“Ulysses”: Bir destan, romantik bir hikâye, öngörülemeyen ölümün masalı; önemli değil

Ulysses[i], hakkında en çok konuşulan James Joyce eseri. Eseri diyorum, çünkü meraklısının da bildiği üzere roman, şiir ya da destan arasında gidip gelen tuhaf bir yapısı var. Teknik açıdan artık demode olmuş, bir günü uzun uzadıya anlatan bir kitap. Bir yandan da 36 saatlik okuma etkinlikleriyle onurlandırılan edebi bir “şölen”. Kitabın geçtiği 16 Haziran günü, her sene başkarakterlerden Leopold Bloom’un isminden alınan ilhamla “Bloomsday” olarak kutlanıyor.

Ulysses sadece bilinç akışı tekniği ile değil, çevrilemezliği, İrlanda tarihine ve İncil’e referansları, örtük ya da doğrudan mitolojik göndermeleri ve Joyce’un icadı (ne İngilizce ne de İrlandaca) kelimeleriyle neredeyse ömür boyu sürebilecek bir yolculuk. Karakterlerin isimlerinden diyaloglardaki kelime tercihlerine dek edebiyat kuramcılarının ve eleştirmenlerinin, hâlâ odak noktalarından biri. Öyle ki, Jung başta olmak üzere birçok düşünce insanını derinden etkilemiş. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin sonsözünde belirtildiği gibi Joyce on sayfayla ya da bir yazıyla anlatılabilecek biri değil. Nitekim ben Ulysses’i iki senede bitirdim, gerçekten anladığımı söylemem ise oldukça iyimser olurdu.

Ulysses, merkezine Dublin’i ve İrlanda tarihini alıyor. Kitabı gerçekten anlamak için öncelikle Hıristiyanlığın temel tartışmalarına aşina olmak gerek, çünkü yazıldığı dönemde İrlandalı bir Katolik olmanın ne anlama geldiğini ya da İngiltere-İrlanda çatışmalarını bilmeden referansları yakalamak oldukça zor. Kitap boyu aforizmalar okuyucuyu hem tetikte tutuyor hem de düşünmeye davet ediyor. Bir hoca-öğrenci diyaloğundan birdenbire Aristoteles’in hareket üzerine söylediklerine geçiliyor. Bazen de ironiye başvurularak bir Hıristiyan azizi anlatılıyor. Örneğin ruh üzerine kitaptaki tüm karakterlerin söyleyecek sözleri var. Büyük ölçüde Katolik ve Protestan mezheplerinin tartışmalarına yer verilse de bazen İbn-i Rüşd, Musa gibi tarihsel figürler ve Yahudi olmasına rağmen içine doğduğu Protestan kilisesinin öğretilerine inanmayan Bloom aracılığıyla teoloji üzerine büyük hesaplaşmalara yer veriliyor. Ama kitabın belki de en kuvvetli yanı mizahı denebilir: “Stephen çocuğun yanında oturup problemi çözdü. Cebirsel yöntemler kullanarak Shakespeare’in hayaletinin Hamlet’in büyükbabası olduğunu ispatlıyor.”[ii]

Joyce’u nasıl anlamamız ve/veya adlandırmamız gerektiği ihtilaflı bir mesele. Her ne kadar ana karakter Mr. Bloom olarak kabul edilse de kitap Stephen Dedalus ile başlıyor. Aslında Dedalus, bu kitaba Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin bir karakteri olarak devam ediyor. Azizler ve Alimler’de bu okumayı sürdüren Terry Eagleton, kitabın ve İrlanda mitolojisinin karakterlerini, yani tarihi figürleri kurguya dahil ediyor. Bu yazının devamında bu izleği takip edeceğim, ancak edebiyat kuramcısı olmadığım için daha güvenli hissettiğim bir alana başvuracak, Trainspotting serisinden destek alacağım.

“Kaçtığını sanıyorsun ama yine de kendinle burun buruna geliyorsun. En uzak yola çıkan evine giden en kısa yolu bulur.”[iii]

Trainspotting Renton, Spud, Begbie ve Sick Boy (Simon) adlı dört kafadar üzerinden İskoçya’nın uyumsuz gençlerini odağına alıyor. Renton ikinci filmde koşuya çıktıkları sırada Spud ile konuşurken herkesin bağımlı olduğunu söylüyor. Renton’ın kendisi kaçmaya bağımlı, ilk filmin sonunda Londra’ya kaçması da eve giden en kısa yolu bulmasına denk geliyor. Tüm kadim hikâyeler gibi aslında Trainspotting de bir eve dönüş hikâyesi, Ulysses de. Hem Renton hem de Mr. Bloom İskoçya ve İrlanda’daki yenilmişlikleri üzerinden kendi hayatlarındaki yenilgilerinin izlerini arıyorlar. T2’de (Danny Boyle, 2017) dolandırmak için gittikleri bir barda İskoçya üzerine bir şarkı ile ya da George Best üzerinden mizah üretmelerinde hep bu saklı. Kaybolan gençlikleri, kaybettikleri dostları ile beraber aslında bu üç karakter de Ulysses’teki karakterleri, bir de Ulysses’in temel referansı olan Odysseia’yı anımsatıyor. Bloom’un evden çıkışı ve Renton’un Londra’ya gidişi aslında Telemakhos’un yola çıkışı. T2’de Renton’un Spud’ın hayatını kurtarması, sembolik olarak onu hayata döndürmesi oldukça mitik bir destana benziyor. Dedalus da iflah olmaz kafa karışıklığı ile aslında Spud’ın bir tezahürü gibi görünüyor. Nurdan Gürbilek’ten aktarmak gerekirse, “Dönüşün muhteşem olabilmesi için kahramanın önce evi terk etmesi, sonra tehdit altındaki eve bir kurtarıcı olarak geri dönmesi gerekir. (…) bir daha dönmemek üzere babaevinden ayrılan asi oğul on yıl kadar bir Kurt Cobain-Nirvana-Erkin Koray bölgesinde konakladıktan sonra annesinin çağrısıyla Çukur’a döner.”[iv]

“Tarih, dedi Stephen, uyanıp kurtulmaya çalıştığım bir kâbus.”[v]

Ulysses’te geçmiş, her an karakterlerin peşinde olan bir hayalet gibi. T2 ise ilk filme nazaran biraz melankolik, gençliğe özlemi çağırıyor. Bu bağlamda Ulysses her okuyucuyu başka bir yolculuğa çıkarırken Trainspotting ilk bakışta sadece uyuşturucu bağımlılığı ve kayıp bir nesli anlatır gibi görünse de “Hayatı seç” sloganıyla aslında kapitalist yaşamla dalga geçiyor. İkinci filmde ölen arkadaşları Tommy’nin anısına gittikleri tren durağında aralarında geçen, ölüm ve hayat üzerine diyaloglar oldukça ilgi çekici. Simon Renton’u vicdanını rahatlamaya çalışmakla suçluyor, saçma bir ritüel gerçekleştirdiklerini ileri sürüyor, ölümü seküler bir şekilde karşılıyor. Ölüm teması Ulysses’in de birçok kez değindiği bir mesele. Örneğin Caesar’ı gömmekten söz açıldığında şu sözler sarf ediliyor: “Ama yine de ölünce üzerini örtecek birini bulması lazım, her ne kadar kendi mezarını kazabilirse de. Hepimiz böyleyiz. Bir tek insanlar ölülerini gömüyor. Yok, karıncalar da gömüyor. Kim baksa ilk dikkat edeceği şey bu. Ölüleri gömüyorlar. Robinson Crusoe gerçeğe uygunmuş diyorlar. O zaman Cuma onu gömmüş demek ki. Aslında her cuma bir perşembeyi gömüyor olaya böyle bakarsan. (…) Aslında düşünürsen kereste israfı gibi görünüyor bütün bu iş. Hepsi kemirilip gidiyor.”[vi] Kitabın biraz daha başlarında ise ölüme dair şöyle bir alıntı bulmak mümkün: “Ölüm dediğin ne ki, dedi, ananın ölümü, senin ölümün, benim ölümüm? Sen bir tek kendi ananın ölümünü gördün. Ben her allahın günü Mater and Richmond’da teker teker gebermelerini ve teşrih odasında işkembe gibi dilim dilim kesilmelerini görüyorum. Aynen hayvanlar gibi nalları dikiyoruz, hepsi bundan ibaret. Cidden hiçbir anlamı yok.”[vii]

“(…) o çürüyüp bozulma nedir bilmeyen sonsuzluğa açılan bir kapı[viii]

Trainspotting’deki karakterler çağın ruhsuzluğunu resmediyor. Joyce’un çağının aksine aslında hepsi benmerkezci ve toplumsal meselelerden uzaklaşmış durumda. Tüm filmin de kayıp bir kuşağı anlattığı söylenebilir. Ulysses ise gerçekten de sonsuzluğa açılan bir kapı. Bir günlük zaman diliminde okuru bambaşka bir yolculuğa çıkaran, karakterlerin zihinlerinde gezdirip geri getiren bir eser. Bir yanıyla da yasla nasıl başa çıkmamız gerektiğini anlatıyor, tanrıyı imgelememiz gerektiğinden, ilk günahtan, Shakespeare eleştirilerinden, Truva savaşından, varlık ve yokluktan, İrlanda’nın kurtuluşundan söz ediyor. Aslında hem Trainspotting hem de Ulysses bittiğinde okuyucuya/seyirciye bir ayna tutmayı deniyor. “Her hayat birçok günden oluşur, gün günü izler. Biz kendi hayatımızın içinden yürüyüp geçeriz, yolda karşımıza hırsızlar, hayaletler, devler, yaşlılar, gençler, zevceler, dullar, aşık biraderler çıkar. Ama illa ki kendimizle karşılaşırız her seferinde.”[ix]


*Bu yazının daha uzun bir versiyonu, ilk olarak Punto Dergi’de yayımlanmıştır.

[i] Başlığın ilham kaynağı: “Somewhere in this world, right now, someone else is telling a story. A different story. A saga, a romance, a tale of unforeseen death; it doesn’t matter. It’s sustaining the universe. That’s why we’re still here: You can’t stop stories being told.” The Imaginarium of Doctor Parnassus (Terry Gilliam, 2009).
[ii] Ulysses, s. 33 (Çev: Armağan Ekici, Norgunk Yayınları).
[iii] Ulysses, s. 363.
[iv] İkinci Hayat, s. 35.
[v] Ulysses, s. 39.
[vi] Ulysses, s. 111.
[vii] Ulysses, s. 14.
[viii] Ulysses, s. 399.
[ix] Ulysses, s. 208.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et