Salgın hastalıklar yapım aşamasında: Endüstriyel hayvancılığın marazi tarihçesi

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız.

Gazeteci Pınar Öğünç, çağımıza özgüymüş gibi görünen belirsizlik duygusuna ilişkin 20 bölümlük yazı dizisinin ilk bölümü “Çağın Parolası: Her şey çok belirsiz” başlıklı yazısında, kolektif ruh hâlimizi şöyle betimledi: “Her şeyin dışımızda geliştiğine ve değiştirmenin mümkün olmadığına dair inancın verdiği acz duygusu bugünü de istila etmiş. Dün ise ancak biraz daha güvenlikli zamanlara nostalji, cep telefonu hafızası kadar hatıra sadece.”

İklim krizi, siyasal ve ekonomik çalkantılar bir arada düşünüldüğünde belirsizlik gerçekten de günümüzün başat duygusu gibi görünüyor. Bilhassa 2020’de hepimizin hayatında köklü değişikliklere sebep olan COVID-19 pandemisinden sonra. Artık geleceğimize kalın bir sis tabakasının ardından bakıyoruz. Kehanetler bekliyoruz, kehanetleri dinliyoruz, kehanetlere bel bağlıyoruz, kehanetlerden medet umuyoruz. Huzurumuz kaçıyor, cesaretimiz kırılıyor, aklımız bulanıyor, irademiz kayboluyor. Oysa önümüzdeki sis perdesini dağıtmak için belirsizliğin siyasal ekonomisini görmekten ve bilmekten başka çaremiz yok.

Belirsizliğin coğrafyasını bütünüyle keşfetmek, bu yazının sınırlarını elbette ziyadesiyle aşacak, niyetim de esasen bu değil. Sis perdesini aralamak, belirsizliği kademeli olarak ortadan kaldırmak için şimdiki zamana, özel olarak da nasıl sonlanacağını hâlâ öngöremediğimiz pandeminin temel nedenlerine odaklanmakta fayda var. Gıda tedarik zincirlerinin salgın hastalıklarla ilişkisini incelemeyi deneyeceğimiz yazı dizisinin ilk bölümünde, zoonotik hastalıkların ortaya çıkmasının temel sebeplerinden biri olan endüstriyel hayvancılığın tarihinde kuşbakışı bir gezintiyle yetinmek zorundayım. Gelecek şimdiye musallat olurken, geçmişi hatırlamaktan ve yeniden ele almaktan başka yol görünmüyor.

Patojenlerin hayvanlardan insanlara geçişi elbette kendiliğinden olmuyor. Hayvansal gıda üretimi için vahşi habitatlar işgal edildikçe, patojenlerin çiftlik hayvanlarına ve insanlara sıçrama olasılığı artıyor. Hayvancılığın başlangıcından beri yerleşik hayat yaşayan topluluklarda, avcı ve toplayıcı topluluklardan daha fazla hastalığın görüldüğünü ve daha hızlı yayıldığını biliyoruz. Doğal seçilim bu hastalıklara karşı bağışıklık geliştirmemizi sağlamıştı, on bin yıldan fazla süre boyunca hayvanlarla iç içe yaşayan Eski Dünya’nın insanları Amerika ve Avustralya kıtasındaki insanlara kıyasla hastalıklara karşı çok daha dayanıklıydı. Salgın hastalıklar özellikle kapitalizmin ve sömürgeciliğin ortaya çıkışından sonra artış göstermeye başladı, günümüzdeki endüstriyel gıda üretimi ise salgın hastalıklar için neredeyse kusursuz bir üreme alanına dönüştü. İnsanlarda görülen tüm hastalıkların %60’ı hayvanlardan kaynaklanıyor. Tesadüf mü? Pek sayılmaz. Hayvanlar, son beş yüz yıldır, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra iyice ivmelenen beslenme dönüşümünün odağında yer alıyorlar. Üstelik 21. yüzyılda kapitalizmin gıda düzenini derinden sarsan, daha büyük bir krizimiz var: İklim değişikliği. Biraz hatırlayalım.

Paleolitik çağda, küçük gruplar hâlinde, avcılık ve toplayıcılık yaparak hayatımızı sürdürüyorduk. Mevsimsel olarak yenebilir bitkilerin ve av hayvanlarının bol olduğu bölgeler arasında hareket hâlindeydik. Öncelikli meşgalemiz çevredeki yenebilir bitkileri toplamaktı, avcılık ise ihtiyaç duyulduğunda veya fırsat bulunduğunda gündeme geliyordu. Buzul çağın ardından havaların düzelmesiyle, MÖ 8000 yılı civarında (kimi bölgelerde daha da erken) yerleşik hayata geçtik, tarım yapmaya ve hayvanları evcilleştirmeye başladık. Tarım devriminin ardından yerleşik hayata geçişle birlikte artan dünya nüfusu MÖ 1500 yılında yaklaşık 500 milyona ulaşmıştı. Yerleşik düzenle ortaya çıkan köyler, kasabalar ve daha sonra da kentler olarak büyüdüler. Nüfus çoğaldıkça tarım alanları genişledi, bereketli yeni bölgelerin yanı sıra her dönem farklı ürünler yetiştirmeye olanak sağlayan yöntemler (ekim nöbeti) keşfedildi. Sığır, koyun, keçi, domuz gibi besi hayvanları artık çiftliklerde yetiştiriliyordu. Toprağın düzenli işlenmesi, besi hayvanlarının bakımı eski çalışma düzenini kökten değiştirmişti. 11. yüzyıla gelindiğinde, yük beygirinin ve sabanın kullanımı çiftçilerin çok daha geniş alanlarda üretim yapmalarını kolaylaştıracaktı. Toprağın ve besi hayvanlarının verimliliğinin nasıl korunacağı artık biliniyor, yıllık gıda ihtiyacını bile aşacak düzeyde üretim yapabiliyordu.

On beşinci yüzyıl sonunda Amerika’nın keşfinin ardından Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında tahıl ve hayvan ticareti başladı. Modern dünyanın oluşumu sığırların, koyunların, atların, domuzların ve tavukların Yeni Dünya’ya taşınmasına bağlıydı. 16. yüzyılda Avrupalı müteşebbis çiftçiler (başta Hollandalılar ve İngilizler) hızla büyüyen uluslararası işlenmiş gıda pazarına gitgide bağlandılar. Britanya’daki tarım devrimi ekim nöbetini odağına almış, verimliliği iyiden iyiye artırmış ve besi hayvanı üretimini olağanüstü biçimde canlandırmıştı. Tarım ve çiftçilik faaliyeti, 18. yüzyılın ortasında önce İngiltere’de daha sonra bütün Avrupa’da tam teşekküllü bir hâl aldı, Sanayi Devrimi’nin ardından teknolojinin gelişimiyle tarım araziler özelleştirildi, seri üretim başladı, işgücü ucuzladı. Doğal olmayan biçimde büyüyen, özel koyun ve inek türleri bu dönemde geliştirildi. Doğa, Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen tüm endüstrilerde olduğu gibi, artık hayvanların alınıp çiftliklere yerleştirildiği ve sonrasında atıkların içinde kaybolduğu bir kaynak havuzundan ibaretti. 19. yüzyıldan itibaren dünya genelinde tahıl tüketimi düşmeye başlayacak, hayvansal proteinlerin tüketimi iyice artacaktı. Amerika’nın keşfi ile Sanayi Devrimi arasındaki bu dönemde, köleleştirilmiş yerli halklar ve nerdeyse tüm kadınlar kapitalist doğanın bir parçası hâline gelerek ucuz işgücü olarak muamele gördüler. İnsanlar bu kadar az değerle muamele gördüğünde, hayvanların (özellikle de yiyebilmek için para verdiklerimizin) kötü şartlarda yetiştirilmesi ve salgın hastalıkların çoğalması şaşırtıcı değildi.

Yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren tarımsal üretimin olağanüstü artışına işaret eden Yeşil Devrim ise ABD’li bilimsel tarım uzmanı Norman Borlaug‘un öncülüğünde verimli tahıl ürünlerinin geliştirilmesini, sulama olanaklarının iyileştirilmesini, koruma tekniklerinin modernize edilmezini sağlamıştı. Ancak olağanüstü üretim miktarı ne dünya genelinde açlığı azaltabildi ne de salgın hastalıkların ortaya çıkışını engelleyebildi. Dahası, diğer endüstrilerin de desteğiyle iklim krizini hızlandırdı. Birkaç yüzyıl boyunca sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmayı ve büyüme dinamiğini yükseltmeyi hedefleyen kapitalizmin içine düştüğü bunalıma bir yanıt olarak 1980’lerde gündeme gelen neoliberalizm insan ve hayvan sömürüsünün önünü daha da açtı, artık tükenmeye yüz tutmuş doğal kaynakların yağmalanmasını kolaylaştırdı. Beslenmeye bağlı sağlık sorunlarının dünyadaki artışının da kanıtladığı üzere, ucuz gıda ne insanın beslenebilmesini ne de sağlıklı bir diyeti garantiliyor. Kapitalizmin tarımla ilgili sınırları gezegenin güneyindeki gıda mahsullerinin %75’ini zorlamaya devam ediyor. Topraktan çatala uzanan süreçte gıdaların insan sağlığına uygun olmaları ve besleyici niteliklerini kaybetmemeleri için gerçekleştirilen uygulamaları kapsayan gıda güvenliği artık büyük risk altında. Endüstriyel gıda üretimi ve tedarik zinciri kendi hastalıklarını ve dolayısıyla iklim krizini düzenli biçimde besleyerek yeni ekolojik felaketleri tetikliyor.

ETC Group tarafından yayımlanan ve Dört Mevsim Ekolojik Yaşam Derneği tarafından Türkçeye çevrilen Bizi Kim Doyuracak? kitapçığına göre, endüstriyel gıda zinciri halihazırda dünyanın tarımsal kaynaklarının en az %75’ini kullanıyor. Hem büyük bir sera gazı emisyon kaynağı olarak çalışıyor hem de dünya nüfusunun %30’undan daha azı için gıda sağlıyor. Oysa köylüler dünyadaki insanların %70’i için birincil veya yegâne gıda tedarikçileri olarak öne çıkıyor. Üstelik bu işi, tüm dünyada sofralara yiyecek getirmek için kullanılan toprak, su, fosil yakıt gibi kaynakların %25’inden daha azını kullanarak yapıyorlar.

Sadece hayvancılık endüstrisi halihazırda dünyanın yaşanabilir alanlarının %40’ını deyim yerindeyse yalayıp yutuyor. Tarımsal verim gelecek yüzyılda (zaman çerçevesine, ürüne, yere, ve karbonun ne ölçüde havaya pompalanmaya devam ettiğine bağlı olarak) %5 ile %50 arasında azalacak. Dünya tarımı 2050’ye kadar tüm iklim krizinin getirdiği zararların üçte ikisinden sorumlu olacak: “Nasıl ki erken-modern iklim değişikliği ve veba feodalizmin sonunu ve kapitalizmin başlangıcını getirdiyse, biz de artık iklim değişikliğinin büyük ve sistematik şoklarına karşı savunmasız kapitalizm ekolojisinin dramatik sonunu bildireceği bir gelecekle karşı karşıyayız.”

Dünya üzerindeki hayat, 4 milyar yıl boyunca doğal seçilimin denetiminde kaldı. Artık bütünüyle insan üretimi “akıllı tasarımın” boyunduruğuna girmiş hâlde. Oysa biyolojik hayatlarımızın birbirine sıkı sıkıya bağlılığı yaklaşık son birkaç on yıldır iyice aşikâr hâle geldi, bizi de doğayı algılama biçimimizi değiştirmeye zorluyor. Büyük ölçüde kapitalizme borçlu olduğumuz doğa algımızı değiştirmeden, kökleri sömürgeciliğe dayanan endüstriyel hayvancılığa ve yaban hayvan ticaretine son vermeden ne yeni salgınları önleyebileceğiz ne de iklim krizini yavaşlatabileceğiz.

Dünya Sağlık Örgütü genel direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, insanlığın tedbir almadığı her günün yeni bir hastalık, iklim değişliği veya doğa felaketinin habercisi olduğunu savunmuştu, önümüzdeki belirsizliği biraz olsun belirginleştirebilmek için hatırlatmak boynumuzun borcu: “Bir sonraki acil sağlık durumunun ne olacağını bilmiyoruz ama bunun geleceğini biliyoruz. Hazırlıklı olmalıyız. Bu korku tellallığı değil, bir eylem çağrısıdır. Tüm bu zorlukların üstesinden gelmek için gerekli araçlara ve bilgi birikimine sahibiz. Bu küresel tehditlerle ancak birlikte dayanışma içinde ve uzun vadeli işbirliğiyle mücadele edebiliriz.”


*Bu yazı, Impact Hub Istanbul ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu tarafından uygulanan Project Zoom desteğiyle hazırlanmıştır.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
daha fazla

Masumiyetin sonu

Bize bazen beklenmedik hakikat anları bahşedilir. Fransa Başbakanı Gabriel Attal, İsrail’e koşulsuz destek cephesinin son uydurma haberinin üzerine…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et