Aşkı savunmak zorundayız

California, 1955. Fotoğraf: Elliott Erwittt, Magnum Photos.
California, 1955. Fotoğraf: Elliott Erwittt, Magnum Photos.

14 Şubat 2008’de Avignon Festivali kapsamında düzenlenen “Düşünce Sahnesi” dizisi için Fransız gazeteci Nicolas Truong ile Fransız düşünür Alan Badiou arasında aşk üstüne kamuya açık bir sohbet gerçekleşti. Modern yüzyılda dört bir yandan tehdit altında olan aşka ilişkin bambaşka bir anlatı inşa eden ve sohbet boyunca ihtirasla aşkı savunan Alan Badiou, aşkla felsefe ve siyaset arasında güçlü bağlar kurdu.

Gizemli ve büyülü gelen tüm duygularımıza ve her türlü ilişkilenme biçimine farklı farklı isimler taktıkça, çözemediğimiz her şeyi hırsla rasyonalize edip duygularımızı dört duvar arasına tıkıştırdıkça, heyecanını rastlantısallığından alan karşılaşmaları flört uygulamalarının ve sosyal medya mecralarının algoritmalarına teslim ettikçe, kendimiz dışında her şeye ve herkese ilgimizi kaybettiğimiz bir aldırışsızlık hali içinde her geçen gün yalnızlaştıkça ve gitgide daha kaygılı bir hale büründükçe aşkı savunmak hiç olmadığı kadar gerekli hale geldi. Peki, aşkı neden ve nasıl savunmalıyız?

Sanırım aşkı savunmaya soyunmadan önce, şunun özellikle altını çizmek gerek: Alan Badiou’nun savunduğu aşk, “antikapitalist” aşktır. Hatta Badiou, Truong ile yaptığı sohbetin yazıya geçirilmiş hali olan Aşka Övgü kitabında aşkı komünist bir duygu olarak tanımlar: “Yeri gelmişken söyleyeyim, benim gibi bir aşkın gerçek konusunun bireylerin tatmin olması değil, çiftin oluşması olduğunu kabul ederseniz, bu anlamda aşk komünisttir. İşte size bir olası aşk tanımı daha: En küçük komünizm!”

Burada bahsi geçen “komünizm” beraberliği bencillikten, ortaklaşmayı kişisel menfaatten üstün tutan her türlü oluşumdur. Aşkın biri iki yapan, sonra da ikiyi bir eden kolektif bir duygunun ve düşüncenin mahsulü olduğunu düşündüğümüzde, günümüzün birey odaklı anlayışının aşkı cebren ve hileyle abluka altına aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyleyse “antikapitalist aşkı” icat etmeye çalışırken en başta konuşmamız gereken, kapitalist bir dünyadaki “kapitalist aşkın” var olma biçimleridir.

Pozitif bilimlerin gelişmesiyle evrenin ve insan doğasının ardındaki sır perdesinin kısmen aralanmasının su götürmez faydaları bir yana, şeyleri rasyonel bir zemine yerleştirme girişiminin insana her zaman yarar sağladığını söylemek güç. Başımızdan geçen gösterişli ve yıkıcı bir aşk hikayesi, bir terapi seansında çocukluğumuzda anne babamızla kurduğumuz ilişkiden gelen bir travmaya bağlanınca o aşk hikayesinin bize bahşedeceği acıyla karışık gizil zevkten mahrum kalmamak olanaksızlaşıyor. Güçlü olmak ile yalnız olmak arasında çelişkili bir bağdaşım kuruluyor. Tutkulara karşı deliller sundukça tutkuların özündeki bilinmezlik ve aşırılık basit bir “toksik” yaftasına sıkıştırılıp küçülüyor. Yaşama kavis katan tüm gizemli hisler mutlaka tanımlanması, gerekçelendirilmesi ve isimlendirilmesi gereken bir ucube muamelesi görüyor. Hislerin konuştukça anlamını yitirdiğini biliyoruz fakat duyguları dilimizden düşürmeyip şaibeli bir analiz zehirlenmesiyle tüm duyguların can çekişmesine neden oluyoruz. Gösterişsiz bir “var olma” haliyle tatmin olmak gitgide uzak bir hülyaya dönüşüyor.

Eski ve tam olarak hatırlayamadığımız romantik bir aşk mefhumuna inkar edilemez bir özlem duyuyoruz fakat artık bu geleneksel ve gizemli aşka tahammül edebildiğimiz anlar şarkılar, romanlar ya da filmlerle sınırlı.  Gündelik hayatta yaşayamadığımız coşkulu hislerin özlemini kurguyla gidermeye çalışsak da akşamlar bir türlü roman gibi bitmiyor. Çünkü şiir gülünç ve arabesk, aşk da insan soyunun devamlılığını sağlayan basit bir kimyasal reaksiyon, yanlış aşkların en belirgin faili travmalar, en ufak bir zorluğun baş göstermesi mücadele etmek gerektiğinin değil acilen kaçılması gereken bir toksikliğin emaresi. Başrolde biz varız, seçenekler sonsuz, ihtimaller baştan çıkarıcı, bizden ve bizim kendimizi geliştirmemizden daha önemli bir şeyse katiyen yok. Seçeneklerin ve ihtimallerin artması bizi özgürleştireceğine hapsediyor, daha fazla seçenek daha fazla kıyası ve eninde sonunda mutsuzluğu getiriyor. Tercih etmek ve bağ kurmak ihmal edildikçe yalnızlık ve anksiyete pandemik bir hastalığa dönüşüyor. Üstelik bir tercihte bulunsak bile, zihnimiz her şeyi hızlıca tüketme ve sahte fırsatların bolluğuyla bulanıyor. Yaptığımız tercihten çabucak sıkılma riskiyle burun buruna geliyoruz. Neysek ve neyi seçsek daha iyisiyle çarpışma endişesiyle yaşıyoruz. Daha kolay ve çabuk etkileşimler yaşayabiliyoruz ama birlikteliğin psikolojik esrikliğinden hiç olmadığımız kadar mahrumuz. Farkındalığımız arttıkça yaşamla ve birbirimizle kurduğumuz ilişkileri güçlendirmenin bambaşka yollarını bulabilirdik, oysa biz kendiliğimize saplanıp kaldık. Başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerdeki toksikliği deşifre etmeye hevesliyiz, ama kendiliğimize duyduğumuz obsesyonun ne denli zehirli olabileceğini hesap edemiyoruz.

Liberal dünyanın yarattığı fetişize edilmiş bireysel özgürlük cereyanının etkisiyle artık aşkın mecazi değil, gerçek anlamda bir piyasasının olduğunu söyleyebiliriz. Flört uygulamalarının belirli bir ücret karşılığında “premium” hesaba dönüşerek, para veren kullanıcılarına daha ayrıcalıklı bir çevrimiçi flört deneyimi vadetmesi bunun en açık örneği. Bu piyasanın devamlılığı için insanların mutsuzluğundan ve yalnızlığından doğan talep devam etmek zorunda. Gerçek bağlar kurmaya imkan tanımayacak kadar hedonik ve neredeyse ticari olarak adlandırılabilecek kadar mekanik bir çıkar ilişkisine dayanan kısa süreli sığ ilişki döngülerinde kısılmamız ve sürekli yeni bir tüketim arayışında olmamız bu piyasanın işine gelir. Böylece rahatlıkla söylenebilir ki piyasa bizim yalnızlığımızdan beslenir.

Romantizm flört uygulamalarının, sosyal medyanın, selam vermeyi dahi “toksik” addeden ve her durumda kendini önemsemeyi salık veren tüccar Instagram psikologlarının, abartılı bir rasyonalizasyon ve analiz etme girişiminin kıskacında can havliyle kıvranıyor. Genç kuşak da gündelik olan ile politik olan arasında analoji kuramamaktan ötürü sebebini tam olarak izah edemediği bir yüzeysellikten mustarip. Fakat bu ıstırap hali, aşkın insana ve hayata katacağı derinliğin mahiyetini anlamış olmaktan değil dünyadaki her şeyi sınırsız özgürlükle deneyimleme takıntısıyla yoğrulmuş pragmatist ve liberteryen bir anlayıştan ileri geliyor. Bu anlayış, aşkı bir var olma serüveni olarak değil mutlaka tadılması gereken bir deneyim olarak görüyor. Gezilmesi gereken bir ülke ya da mutlaka gidilmesi gereken bir restoran gibi. Üstelik küresel kapitalizmin yarattığı insan tipi bu olanakların ve deneyimlerin hiçbir sorumluluk ya da emek olmaksızın önüne serilmesi gerektiğine yönelik temelsiz bir özgüven taşıyor.

Bahsedilen yüzeysel ilişkilenme biçimi çoğu zaman bedensel hazza dayalı rastgele ilişkiler şeklinde ortaya çıkıyor. Buradaki yüzeyselliğin müsebbibi, cinsel yakınlığın daha kolay ve çabuk gerçekleşmesi değil. Fakat çeşitlerine milyon tane isim takılan fiziksel ilişkilerin, duygusal bağdan azade değerlendirilmesiyle ve emek göstermeden kestirme yoldan yakınlık kurma çabasıyla ortaya çıkan yabancılaşma ihtiyacımız olan derinliği biçimsizleştiriyor. Aşk ve arzu üzerine katmanlı fikirleriyle felsefe ve psikanaliz literatüründe nam salmış Fransız psikanalist Jacques Lacan, cinselliğin aslında karşı tarafla bir ilgisi olmadığını, cinsellikte karşı tarafın kişiyi kendi hazzına götüren bir aracı işlevinde olduğunu söyler. Ona göre hislerden soyutlanmış fiziksel ilişki aslında tek taraflı bir eylemdir. Lacan bunu pek tabii muhafazakar ya da ideolojik bir noktadan değil, felsefi bir zeminde ve filozof kimliğiyle öne sürer.

Öte yandan çoğu insan aşkı karşılaşma anına ve “midede uçuşan kelebeklere” indirgediği için zamanın doğal bir sonucu olarak heyecanın tükenmesi, aşkın primitif fiziksel güdüleri estetize etmek için uydurulan bir imge olduğu yönündeki çıkarıma delil olarak kullanılıyor. Oysa aşk ne cinselliğin bahanesi ne sadece midedeki kelebeklerle açıklanabilecek mistik bir an ne de bağışıklık kazanılması gereken ve eninde sonunda bitecek bir zayıflıktır. Biteceğini bile bile devam ettirdiğimiz pek çok güzel şey vardır, yaşam bunların en başında gelir.

Hislerimize ve ilişkilerimize bir laboratuvar prensibi dayatmak zorunda değiliz. İlişkileri arz-talep dengesiyle değerlendirmek zorunda değiliz. İnsana yaşadığını hissettiren fedakarlık ve samimiyet anlarına sadece romanlarda rastlamak zorunda da değiliz. Konfora karşı riski, bire karşı ikiyi, “ben”e karşı bizi, bencilliğe karşı beraberliği, kapitalist aşka karşı antikapitalist aşkı örgütlemek zorundayız.

İnsanın yaşamla bağının kuvvetli olmasının temelinde kurduğu ilişkiler vardır. Aşk şaşırtıcı bir gerçekliktir, günümüzde hiç olmadığı kadar tehdit altında olduğu doğrudur. İşte bu yüzden tıpkı Badiou’nün vurguladığı gibi: Aşkı yeniden icat etmek yetmez, aynı zamanda savunmak zorundayız.


Kaynaklar

  • Alain Badiou ve Nicolas Truong. Aşka Övgü. Çeviren: Orçun Türkay. Tellekt Yayınları, 2023.
  • Jacques Lacan. Psikanalizin 4 Temel Kavramı. Çeviren: Nilüfer Erdem. Metis Yayınları, 2019.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et