Tutsak edilemeyen varoluş: “Koleksiyoncu”

John Fowles, Koleksiyoncu

John Fowles’un 1963’te yayımlanan ilk romanı Koleksiyoncu bir kelebek koleksiyoncusu olan Frederick Clegg’in (Fred), yirmi yaşındaki sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırarak şehirden uzakta bir evin mahzeninde tutsak etmesini anlatır. Romanın hikâyesi neredeyse bu tek cümleyle özetlenebilir fakat Fowles kurguda doğrusal bir olay örgüsüyle devam eden hikâyeyi ikiye bölerek karakterleri farklı bakış açılarıyla okurun karşısına çıkarır. Bu bölünme, hem aynı olaya farklı gözlerden bakışı ortaya koyması hem de okurun hikâyenin bütünü hakkındaki yargılarını bir kez daha gözden geçirmesine yol açması nedeniyle etkilidir. Kitabı eline alan herkesin daha okumaya başlamadan hikâye hakkında bir fikir sahibi olduğu düşünüldüğünde, romanın bütününde gerilimin temel kaynağı “kaçırma, tutsak etme” temasında değil aynı olay karşısındaki iki karakterin insanlık durumunun başarılı bir şekilde yansıtılmasını sağlayan anlatı stratejisinde ve karakterlerin içinde bulundukları mekânlarla kurdukları ilişkinin karşıtlığında yer alır.

Aslında roman hakkında daha önce pek çok yazı yazıldı, hatta Fowles da bu ilk romanında tam olarak ne demek istediğini birçok yerde açıklamıştı. Benim ilgimi çeken konu, alt metinden bağımsız olarak, gerilimin sürekliliği sağlanırken karakterlerin yerleştirildiği mekânlar ve bu mekânlar ile karakter/anlatıcı seslerinin etkileşimi oldu. Bu amaçla Fowles’un roman boyunca uyguladığı anlatı stratejisinin özelliklerini ortaya koyarak karakterlerin anlatılarını ve içinde bulundukları mekânları ayrıştırmaya çalıştım.

Anlatıların Farklılığı ve Anlatıcı Sesi

Bilindiği gibi romanda toplam dört bölüm var. Birinci, üçüncü ve dördüncü bölümler Fred’in ben anlatısından oluşur. Birinci bölümde kaçırma, tutsak etme ve karakterler hakkındaki tüm bilgiler Fred’in bakışından sunulurken ikinci bölüm okuru zamanda geriye götürür. Miranda’nın, tutsaklığının yedinci gününde yazmaya başladığı anlaşılan günlüğü, aynı olaylara Miranda’nın bakışını ortaya koyar. İlk iki bölüme göre çok daha kısa olan son iki bölümde ise Fred, Miranda’nın ölümü ve sonrasında olanları anlatır. İki anlatının yapısal farklılıkları, bu farklılığın ortaya konuş biçimi ve roman zamanındaki sıralamaları karakterlerin anlaşılması açısından önem taşır.

Fowles’un iki karakterin anlatısı arasında yarattığı temel ayrım bu anlatıların zaman içerisindeki konumlarında kendini gösterir. Fred’in ben anlatısı tüm olaylar olup bittikten sonra gerçekleşmektedir, yani yaşananlar sonucunda Miranda ölmüştür. Miranda ise başına gelenleri, olaylarla karşılaştığı anda günlüğüne yazmaktadır, yani sonuçlar hakkında hiçbir fikri olmadan. İlk bölümde kaçırma ve tutsak etme hikâyesi Fred’in ağzından anlatılır. Okur daha ilk paragrafta onun hakkında bir izlenim edinir: “[…] bazen onu görürdüm. Akşam olunca bunu gözlem günlüğüme not ederdim, başlangıçta X, adını öğrenince de M diye” (7). Buradan Fred’in yazıyla bir ilişkisi olduğu anlaşılır, fakat “gözlem günlüğü” kelimeleri bir yabancılaşma yaratır. Yazının yazıldığı yer bir not defteri ya da günlük değil, “gözlem günlüğü”dür. Fred’in anlatısının gözlem günlüğüne yazdıkları olup olmadığına dair net bir ipucu olmamasına karşın anlatının duygulardan arındırılmış sesi, bilimsel bir gözlem günlüğünün satırlarını andırır. Fred’in şu sözleri onun okura seslendiği zamanı ve mekânı belirtmesi açısından önemlidir: “Buraya benim misafirim olarak gelmeden önce, saçlarını omuzlarına dökülmüş olarak görme ayrıcalığına yalnızca bir kere sahip oldum […]” (8). “Buraya” kelimesi Fred’in olayların geçtiği yerden konuştuğunu gösterir. Demek ki Fred’in anlatısının yapıldığı zamanda Miranda, Fred’in bulunduğu yere misafir olarak gelmiştir bile. Anlatıcı, roman hikâyesinin iç zamanına göre gelecekte bir noktadan (şimdiden) geçmişe bakmakta ve hikâyesini oradan anlatmaktadır. Bu geçmişe dönük anlatı Gérard Genette’in belirttiği gibi geçmişteki bir olayın taşıdığı anlamı, olay gerçekleştikten sonra yeniden düzenlemek ya da ona yepyeni bir açıklama getirmek için kullanılır (56). Fowles, analeptik temel içerisine yerleştirdiği proleptik anlatılarla Koleksiyoncu‘nun oldukça basit olan hikâyesini sürükleyici hale getirir. Proleptik anlatılar “mevcut hatıraların yoğunluğunun tanıkları”dır (69) aslında. Anlatıcı, şimdiki zamanda, geçmişe ait hatıraların etkisi altında, romanın iç zamanında aslında gelecekte olacak olaylara atıfta bulunmaktadır: “Daha sonra açıklayacağım ana kadar aramızda çirkin hiçbir şey yoktu” (Fowles, Koleksiyoncu 8). Bu proleptik anlatı stratejisinde Fred’in güvenilmez anlatıcı sesi, aslında hikâyesi daha ilk başta bilinen bir romanda, gelecekte olacaklara dair bir beklenti yaratır ve bu da gerilimi sürekli kılan ana etkeni oluşturur.

Bu sürekliliğin sağlanmasındaki diğer önemli etken karakterlerin ve okurun olaylar hakkında sahip olduğu bilgi seviyesiyle açıklanabilir. Mieke Bal, anlatılarda yer alan gerilimin okur ve karakterlerin metin içinde ne olup bittiğiyle ilgili farklı bilgi seviyelerine sahip olmasından kaynaklandığını savunur. Bal’a göre okur ve karakterin hikâyede ne olacağını bildiği durumda bir “gerilim”den söz edilemez (161). Koleksiyoncu‘da her ne kadar okur romanın hikâyesi hakkında bir fikir sahibi olsa da olayların nasıl gelişeceğinden habersizdir. Bu nedenle Fred’in alışılmadık karakteri ve sürekli olarak gelecekte olacaklara yönelik açıklamaları romanın gerilimi üzerinde etkilidir. İkinci bölümde Fowles’un, Miranda’yı gelecekteki olaylardan habersiz bir karakter olarak konumlandırması, Bal’ın sınıflamasıyla gerilimin “tehdit” algısıyla şekillenmesine yol açar (161). Burada okur hikâye hakkında bilgi sahibidir fakat Miranda, başına geleceklerden habersiz bir şekilde günlük tutmaktadır. Üçüncü bölümde gerilimi yaratan, karakterin (Fred) metindeki gelişmeleri bilmesi fakat bu kez okurun bilgi sahibi olmamasıdır. Okur üçüncü bölümde neyle karşılaşacağını bilmez, bilgiye okudukça ulaşır. Yine Bal’ın sınıflamasına göre bu durumda gerilim bir “sır-gizem”e dayanır (161). İki sayfadan oluşan son bölüm ise bu karmaşık anlatıya yeni bir yön verir: bu bölüm Fred’in Miranda’nın günlüğünü bulması sonrasındaki olayları anlatır. Okur aslında Fred’in dördüncü bölüme kadar Miranda’nın günlüğünden haberdar olmadığını öğrenir. Geriye dönük olarak düşünüldüğünde, her ne kadar anlatısını geçmişe bakarak yapıyor görünse de Fred birinci ve üçüncü bölümler süresince aslında günlükten ve Miranda’nın gerçek fikirlerinden haberdar değildir. Fred’in şimdiki zamanına ise kitabın en son cümlesinde ulaşılmıştır. Tüm hikâye geriye dönük bir biçimde anlatılırken son cümle o anı, şimdiki zaman vurgusu vererek aktarır, “bugünlük sobayı aşağıya yerleştirmekle yetindim” (Fowles, Koleksiyoncu 254). Bu farklılaşan anlatı stratejisi, okurun Fred’e bakışında değişikliklere yol açarken romanın geneli içerisindeki gerilimi ve sürükleyiciliği ayakta tutan temel unsuru oluşturur.

Bu anlatı stratejisinin diğer ucunda Miranda’nın günlük biçimindeki anlatısı yer alır. Günlük, yapısı itibariyle yazarın duygu ve düşüncelerini çoğunlukla özgürce dile getirdiği kişisel, mahrem bir alandır. Yazarının dışındaki gözler için yaratılmaz, bu nedenle de herhangi bir kaygı gütmeden kaleme alınır ve genellikle diğer gözlerden kaçırılarak saklanır. Bu özel alanın kitaplar aracılığıyla kamusal alana, yani okurun gözleri önüne taşınmasının ve bu türün ilgi çekmesinin ardında “görme, izleme” arzuları yatar. Aslında Fowles’un Miranda ismini seçmiş olması da tesadüf değildir (Fowles’un, Shakespeare’in The Tempest‘ine çok açık bir biçimde yaptığı metinlerarası göndermedir aynı zamanda). Miranda “hayran olmaya layık” anlamına gelir ve etimolojisi mirari/mirer/mirror (hayran olmak/bakmak/ayna) kelimelerine dayanır. Fowles, Koleksiyoncu‘nun bütününe yayılan “görme, izleme arzusu” temasıyla oynarken aslında okuyucunun da seyretmekten hoşlandığı gerçeğini gözardı etmez. Kurguyu bölerek anlatı düzeyinde yaptığı değişiklikle bu duruma okuru da ortak eder. Bunu yaparken de bir günlük biçimini seçmiş olması ayrıca anlamlıdır. Miranda’nın mahrem günlüğünün Fred tarafından bulunması ve dolayısıyla okurun gözleri önüne serilmesi ile okur da bu görme, seyretme, izleme eylemine katılır. Okur da, günlüğün satırlarında dolaşırken Fred gibi aslında ait olmadığı bir mekânın, Miranda’nın zihninin içerisindedir. Bu durum, Miranda’nın samimi, zaman zaman ukala ve kendini beğenmiş, tavırlarını ortaya koyarken aslında ilk bölümde Fred’in gözünden verilen “gerçekliğin” tekrar sorgulanmasına yol açar.

Fowles’un anlatı stratejisi ve bu strateji içerisinde karakterlerin konumu sayesinde anlatıcı sesleri önemli bir biçimde farklılaşır. Birinci bölüme hakim olan proleptik anlatıda Fred, ben anlatıcı olarak bir türlü okurun güvenini kazanamaz. Fred, belirli aralıklarla, romanda okurun karşılaşacağı olaylara dair bir şeyler söyleme isteği, bir sabırsızlık duygusu içerisindedir. Bu sabırsızlık hissinin arkasında iki şey yatar: olayların sorumluluğunu üstlenmekte yaşadığı zorluk ve kendini aklama çabası. Fred, okura seslendiği yer ve zamanda, romanın sonunda artık okurun da vakıf olacağı tüm gerçekleri bilmesine karşın bunların sonuçlarıyla yüzleşmemiş, sorumluluğunu almamış gibi durur. Aslında ben anlatıcı, genellikle okurun anlatıcı sesiyle özdeşleşmesinde kolaylaştırıcı bir etkendir fakat bu proleptik anlatı stratejisi Fred’in sesiyle birleştiği zaman bir tuhaflık ortaya çıkar. Daha 3. sayfada Fred belirsiz bir ifadeyle şöyle der: “Belki de her şey o zaman başladı” (9). Fred’in, hikâyesini bugünden geçmişe bakarak, her şey olup bittikten sonra anlattığı düşünüldüğünde henüz olayları net bir şekilde değerlendiremediği izlenimi ediniriz. Bu noktadan sonra anlatıcı sesi daha fazla dikkat çeker.

Fred’in Nesnelerle Olan İlişkisi: Arzu Nesnesi Miranda

Fred’in sesindeki farklılık onun insanlara ve nesnelere bakışını özetler ve kişiliğine ilişkin bilgilerin anlaşılmasına yardımcı olur. Fred parçalanmış bir ailenin çocuğudur, babası 2 yaşındayken ölmüş, annesi de bu olayın sonrasında başka bir adamla kaçmıştır. Fred, halası ve eniştesinin yanında büyümüştür. Toplumsallaşma sürecinde bir baba figürünün eksikliğini yaşamıştır, toplumsal kurallar ve toplumsal olanla ilgili sorunu vardır ve bununla bağlantılı olarak hem kendisiyle hem de insanlarla ilgili yargılara varmakta zorlanmaktadır.

Fred, Miranda’yı arzusunun nesnesi olarak istediği her zaman seyredebilmek için kaçırır ve evinin mahzeninde tutsak eder, onu ait olmadığı bir mekâna kapatır. Daha ilk başta Miranda için “onu tanımak, beğenisini kazanmak, dostu olmak, peşindeki bir casus gibi izlemek yerine açıkça seyredebilmek için hiçbir şeyden kaçınmayacağımı hissediyordum” (Fowles, Koleksiyoncu 17) der. Fred’in burada “açıkça seyredebilmek” (to watch her openly) fiilini kullanması tesadüf değildir elbette. Miranda’ya bakışını çok net olarak ifade eder. Miranda’yı gördüğü andaki heyecanını ifade ederken de benzer bir gönderme yapar aslında: “Onu her görüşümde, büyük bir dikkatle ve yüreği ağzında yaklaşılması gereken, nadir bir cins yakaladığım duygusuna kapılıyordum […] onu düşündükçe aklıma hep aynı sözcükler geliyordu; yani ‘ender’, ‘nadide’, ‘zarif’ gibi sözcükler” (8). Miranda, onun için her zaman kendi deyimiyle “sadece bir uzmanın değer biçebileceği nadir bir tür kelebek”, seyredilebilecek bir nesnedir.

Bir kelebek koleksiyonuna sahip olmak, sonuçta ölü hayvanlara sahip olmaktır. Ölü kelebekler çifteleşemez, soylarının devamını sağlayamaz. Kelebek koleksiyonu her türlü renk zenginliğine karşın durağan bir görsellik sağlar. Fred’in kelebekler dışında fotoğrafçılığa ilgi duyması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Fotoğraf da onun için bir ânı dondurmaya yaramaktadır, bir anlamda ânı öldürerek saklama ve daha sonra izleme imkânı tanır. Değişiklik ihtimali onu rahatsız eder ve durağan hayatında olasılıkları en aza indirmeye çalışır. Miranda’yı kapattığı mahzenin girişine birden fazla kilit takar ve her giriş çıkışında bu kilitleri sürekli olarak kontrol eder. Bu durağanlık içerisinde toplumsal ilişkilerin değişkenliği ve tahmin edilemez oluşu karşısında bocalar ve kendi bütünlüğünü sağlamakta zorlanır. Soğukkanlı anlatıcı sesinin duygusuz yapısı altında eylemlerinin sorumluluğunu alamayan, yaptıklarını değerlendiremeyen, muğlak bir karakter gizlenir. Buna karşılık romanın başından itibaren bir şekilde kibarlık ve soğukkanlılık altında, başına gelenlerin plansız olduğunu, kaderin bir oyunu olduğunu ima eden anlatıcı sesi zaman zaman olaylar geliştikçe bu soğukkanlılığı yitirmeye başlar. Miranda’nın güzelliği karşısında kendini kaybetme noktasına gelir: “Sonradan öldürmek zorunda kalacağım bir kelebeğin ortaya çıkmasını seyrettiğimdekine benzer bir duyguya kapılmıştım. Yani güzellik her zaman altüst eder; ne yapmak istediğini, ne yapması gerektiğini karıştırır insan” (77).

Fred’in toplumsal ilişkilerdeki yetersizliği, sınırlar konusundaki kararsızlığı Miranda’ya bakışında etkilidir. Onunla sağlıklı bir ilişki kurmayı hayal kurarken bile beceremez:

Sonradan gerçeğe dönüşecek bir düş kurma hakkını kendime ilk kez o gün tanıdım. Bir adamın saldırısına uğramasıyla başlıyordu, ben de koşup onu kurtarıyordum. Daha sonraları saldıran adam ben oldum bir şekilde; ama onu incitmiyordum; onu kapıp, minibüsümle uzaktaki bir eve götürüp, kibarca tutsak ediyordum. Yavaş yavaş beni tanıyor ve benden hoşlanıyordu, o zaman da düş güzel bir modern evde, evli olarak, çocuklarımız ve gereken her şeyle birlikte yaşadığımız düşüne bağlanıyordu. (17)

Fred, düşlerinde de Miranda’yı zorla alıkoyduğunu hayal etmeye başlar. İki yaşında hem annesi hem de babasını kaybettiği göz önüne alınırsa Fred’in temel sorununun kendini güvende hissetme duygusunun eksikliği olduğu iddia edilebilir. Annenin yokluğu, Fred’in çevresiyle olan ilişkilerinde iyi-kötü ayrımlarını yapabilme ya da sağlıklı bir şekilde değer yargısında bulunabilme yeteneğini olumsuz etkilemiş olabilir. Bununla ilişkili olarak çocuğun ilk arzu nesnesi olan annesinden sürekli bir biçimde ayrı kalması ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kalıcı bir endişeye ve güvensizliğe neden olabilir. Bu sürekliliğin bir türlü yeniden bir araya gelmeye dönüşmemesi nedeniyle Fred’de kalıcı bir şekilde “arzu nesnesini yitirme” endişesi olduğu iddia edilebilir. Böylelikle de arzu nesnesini sabitleme ve dondurma isteği, yani koleksiyon ve fotoğrafa duyduğu ilgi bir açıklama bulabilir. İlk arzu nesnesi olan kayıp anneyle bütünleşme isteği, koleksiyon nesneleri ile ikame edilir. Miranda da, bir arzu nesnesi olarak Fred’in güvenlik ihtiyacını karşılar, fakat kelebekler gibi ölü olmadığı için Fred’in iç dünyasında bir karmaşaya da yol açar: “Asla anlamadığı, bana yanımda olmasının yettiğiydi. Gerisinin önemi yoktu. Bir şey yapmak gerekmiyordu. Onun yanımda olmasını istiyordum, o kadar, ve bir de kendimi güvende hissetmek” (91).

Fred’in nesnelerle olan ilişkisinde anneyle bütünleşme isteğinin yattığı iddiasını sürdürecek olursam kadınlara ve cinselliğe bakışı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Cinsellik, arzu nesnesi ve anneye ulaşma isteği birbiriyle çatışır. Hayatındaki ilk ve belki de tek cinsel deneyimini anlatırken “bir kadın arzuladığımı duyumsadım” der ve ekler “daha doğrusu bir kadınım olduğunu bilmeyi arzuladım” (13). Kadın yaşlıdır, “iğrenç, iğrenç […] yıpranmış ve adi bir kadındı. Koleksiyona yakışmayan cinste bir örnek gibiydi” (13) sözleriyle bu deneyimi aktarır. Cinsel ilişkide başarılı olamaz ama bunu anlatı boyunca farklı bahanelerle gizlemeye çalışır. Miranda onu öpmeye çalıştığında şöyle düşünür:“gerçek bir erkeğin uygun zamanı gelinceye kadar kendine hâkim olabilmesi gerektiğini bildiğimden, ne yapacağımı şaşırdım […] doğrulmaya çalıştım” (94). Fred’in soğukkanlılığını yitirdiği ender anların tümü Miranda’nın ona fiziksel olarak yakınlaşmayı denediği sahnelerdedir. “Zayıf davrandığımı biliyorum. Dosdoğru ona iğrençlik yapmamasını söylemem gerekirdi. Zayıflık yaptım. Her şeyin iradem dışında geçtiği izlenimine kapılmıştım” (93). Fred tahrik olmuştur ama bu durum zihninde tasarladığı sahneyle uyumsuzdur. Kendi kontrolü altında olmayan beklenmedik olaylar karşısında ne yapacağını bilemez.

Korkunçtu, midem bulanıyordu ve her yanım titriyordu, yerin yedi kat dibine girmek isterdim. Bir fahişeyle birlikte olmaktan beterdi; ona saygı duymuyordum, ama benim tanıdığım Miranda’nın böylesine utanç dolu bir şey yapmasını kesinlikle kaldıramazdım. (95)

Bu beklenmedik andan sıyrılmak için ise “Kloroformu ağzına dayayıp, onu aşağı sürükleme[yi] ve varlığından bu şekilde kurtul[mayı]” (96) düşünür. Miranda hiçbir zaman, Fred’in zihnine hapsettiği bir görüntüden başka bir şey olmamıştır. Fred, onun bir eşya gibi oturma odasında durmasını ister, çektiği fotoğraflarda, kendi istediği şekilde “yaşamasını” arzular, görmek istemediği zamanlarda da bir eşya gibi mahzene kaldırmayı düşünür. Bu durum, iki insanın birbirine fiziksel olarak en fazla yaklaştığı an aralarındaki ilişkisizliğin artık sürdürülemez olduğunun da işaretini verir. Fred’in sesi soğukkanlılığını yitirmiştir artık. “Onu aşağıda benim halime gülerken canlandırıyordum kafamda […] Gecenin bitmesini istemiyordum. Sonsuza dek karanlık kalmasını arzuluyordum […] Her şeyi yapabilecek durumdaydım. Onu öldürebilirdim. Sonradan yaptıklarımın hepsi o gece yüzündendi” (98). Artık ok yaydan çıkar, soğukkanlı anlatıcının yerini kararlı, kızgın bir ses alır. Kadınlar hakkındaki sınırlı tecrübesine karşın Miranda’yı diğer kadınlarla aynı sınıfa koyar.

Öteki kadınlardan farkı yoktu, tek bildiği bayat yöntemlere başvurmaktı. Bir daha ona saygı duymadım. Günler boyu öfkem geçmedi. Çünkü iktidarsız değildim. Bazen fotoğraflara (bayılttığım gece çektiklerime) bakıyordum. O zamanlar amacıma ulaşmak için hiç acele etmem gerekmezdi. Üstelik resimler benimle konuşmazlardı. Bunu asla öğrenmedi. (98)

Bu noktada Miranda’ya bakışı tamamen değişir. Artık Miranda anneyle bütünleşmeyi sağlayan bir arzu nesnesi olmaktan çıkar, ona hiçbir şekilde saygısı kalmaz. Winnicott, annenin belirli bir sürenin üzerinde çocuğun yanından ayrı kalması durumunda anneyi temsil eden nesneye olan duygusal yatırımın yavaş yavaş çekilmesinden bahseder (34). Fred de, arzu nesnesi Miranda üzerindeki duygusal yatırımını çekmektedir. Bu noktadan sonra, Fred duyduğu güvensizlik duygusunun sorumluluğunu bu güvenliği ona veremeyen arzu nesnesi Miranda’ya yükler. Winnicott, annenin uzun süreli yokluğunda anneyi temsil eden geçiş nesnesinden duygusal yatırımların çekilmesi sırasında geçiş nesnesinin abartılı bir şekilde kullanılabileceğinden bahseder (34). Fred’in, Miranda’nın fotoğraflarını defalarca çekmesi “arzu nesnesinin kaybının inkâr edilmesi”ne benzer bir psikolojik durumda olduğunu gösterir. Bu anlardan en çarpıcı olanı, Miranda’nın fotoğraflarını zorla çektiği sahnedir. Bu sahne tam anlamıyla bir tecavüz sahnesidir. Fred’in iktidarsızlığı, fiziksel güç, fotoğraf makinesi ve flaşın fallik simgeselliği aracılığıyla giderilir:

‘Pekâlâ,’ dedim. ‘Kalk bakalım yataktan. Bundan böyle emirleri ben veriyorum [..] benim yerimde bir başkası olsa, şimdiye kadar çoktan ipin ucunu kaçırmıştı. ‘Öyle olsun. Şimdi sana güzel bir ders vereceğim,’ dedim. İpler yanımdaydı, biraz itişmeden sonra, ellerini bağladım, sonra da ağzını tıkadım, çok sıkı oldularsa da bu onun suçuydu, kısa bir iple yatağa bağladım ve gidip fotoğraf makinesini ve flaşı aldım […] elbiselerini çıkardım, başlangıçta dediklerime boyun eğmedi, ama sonunda çaresiz uzanıp, söylediğim pozları verdi […] sonunda istediğim resimleri elde ettim. Flaşımın pili bitinceye kadar çekmeye devam ettim” (106).

Miranda’nın Dünyası ve Tanrı Oyunu

Fowles, birinci bölümde Fred’in proleptik özellikler taşıyan güvenilmez anlatısını ve nesnelerle olan ilişkisini onun bakış açısıyla verir. İkinci bölümde, günlük türüne uygun olarak, Mirana’nın olayları yaşadığı andaki duyguları herhangi bir kısıtlamaya gitmeden okura sunulur. Birinci bölümdeki çoğunlukla soğukkanlı, gözlemci ve güvenilmez anlatıcı sesi yerini Miranda’nın olaylar olduğu andaki değişken duygularına bırakır. Günlük şöyle başlar: “Yedinci gece bu. Durmadan aynı şeyi düşünüyorum. Bir bilselerdi. Bir bilselerdi. Uğursuzluğu paylaşmak. Bu nedenle şimdi içimi dökmeye çabalıyorum bu sabah getirdiği deftere” (Fowles, Koleksiyoncu 110). Günlük sayfalarında ilerledikçe içinde bulunduğu mekânla bütünleşen Miranda’yla karşılaşırız. Bir kelebeğin “ölüm kavanozu”nda ölümü beklemesi gibi Miranda da kendi kavanozunda, kendisiyle başbaşadır: “Sessizlik. Şimdi biraz daha alıştım. Yine de korkunç bir şey. En ufak bir ses bile çıkmıyor” (112). Fred’in soğuk ve duygusuz bakış açısıyla “tutsak edilen nesne” olarak sunulan Miranda yerine git gide duyguların ön planda olduğu, bedensel olarak kapatılmış bir zihinle karşı karşıya kalırız. “İçimde her şey parça parça. Hiçbir şeye kendimi veremiyorum. Bir sürü fikir geldi aklıma, şimdi ise kafam bomboş” (113). Fred’in anlatısı kendisi hakkında oldukça az bilgi vermesine karşın Miranda’nın günlüğünde ilerlerken Miranda’nın kendisiyle ve hayatla ilgili görüşleri günlüğün temel konularını oluşturmaya başlar.

Fred’in olaylar karşısındaki durağan karakter yapısı Miranda üzerinde farklı etkiler yaratır. Miranda’ya yaklaşımındaki son derece hesaplı kibarlığı ve insanı şaşırtan iletişimsizliği Miranda’yı tedirgin etmektedir. Fred, Miranda için belki de daha önce hiç karşılaşmadığı bir insan tipidir. Hiçbir şekilde beklenen toplumsal tepkileri göstermez. Miranda’nın, Fred’in onu neden kaçırdığı, kendisine ne yapacağıyla ilgili sorularının altında bilinmezlikle birlikte başına gelebileceğini düşündüğü şeylerin gerçekleşmemesinin yarattığı endişe vardır. Bir noktada bekleyiş, kafasındaki kötü olasılıkların gerçekleşmemesi; ne ölüm ne de cinsel saldırı, Miranda’nın tedirginliğini artırır. Fred’in neredeyse bir tanrı rolünde, onun yazgısını elinde tutmasının Miranda üzerinde yıkıcı bir etkisi vardır.

Fowles, Aristos‘un The Godgame başlığını taşıyan bölümünde tanrıdan şu sözlerle bahseder: “Bir yaratıcı var olmuşsa eğer, ikinci eylemi ortadan kaybolmuş olmak olmalıdır” (19). Çünkü aslında tanrı hiçbir şeyi yönetmez. Eğer ilahî bir şekilde tanrının adil davranması bekleniyorsa hiçbir yönetim, yönetimi altındakilerin tümüne birden adil davranamaz (18-19). Eğer tanrının yönetimi adil değilse ve aslında hiçbir şeyi yönetmiyorsa bu durumda her şey tesadüflere bağlıdır. Hayatta kalmak, nefes almak, bir mahzende tutsak olmak ya da ölmek… Fowles’un Arsitos’ta bahsettiği bu tanrıyı, Miranda kendi kelimeleriyle şöyle tanımlar:

Artık tanrıya inandığımı sanmıyorum. […] Ama tanrı duaları duymaz. O’nda duymak veya görmek veya acımak veya yardım etmek gibi insanlıktan eser yoktur. […] Kimi insanların mutlu, kimilerinin mutsuz, kimilerinin talihli, kimilerinin de talihsiz olmasını tasarlamıştır, o kadar. Kim mutsuzdur, kim değildir bilmez, bilmek de istemez. Yani gerçek anlamda var olmaz. (Fowles, Koleksiyoncu 205)

Fowles, Aristos‘ta hayattaki tek gerçekliğin bir gün öleceğini bilmek olduğunu belirttikten sonra tehdit ve riskin öneminden bahseder: “Tehdit ve risk evrim için gerekli bir süreçtir. Bazı kişisel sonuçları bizi mutsuz edebilir çünkü bu risk tanımı itibariyle eşitsizliktir. Bizim anladığımız anlamda, hukuk ve adalet kavramları karşısında duyarsızdır” (42). Miranda da Fred’in tahmin edilemez oluşunun yıkıcı etkilerinden -aslında var olmayan tanrının tehdide ve bilinmezliğe dayalı yönetiminden- varoluşçu bir çabayla kurtulmaya çalışmaktadır: Fiziksel olarak kapatıldığı mekânda zihinsel olarak özgürleşmeyle. Bu noktada, karakterlerin içinde bulunduğu mekânların yapısı ve bu mekânlarla olan ilişkileri önem kazanır.

Fiziksel Mekân – Simgesel Mekân

Bir koleksiyon, tanımı itibariyle nesnelere ihtiyaç duyar. Toplanacak bir nesne ya da nesneler söz konusu ise onların teşhir edileceği, seyredileceği bir mekân gerekli olur. Pullar pul defterinde, el yazmaları camekanlar arkasında, kelebekler çerçeveler içerisinde… Aslında toplanan nesne kadar, nesnenin sergileneceği mekân da önemlidir. Mekân seçiminde öncelikle saklamaya uygunluk daha sonra da saklanan yerin toplanan nesneyi doğru bir şekilde sunma özelliği dikkate alınır. Fred, kendi koleksiyon nesnesini tespit ettikten sonra o nesneyi saklayacağı ve onu izlemekten zevk alacağı ortamı hazırlar.

Fred evi kiraladıktan sonra tadilata başlar. Oldukça analitik bir şekilde evi, yanındaki mahzeni titizlikle inceler ve neredeyse yeniden inşa eder. Evi apayrı bir dünya olarak tasarlar. Fred’in bu titizliği, nesneleri sabitleme arzusunun bir sonucudur. Yaklaşık bir ay boyunca evin düzeni (mahzene giriş çıkış, gürültü ve görüntü meseleleri) üzerinde çalışır. Her ayrıntıyı düşünür, evin bahçesindeki mahzenin içinde ayrı bir dünya kurar. Fred’in bir koleksiyoncu ve fotoğraf meraklısı olarak nesneleri sabitleme arzusu evle olan ilişkisinde de kendini gösterir. Tüm bunlara rağmen, anlatıcı sesi bir planı olduğunu reddeder: “Tüm bu hazırlıkların ciddi olduğunu asla düşünmedim. Tuhaf karşılanacağını biliyorum, ama doğrusu bu” (Fowles, Koleksiyoncu 23). Fred’in evle ilgili yaptığı bu açıklama önemsiz gibi görünebilir fakat evi kiralamadan önce gezerken evin yanında daha önceden içinde eski bir şapel olan mahzeni gördüğünde kendinden geçmiş gibidir: “Adam kapıyı kilitleyip, anahtarı yine saksının altına koyduğunda, aşağıda gördüklerimin gerçekte var olmadığı izlenimine kapıldım. İki ayrı dünyaydı. Hep de öyle kaldı. Bazı günler uyandığımda, aşağıya dönmediğim sürece, her şeyin bir düş olduğuna inandım” (19). Tıpkı Gaston Bachelard’ın belirttiği gibi, bu ev artık onun gündüz düşlerini gerçekleştirebileceği bir mekân (6) olarak belirmiştir gözünde. Evin dikey yapısı düşünüldüğünde mahzenin bulunduğu yeraltı, bilinçdışının hüküm sahasıdır ve Bachelard’a göre “yeri kazmak söz konusu olduğunda rüyaların sınırı yoktur” (18). Fred koleksiyon nesnesi olarak Miranda’yı tespit ettikten sonra o nesneyi saklayacağı ve onu izlemekten zevk alacağı ortamı hazırlar. Bunun için evde gerekli düzenlemeleri (saklamaya uygunluk) sağladıktan sonra Miranda’nın kalacağı yerin dekorasyonunu da kendisi yapar. Miranda’nın üzerinde görmekten hoşlanacağı kıyafetler satın alır; nesneyi saklayacağı ortamın sunuma uygunluğu sağlanmıştır. Artık iş doğru zamana kalır, “sonuçta, on gün beklemem gerekti, bazen kelebeklerle de böyle olur […] nadir bir cinsin bulunduğu bilinen bir yere gidersin, hiçbir şey bulamazsın […] hiç aramadığın bir anda, bir çiçeğin üstünde, burnunun dibinde görüverirsin, tepsinin içinde sunulmuş” (Fowles, Koleksiyoncu 24).

Fred, Miranda’yı bir kelebek gibi ölüm kavanozu içerisine koyduktan sonra Gestapo’nun Sırları adlı kitaptan öğrendiklerini onun üzerinde uygulamaya başlar. Bu durum Miranda’nın psikolojik durumuna hemen etki eder: “Beni yaşattığı inziva. Gazete yok. Radyo yok. Televizyon yok […] Şimdi dünyanın artık var olmadığı duygusuna kapılıyorum” (130). Miranda’nın tanıdığı dünyanın varlığını git gide yitirir, aynı zamanda, kapatıldığı mahzendeki yeni dünyasını keşfetmeye başlar. Bir süre sonra yeni mekânına alıştığı gibi, yaşantısını da buraya göre düzenler. Bu sıkışmış dünyasındaki tek canlı ise Fred’dir. Belki de Fred’in beklentisi gerçekten de bir hayalden ibaret değildir. Miranda günlüğüne “onun hakkında çok şey öğrenmeye başladım ve birini tanımak insanı ister istemez o kişiye yakınlaştırır […]yıllardır evli çiftler gibiyiz” (131) diye yazar.

Mahzenin içerisinde bir süre geçirdikten sonra mekânla bütünleşme başlar. O ses çıkarmadığı sürece ses yoktur, o hareket etmediği zaman her şey durağandır:

Bir zindanda yaşamayan hiç kimse, buradaki mutlak sessizliği anlayamaz. Ben yapmazsam çıt çıkmıyor. Kendimi ne kadar ölüme yakın hissediyorum. Gömülmüş. […] oldukça sık garip bir yanılsamaya kapılıyorum. Sağır olduğumu düşünmeye başlıyorum. Olmadığımı kanıtlamak için hafif bir gürültü yapmam gerekiyor. (154)

Beden ile mekânın bütünleşmesi sürecinde önce sesleri yitirilir sonra zaman yavaş yavaş Miranda’yı terk etmeye başlar. “Bu şimdide yaşamam olanaksız. Yoksa çıldırırım” (155). Bu nedenle sık sık geçmişi yeniden yaşatmaya çalışır, geçmiş ve bugün arasında gidip gelir. Geçmişi, kapatılmış olduğu mahzenden yorumlayarak yeni olasılıklara ulaşır fakat kapalı olduğu mekân ona bu olasılıkları yaşama fırsatı vermez. Kaçma isteği ve bunun için çabalamak günlüğün satırlarında sürekli olarak bu umut ve umutsuzluk arasında gidip gelen Miranda’ya “somut şeylerle uğraşıyormuş duygusu ver[ir]” (160). Daha çok umutludur, nedenini bilmese de umutludur.

Birbirlerine hiç güveni olmayan iki karakter, biri tutsak eden, biri tutsak edilen aslında aynı mekân içine sıkışmıştır. Fred yalnız bir adamdır. Miranda’yı kaçırmadan önce evi onarırken “Sürekli tek başımaydım. Gerçek dostumun olmaması şanstı” (21) diye düşünür. Dış dünyayla her türlü iletişimini koparmıştır, daha evi satın alır almaz telefonu kestirir. Miranda ile birlikte o da evin içinde tutsak hayatı yaşar. Kendi zihninin içindeki bir hayalin tutsağı haline gelmiştir. Her iki karakter de bu bakımdan kapatılmıştır; Fred zihinsel, Miranda fiziksel olarak. İki tutsak, durumlarının bilincinde, bir anlamda gerçeklerle yüzleşmemek için karşılıklı ve sürekli oyunlar oynar.

Aslında var olmayan tanrının tahmin edilemez dünyasında Miranda varoluşçu bir dönüşüm içerisine girer. İçinde bulunduğu durumla başa çıkmanın yolu kapatılmışlığı içselleştirmek ve metafizik anlamda mekândan uzaklaşmaktır. İlk başarısız kaçış denemesinin ardından Miranda içine kapanır. Düşünceleri, kendisine çevrilir:

Günün büyük bölümünü düşünerek geçirdim. Kendim hakkında. Ne olacak bana? Geleceğin gizemini asla burada olduğu kadar hissetmemiştim. Ne olacak? Ne olacak? Yalnızca şimdide, şimdiki durumumda değil. Buradan çıktıktan sonra […] Bu mahzende düşünüp duruyorum. Daha önce üzerinde hiç kafa yormadığım şeyleri şimdi anlıyorum (133).

Mahzendeki küçük dünyasına kapatılmış olmasının tadını çıkarıyor gibi görünür: “Kafamı tıka basa anılarla doldurdum. Şimdi içinde yaşadığım dünya ötekini öylesine gerçek, öylesine canlı, öylesine güzel kılıyor ki. Tiksindirici yanlarını bile” (136). Bu aslında bir değişim sürecinin habercisidir. Daha önce düşünme ya da yüzleşme fırsatını bulamadığı ya da görmezden geldiği konular zihnini meşgul etmeye başlar: “Her şey değişiyor […] Bu mahzende çok çabuk büyüyorum. Mantarın yerden bitmesi gibi. Yoksa dengemi mi yitirdim diye düşünüyorum. Belki de hepsi bir düşten ibaret. Ama kalemin ucunu etime batırdığımda canım yanıyor. Belki düş içinde düş görüyorum.” (145).

Miranda, Fred’in onun için kurduğu dünyada tehdit ve riskin yönlendirdiği bir evrim sürecindedir. İçinde bulunduğu duruma rağmen Fred’e karşı mücadelesinde şiddet kullanmayacağını ifade eder. Fiziksel kurtuluş yerine ruhsal bir özgürlük inancı ağır basar. “Ben ahlaklı biriyim. Ahlaklı olmaktan utanç duymuyorum [Fred ‘in] ahlakımı bozmasına izin vermeyeceğim; her ne kadar kinimi, öfkemi ve kafasına bir baltayı hak ediyorsa da” (210). Kendi kendine verdiği bir sözdür ve buna inanmak ister: “İnsan düşünecek ve okuyacak bol bol zamanım olur, o kadar da kötü sayılmaz diye düşünüyor. Ama çok kötü. Zamanın yavaşlığı. Buraya geldiğimden beri, dünyadaki tüm saatler yüzyıllarca geri kaldılar. Yakınmaya hakkım yok. Burası lüks bir hapishane” (214).

Günler geçtikçe Miranda mekân duygusunu kaybetmeye başlar. Fred dışında kimseyi görmediği gibi saatlerini kapalı ve havasız bir mahzende geçirmektedir. 20 Kasım’da “Son günlerde çok yaptığım bir şey aynada kendime bakmak. Bazen gerçek olmadığım duygusuna kapılıyorum” (207) diye yazar. Bedenini hissetme, fiziksel varlığını kendine hatırlatmaya ihtiyaç duyar. Mekânın bedenselleşmesinin ardından zaman kavramı da önemini yitirir. Kaçış umudu yoktur, Fred’in tanrı oyunundaki eylemsizliği, beklentisizlik ve aslında her günün bir öncekinin tekrarı olması zaman algısında da parçalanmaya yol açar: “Dünyanın büzüştüğünü hissedebiliyorum. Bazen haykırmak istiyorum. Sesim kısılıncaya kadar. Ölünceye kadar. Yazamıyorum. Sözcükleri bulamıyorum. Tam umutsuzluk. Bütün gün bu haldeyim. Yavaş çekim sonsuz bir panik” (216). Zaman kavramını yitirdiği anlardan birinde Miranda dünyayı böyle görür, yazdığı iki cümle arasında saatlerce düşünmektedir.

Hastalığının etkisiyle fiziksel olarak kötüye gittikçe büyük olasılıkla görüntüsü de değişir. “Bugün aynaya baktım ve gözlerimde bir değişiklik fark ettim. Hem çok daha yaşlı, hem de çok daha genç bakıyorlar. Sözcüklerle olanaksız gibi geliyor” (227). Fiziksel durumundaki kötüleşmeye karşın zihinsel evrimde ulaştığı noktayı oldukça olumlu bir şekilde değerlendirir, artık eskisi gibi olmayacaktır:

Bu serüvenin başıma gelmemesini istemezdim. Çünkü eğer kaçabilirsem bütünüyle farklı ve sanırım daha iyi bir insan olacağım. Çünkü kaçamazsam, başıma kötü bir şey gelirse, bu olay başıma gelmeseydi olduğum ve kalacağım insanın, şimdi olmayı arzu ettiğim insan olmadığını bilmeyi sürdüreceğim. (230)

Hastalığı ilerledikçe fiziksel zayıflığına ve iki ay gibi bir süredir bir mahzene kapalı kalmasına bağlı olarak ruhsal durumu da gitgide tutarsız hale gelir. Fred’in, verdiği sözün aksine, daha çabuk iyileşebilmesi için evin üst katında Miranda’ya bir yer hazırlamadığını öğrendiğinde, (aslında belki de buna hiçbir zaman inanmadığı halde) gerçekle yüzleşmek ruhsal parçalanmanın da hızlanmasına yol açar. Kendi varoluşçu evrimini tamamlamıştır belki ama içinde bulunduğu fiziksel durum son çare olarak tanrıyı suçlamasına yol açar. Günlüğün satırlarında tamamen umutsuzluğa teslim olduğunu görürüz: “Siyah ve siyah ve yine siyah” (233), “Acıma yok. Tanrı yok […] Teslim olmayacağım. Teslim olmayacağım” (234). Günlükteki dilin bozulması, bedenselleşen mekânın yok olması, zaman kavramının anlamını yitirmesi sonucu Miranda tarih atmaktan da vazgeçer. Artık sadece bir sestir, sayıklamalara karışan bir ses. Cümlelerin sentaksı bozulur, parçalı, bölük düşünceler ve kesik cümlelerle ifade bulur. Son kelimeleri “Aman tanrım aman tanrım ölüme terk etme beni. Tanrım ölüme terk etme beni. Ölüme terk etme beni” (236). Miranda’nın inanmadığı tanrı da artık onun yakarışlarını duymaz.

***

Koleksiyoncu, okura ilk bakışta göründüğünden çok daha karmaşık bir yapı sunar. Bir çok Fowles eleştirisinin ortaya koyduğu gibi bu roman bir sınıfsal çatışma, faşizan baskı, büyüme, aşk, sanatsal yaratıcılık, metinlerarası bir hikâye ve en nihayetinde sadece bir gerilim romanı olarak okunabilir elbette. Fowles, aslında basit bir gerilim hikâyesinin arka planında çok farklı okumalara imkân tanıyan bir metin kurgulamıştır. Kurguda bıraktığı bazı boşluklar, anlatı straretjisiyle birleştiğinde, okura bu alanları değerlendirme ve boşlukları kendi zihninde doldurma imkânı sağlar. Bu gözden geçirme sonrasında okur Fred ve Miranda hakkındaki yargılarını roman boyunca yenilemek durumunda kalır. Fowles, karakterlerine içinde bulundukları fiziksel ve zihinsel mekânlar ve bu mekânlarla kurdukları zıtlıklar içeren ilişkiler aracılığıyla derinlik katar. Fred fiziksel olarak özgürdür ama evin dışında kendini hiçbir zaman rahat hissedemez. Miranda fiziksel olarak kapatıldığı mahzende bir anlamda çaresizdir. Dolayısıyla aslında iki karakter de fiziksel olarak evin içine hapsedilmiştir. Fred varoluşunu zihninde kurgulamaya çalışır ama zihinsel sınırlarını bir türlü aşamadığı için aslında aynı zamanda saplantılı fikirlerinin tutsağıdır. Miranda ise, fiziksel tutsaklığından kurtuluşu zihinsel bir özgürleşmede bulur. Sonucu neredeyse belli olan bir hikâyede gerilimin son sayfaya kadar başarıyla devam etmesinde, yukarıda özetlemeye çalıştığım katmanlı anlatı stratejisi ve karakterlerin hem fiziksel hem de zihinsel mekânları içindeki varoluş çabaları önemli rol oynar.


Kaynaklar

  • Bachelard, Gaston. The Poetics of Space. Boston: Beacon Press, 1964.
  • Bal, Mieke. Narratology: Introduction to the Theory of Narrative. Toronto: Uni. of Toronto Press, 1997.
  • Fowles, John. Aristos. London: Picador, 1993.
  • Fowles, John. Koleksiyoncu. Çev. Münir H. Göle. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001.
  • Genette, Gerard. Narrative Discourse: An Essay in Method. Çev. Jane E. Lewin. Ithaca: Cornell Uni. Press, 1990.
  • Winnicott, W. Donald. Oyun ve Gerçeklik. Çev. Tuncay Birkan. 2. baskı. İstanbul: Metis Yayınları, 2007.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et