüyor ruhen, bu tensel varoluşu neden sürdürmeli, bu yıpranmış bedeni neden oradan oraya sürüklemeli ki?

Ortak noktalar çok kahramanlar arasında. Serserilik var her şeyden önce. Ümitsizlik ve boş vermişlik var. Gençlikte bağlanan ümitler var. Devrimci birikimin kişiler ve gruplar özelinde heba oluşu ve pek de bir şey yapamadan bunu izlemek/gözlemek zorunda kalmak var. Muhakkak “cool” bir “aura”ları var. Çekip gitmeden önce son tutunma girişimleri, son (arkadaş) yoklamalar(ı), son turlar, son (tinsel) denemeler, son (cinsel/tensel) beraberlikler, son kadehler…

Başarısızlık var; bırakın devrim yapmayı, dünyayı değiştirmeyi, toplumcu ya da eşit/özgür yeni bir düzen kurmayı, hiç olmadı bu yolda fırtınalar koparmayı falan, en basit şeyleri, iyi bir iş tutturmayı, iyi bir çocuk yetiştirmeyi, gerçek aşkı vb. de başaramamış bu insanlar.  (Yoksa, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’ye nazire, yine “geçmiş zamanın izinde” ama bu kez “Başarısızlık Abidesi, Tohuma Kaçmış İhtiyar Heriflerin Gölgesinde” mi dolaşıyoruz sadece?)

Hemen her şeyi yarıda bırakmış olmak var. Ortada. Dağınık notlar halinde, özensiz dokunuşlar arasında. Hep arada derede yaşayınca, eyleyici olmaktan ziyade gözleyici olunca, bir şeylere tam bağlanamayınca, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranınca nasıl olacaktı ki başka?

Belli dostluklar ve arkadaş grupları olsa da yalnızlık var. Ağların, şebekelerin, gruplaşmaların dışında kalmak var. Parti “network”ü de dahil buna. Dayanışma görüntüsü altında vasatı öne çıkarıp besleyen, “Kaşı beni, kaşıyayım seni” ağları… Kapatmalı tüm kapıları.

İlla ki geçmişten gelen kırık aşk hikayeleri var. Son bir arama, sorgulama, yoklama, belki dokunma… Eh, boşuna! Teselli bulma, katlanma, eğlenme, yükselme, düşme, kendinden geçme, yaratıcılık (yanılgısı), kendini yiyip bitirme ve nihayetinde çöküş kaynağı olarak içki var tabii ki. Hiç olmaz mı kerata!

Alkolün ve/veya afyonun etkisinde gecenin bir vakti yükselerek yazılanların içi boşluğunu, sabah uyanıp yeniden okuyunca fark etmenin acılığı var ağızlarda ve ruhlarda. Kahvaltıyla bastırıp bu acılığı, “Diğer günler gibi hiçbir şey olmayacak bir güne daha başlamak” var sonra. Yine de daha iyi değil mi bu geceyarısı yazılanlar, kitap diye yayınlanan öbür bomboş kağıt parçalarından, korunaklı dünyanın zırvalarından?

Muhtelif sebeplerle mücadelenin uzağına düşmek var, malum. Mücadele eden birey güzeldir kuşkusuz. Salt gözleyen/izleyen birey gibi sinizme, ümitsizliğin nazik bir biçimde dile ve vücuda geliş hali olarak ironiye, boş vermişliğe, kayıtsızlığa, bunalıma doğru kaymaz çok fazla. Güzellik (hatta muhteşem güzellik) arayışı sürse de arada derede çirkinleşmek/çirkefleşmek de var galiba bu durumda.

Sıcak mücadelenin dışına düşenler ve her halükarda “durumun farkında” olanlar için, insanı tembelliğe, atalete, giderek depresyona sürükleyen bir şeyler var zaten bu düzende. Arada üç beş zekâ pırıltısı, bir iki eleştiri ve uyarı kurtarmıyor, yoğun sinizm ve ironi başlıyor bir noktada. Bunun dışına pek çıkamamak var.

Var oğlu var, tüm bunları anlatan/anıştıran bir dolu film ve kitap var. Ama “o kitap” hâlâ yok ortada.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

2 Yorum
  1. Bu yazının bazı kısımları o kitapta yer alabilecek nitelikte. Paylaştığınız için teşekkürler.

  2. Güzel bir nokta. Bir çok okuyucunun farklı noktalarda bağ kurabilecegi bir konu, the kitap fazlasıyla gerçek bir konu. 20. Yüzyıldan itibaren batı eksenli dünyada kendi kopyalan tıkanıklar için geniş bir metafor aynı zamanda.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et