Dördüncü duvardan fazlası: “Fleabag”

Fleabag. Fotoğraf: Amazon Studios.
Fleabag. Fotoğraf: Amazon Studios.

2016’nın sonbaharında vesaire okurları Yağmur Dolkun imzasıyla yayımlanan bir yazıyla karşılaştı. Provokatif bir İngiliz komedisi: Fleabag başlıklı yazı, Phoebe Waller-Bridge’in o sıralarda fenomen statüsüne ulaşmamış dizisi Fleabag’in henüz yayımlanmış ilk sezonu üzerineydi. Yazıda geçen “(…) izleyiciye konuşma numarasını çok iyi beceriyor,” ifadesi “Es” rumuzlu bir okurun “Bu nasıl bir terminoloji yoksunluğu,” tepkisiyle karşılaşmış, bizi sonradan parantez içinde de olsa dördüncü duvar ifadesini eklemeye mecbur bırakmıştı. Aradan neredeyse üç yıl geçmişken fark ettim ki, Yağmur net bir ifade kullanmamakta haklıymış, çünkü Fleabag’in kameraya baktığı anlar bildiğimiz dördüncü duvar kullanımlarına benzemiyor. Hatta belki bunun için yeni bir isim bulmak gerekiyor.

Dördüncü duvarı kırmanın çeşitli varyasyonları televizyon için üretilen işlerde 1950’li yıllardan beri kullanılıyor. Günümüzün ilk akla gelen örnekleri ise The Office’in (2005-2013) başını çektiği mockumentary’ler ve House of Cards (2013-2018). Geçmişteki örneklerde çoğunlukla “cringe”, yani başkasının adına utanma hâlinden doğan mizah için kullanılsa da House of Cards gibi istisnalar da mevcut. Fleabag’in kameraya baktığı anlar ise kameraya bakan karakter ve ekranın ardındaki seyirci arasındakini bir iktidar ilişkisi üzerinden tanımladığı için mockumentary estetiğinde çekilen komedilere kıyasla House of Cards’a daha yakın gibi görünüyor. Altyazı’nın Mayıs-Haziran 2019 sayısında[i] yer alan “Çok Uzak, Fazla Yakın” başlıklı yazıda Aslı Ildır’ın belirttiği gibi The Office gibi diziler sahte belgesel estetiğine yaslanarak anlatısındaki başkasının adına utandıran anlara biçimsel bir bahane buluyor, türlü tuhaflıklarını onun daha rahat hazmedebileceği bir mesafeden aktarıyor. Arada anlatı dünyasına dahil bir kameranın bulunmaması ve karakterinin gerçekliğinin böylece ortaya dökülmesi, bu açıdan oldukça farklı bir etki yaratıyor.

Olan biteni dışarıdan gözlemleyebilme imkânı, bir hikâyeyi takip eden seyirciye kendiliğinden bir kadir-i mutlaklık katıyor. Dördüncü duvarı kırmak ise karakterin kendi kadir-i mutlaklığını ilan etmesi, “seni görebiliyorum” demesi anlamına geliyor. House of Cards’ın kendisi de bir iktidar hikâyesi anlattığı için dördüncü duvarı kırma eylemi, ana karakterin hakimiyetini tam anlamıyla tescillemesi anlamına geliyor. Her şeyi biliyor, her şeyi kontrol ediyor, seyircinin varlığının farkında olan tek kişi, üstelik tüm o korkunç şeyleri bizim onu izlediğimizi bilirken yapıyor. Bu açıdan seyirci, konumu gereği sahip olduğu iktidarı devrediyor, Frank Underwood’un bir nevi işbirlikçisi konumuna sokuluyor. İpler tamamen onun elinde ve bundan iki taraf da memnun gibi[ii].

Fleabag ise seyirciyi bir kaçış mekanizması olarak kullanıyor. Yine Aslı Ildır’a başvurursak “hayatında herkese olduğu gibi bize de ‘oynuyor.’” Ildır, yazının bir başka yerinde ise benzer bir iktidar ilişkisi tasvir ediyor: “Daima onu takip eden ve bir an bile onun dünyasından dışarı adımını atmayan kamera o denli ona ait ki, istediği zaman dönüp dik dik bakabiliyor kameraya, yönetmene, seyirciye bize. (…) Bizimle ilişkisi tam da bu kontrol hâli üzerinden işlediği için kontrolü yitirdiği anlarda bize bakmıyor Fleabag. (…) Bu yüzden Boo’yla ilgili gerçeği (…) onun ağzından değil, geriye dönüşler ya da başka karakterlerle diyalogları aracılığıyla öğreniyoruz.” Diğer karakterlerin ne yapacağını onlardan önce bilmesi, bir şey söylerken aslında ne kastettiklerini tahmin edebilmesi onun anlatı üzerinde belli bir hakimiyeti olduğuna işaret ederken sakladıklarını da yavaş yavaş görünür kılıyor. Tabii burada Waller-Bridge’in deyimiyle ‘gizli arkadaşının’, yani kameranın ya da seyircinin ona cevap verme şansı olmaması da büyük bir artı olsa gerek. Fleabag yönetebildiği kadar risk almak, izin verdiği kadar yargılanmak, istediği anda savunma mekanizmalarını devreye sokabilmek istiyor. Bunun için de kameradan daha iyisini bulması zor, ta ki kamera ondan daha güçlü bir konuma geçene kadar. İlk sezonda Fleabag’in kameraya baktığı anlar hikâyeye eklenen alaycı, acımasız, kışkırtıcı birer dipnot işlevi görürken ikinci sezonda işin rengi usulca değişiyor.

Andrew Scott’ın canlandırdığı rahibin Fleabag’in hayatında kapladığı yer büyüdükçe, seyirci iktidarı karakterden geri almaya başlıyor. Rahiple birlikte denkleme bir diğer kadir-i mutlak figür, yani Tanrı girdiği için rahip-Tanrı ile Fleabag-seyirci arasındaki ilişki eşleniyor, iki karakterin birbiriyle kurduğu ilişkiyi de etkilemeye başlıyor. Rahip bizi doğrudan görmese bile Fleabag’in bir yerlere “kaçtığını” fark ediyor ve aynı doğrultuya bakıyor. Dolayısıyla onun savunma mekanizmasını yerle bir ediyor. House of Cards’ta da Claire Underwood’un eşiyle birlikte kameraya baktığı birkaç an, 5. sezonun sonlarına doğru onun da bir anda seyirciye hitap ederek konuşmaya başlamasıyla sonuçlanmıştı. Fleabag’de benzer bir durumun söz konusu olmaması, burada sıradan bir dördüncü duvarı kırma eylemiyle de karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. Rahip “Nereye kaçıyorsun öyle?” diye sorduktan sonra aynı doğrultuya, yani tam olarak kameraya bakıyor, ayrıca Fleabag’in o ânın ve alanın sınırlarının dışına çıktığının farkında. Fleabag’in sahibi olduğu kafede geçen bu sahneyi Vulture yazarı Kathryn VanArendonk şöyle anlatıyor: “Fleabag ve biz seyirciler için bir ihlâlmiş gibi görünüyor. Onunla uzun süredir bir çift gibiyiz, konuşmacı ve gözlemciden oluşan işlevsiz bir ikili. (…) Fleabag’le ilişkimizde artık bir üçüncü var, artık orantısız, birbiriyle zayıf bir iletişim kuran, müşterek bilgiden, mizahtan ve ihtiyaçtan oluşan acınacak derecede olmamış bir üçgeniz. Bazılarımızın kurmaca karakteri olması ve bazılarımızın olmaması bütün bunları ne denli yoğun hissettiğimiz gerçeğini değiştirmiyor.” Rahip Fleabag’in Tanrısını görmüyor ama anlıyor, hissediyor, hatta belki daha önceden varlığından haberdar olmadığı böyle bir güçten gözü korkuyor. Buna rağmen seyirciyi ne görüyor ne de duyuyor. Seyirci aynı anda hem orada hem de orada değil gibi, eşik benzeri bir mekânda varlığını sürdürüyor.

Öte yandan rahibin bizi görmemesi, Fleabag’i gerçekten gören (ya da gerçekten dinleyen, onunla gerçekten ilgilenen) tek kişi olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Onunla olan seks sahnesinde (geçmişteki deneyimlerinin aksine) Fleabag’in kamerayı yere doğru ittirmesi bundan kaynaklanıyor. Yani ikinci sezonda dördüncü duvar pratiklerini değiştiren ilk etken, Fleabag ve rahibin ilişkisi. Diğeri ise Fleabag ve seyircinin ilişkisi.

Dizinin en ışıltılı anlarından biri olmasa da sezonun sonlarına doğru bu tartışmada yeri olduğunu düşündüğüm bir sahne var. Fleabag son bölümde babasının bulunduğu tavan arasına çıkan merdivenlere ilk adımını atarken geriye dönüp kameraya bakıyor ve elbisesinin eteğini kapatıyor. Bizim bakışımızdan belki de ilk defa rahatsızlık duyduğuna şahit oluyoruz. Bunun nedeni de seyircinin işlevinin afişe olması. Savunma mekanizmasının adı konduğu için artık varlığımız onu rahatlatmıyor. Daha doğrusu rahip, seyirciyle arasında aslında ne denli büyük bir mesafe olduğunun farkına varmasını sağlıyor. Bu da bizi birbirimizden uzaklaştırıyor, ilişkimizdeki sonun başlangıcı işlevi görüyor.

Hikâyenin sonunda da rahip kendi tanrısını seçerken Fleabag’in tercihi, bakışlarıyla kameradan onu takip etmemesini rica etmek oluyor. Belki onu tatmin etmeyen cinsel deneyimler yaşamayı sürdürecek, üvey annesi gibi korkunç insanlarla muhatap olmak zorunda kalacak, rahiple olduğu gibi can yakıcı ayrılıklar yaşayacak, hatta günün birinde bize dönecek, ama kurallarını onun belirlemediği bir ilişkiyi yönetmemize, bütün bunları onu artık rahatsız eden bir mercek aracılığıyla takip etmemize izin vermeyecek. Kameraya baktığı onca ânın ardından arkasını dönüp giderken de iki sezon boyunca oynadığı dört duvarı aldığı yere koymayı ihmal etmiyor. Son hareketiyle bizi bulduğu noktaya, ona heyecan verecek yeni karakterini arayan seyirci konumuna bırakıp gidiyor.


[i] Buraya Altyazı’nın dönmesiyle ilgili mutluluk belirten çeşitli emojiler geldiğini hayal edebiliriz.
[ii] #MeToo ifşalarının ardından Kevin Spacey ile ilgili ortaya çıkan gerçekler bu meseleye farklı bir boyut katsa da bu yazının konusunu aşıyor. Değinmeden geçmek doğru olmaz, ama alelade tartışmak da istemeyiz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et