Tavuk nugget nasıl çağımızın gerçek simgesi oldu?

Modern çağın en çarpıcı simgesi otomobil veya akıllı telefon değil, tavuk nugget. Tavuk, şu anda ABD’de en çok tüketilen et türü, 2020’ye kadar tüm dünyanın da ilk tercihi olacağı öngörülüyor. Geleceğin medeniyetleri insanoğlunun “yılda 50 milyon tavuk” alışkanlığının izlerini, fosil kayıtlarında antroposen olarak adlandırdığımız dönemin belirleyicisi olarak kabul edecekler. Ancak tüketim alışkanlığımızdaki bu dramatik değişimin sebebinin insan faaliyetlerindeki genel değişimden çok kapitalizmle ilgilisi var. Bir ekonomik sistem olarak görmemiz öğretilmiş olmasına rağmen, kapitalizm sadece iş hiyerarşilerini düzenlemekten ibaret değil. Kapitalizm, güç ve paranın birleşerek doğayı bir kâr mekanizmasına dönüştürmesi sonucunda olan şey. Doğayı algılama biçimimiz kapitalizme çok şey borçlu.

Her medeniyetin kendine has bir “biz” ve “onlar” ayrımı var, ancak yalnızca kapitalizmde bu ayrım “doğa” ve “toplum” arasında. Kökleri de sömürgeciliğe dayanan, şiddetle ve sıkı sıkıya denetlenen edilen bir sınır çizgisi.

Kristof Kolomb döneminde biçimlenmeye başlayan kapitalizm tuhaf bir ikili düzen yarattı. “Doğa”, filozofların zihinlerinde, Avrupalı imparatorlukların politikalarında ve küresel finans merkezlerinin hesaplamalarında “toplum”un zıddı bir kelime haline geldi. Bir kâr mahali, kapitalistler ve fatihler tarafından kullanılmayı bekleyen karşılıksız hediyeler tedarikçisi olarak algılanmaya başladı.

Bu doğa anlayışının tehlikelerinden biri hem insanların hem de hayvan yaşam kalitesinin eşzamanlı olarak aşınmasıydı. “Ucuz doğal kaynaklar” olarak tanımladığımız şey sadece ormanları, tarlaları ve nehirleri değil insanlığın büyük çoğunluğunu da kapsıyor. Kolomb ile Sanayi Devrimi arasındaki dönemde, köleleştirilmiş Afrikalılar, Asyalılar, yerli halklar ve nerdeyse tüm kadınlar bu “doğa”nın bir parçası hâline gelerek ucuz iş gücü olarak muamele gördüler. İnsanlar bu kadar az değerle muamele gördüğünde, kapitalizm koşullarında hayvanların (özellikle de yiyebilmek için para verdiklerimizin) kötü şartlarda yetiştirilmesi (üretilmesi) şaşırtıcı değil.

Hayvanlar, son beş yüz yıldır, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iyice ivmelenen beslenme dönüşümünün odağında yer alıyorlar. Modern dünyanın oluşumu sığırların, koyunların, atların, domuzların ve tavukların Yeni Dünya’ya taşınmasına bağlıydı, bu da 1942’den sonra mikropların, askerlerin ve bankacıların ölümcül artışına yol açtı. Gıda akademisyeni Tony Weis’ın ünlü kalıbını kullanırsak, kapitalizmin “ekolojik toynak izi” bu tarihten itibaren radikal biçimde küreselleşti. Weis’a göre, kişi başına düşen et ve yumurta tüketimi iki katına çıktı, kesilen hayvan sayısı ise 8 milyondan 64 milyona ulaştı, yani sekize katlandı.

Yemeklerinin nereden geldiğiyle ilgili romantik bir bakışa sahip olanlar için çiğ et, işlenmemişten ziyade ham bir içerik olarak görülebilir. Durum tam tersi. Yem ve yağlı tohumlar, Weis’ın “endüstriyel tahıl ve yağlı tohum hayvancılık kompleksi” olarak adlandırdığı şeyin bir parçasını oluşturuyor. Tahıl pazarları, eti sadece ucuzlaştırmakla kalmayıp etin finansal araçları destekleyebilmesine de yol açtı. Örneğin, domuz karnı üzerine vadeli sözleşmeler, kullanılan ekinlerin tekdüzeliğini, homojenleşmesini ve sanayileşmesini gerektiriyor. Bir başka deyişle, süpermarketlerdeki çiğ et kapitalizmin ekolojisinin karmaşık ve yoğunlaştırılmış yöntemleriyle pişiriliyor.

Nerede kâr varsa, orada kârı verimli gerçekleştirmek için her türlü teşvik vardır. Modern et üretim sistemleri verimli bir yumurtayı ve 4 kiloluk yemi 5 haftada 2 kiloluk bir tavuğa dönüştürebiliyor. Hindinin üretim süresi, 1970-2000 yılları arasında neredeyse yarıya indi, günümüzde bir yumurtadan 16 kilogramlık bir hindiye sadece 20 haftada ulaşılabiliyor. Diğer hayvanların üretimi de üreme, yoğun besleme işlemleri ve küresel tedarik zincirlerinin kombinasyonu sayesinde benzer ilerlemeler kaydetti. Et tüketimindeki bu sürekli artışın sonuçları gezegeni de etkiliyor: Antropojenik karbondioksit emisyonunun %14,5’i çiftlik hayvanı üretimine bağlı.

Et üretiminin çevresel etkilerinin endüstriyel tarımın kontrolü altında olmadığı varsayılıyor. Doğa yalnızca hayvanların alınıp çiftliklere yerleştirildiği ve sonrasında atıkların içinde kaybolduğu bir havuz olarak görülüyor. Tehlike, doğa ve toplum arasındaki suni ayrıma inanıp “fabrika çiftçiliğinin” çevresel, “fabrika üretiminin” ise toplumsal bir sorun olarak algılanması. Aslında toplumsal her sorun çevresel, çevresel her sorun da toplumsal.

Tavuklar, kendi kendilerine nugget’lara  dönüşmüyorlar. Kapitalistlerin ucuz iş gücüne ihtiyacı var. 1492’de Avrupa’nın Yeni Dünya’yı istilasıyla bu ucuz iş gücü yerli halklar aracılığıyla kendini gösterdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru İspanyollar günümüzde Bolivya’da bulunan büyük gümüş dağı Potosi’de gümüş üretimini yeniden canlandırmaya çalışırlarken, yerli halklardan “yerliler” diye bahsetmeye başladılar. Bu yerli halklar ve köleleştirilmiş Afrikalılar sıkı çalışıp yeterince dua ederlerse uzak gelecekte bir gün topluma eşit bireyler olarak dahil olabileceklerini hayal ettiler.

Fotoğraf: Frederic J. Brown (AFP/Getty Images)

Çalışmak, hiç eğlenceli olmadı. Fransızca ve İspanyolca’da iş anlamına gelen travail ve trabajo kelimelerinin etimolojik kökeni Latince trepaliore kelimesine bağlı. “Trepaliore” işkence etmek ve acı çektirmek anlamına geliyor. Ancak işlerin işleyişi değişti.

Bin yıl boyunca insanların çoğu toprak ve denizle az veya çok yakın ilişkiler kurarak hayatta kalabildiler. Çalışmanın gerektirdiklerine ve hedeflerine sıkı sıkıya bağlı olmayanlar bile. Hayatta kalabilmek parçalara değil bütünsel bilgiye dayanıyordu: Balıkçılar, göçebeler, çiftçiler, şifacılar, aşçılar gibi birçokları işlerini hayatın ağına doğrudan bağlı bir şekilde tecrübe ettiler. Örneğin çiftçiler toprak tiplerini, havanın döngülerini, tohumları, kısacası ekimden hasat zamanına kadar her şeyi bilmek zorundalardı. Bu işin keyifli olduğu anlamına gelmiyordu, kölelere çoğunlukla vahşice davranılıyordu. Bu bütünsellik işlerin adil olduğu anlamına da gelmiyordu: Lonca başkanları kalfaları, krallar köleleri, erkekler kadınları, yaşlılar da gençleri sömürdüler. Ancak iş daha bütünsel bir üretim anlayışıyla daha büyük bir dünya ve toplum anlayışına bağlıydı.

On altıncı yüzyılda bu düzen değişmeye başladı. Müteşebbis Hollandalı veya İngiliz çiftçiler (sonrasında Madeiralılar ve Brezilyalılar) büyüyen uluslararası işlenmiş gıda pazarına gitgide bağlandılar ve bunun sonucunda çiftçilerin çalışma hızı ile hasat arasındaki ilişkiye olan ilgisi arttı. Uluslararası pazarlar yerel değişimleri getirdi. İngiltere’deki araziler kırsal nüfusun büyük çoğunluğunu senelerdir gözettikleri, destekledikleri, hayatlarını üzerinden sürdürdükleri ortaklardan “özgürleştirmek” için ayrıştırılıp özelleştirildi. Yerleri değiştirilmiş kasabalılar başka işler bulmakta, ya da başarısız olurlarsa bu yolda aç kalıp hapse girmekte özgürdüler.

Bu hikâye, tavuk nugget için hâlâ canlı ve geçerli. Kümes işçilerinin maaşları çok düşük: ABD’de fast food zincirlerinde tavuğa ödenen her bir doların yalnızca iki senti kümes hayvancılarına gidiyor. Alabama’da yapılan bir araştırmaya göre tavuk kanadı kesen işçilerin %86’sı üretim zincirinde sürekli tekrar eden doğrama ve kıvırma hareketleri sonucunda kronik fiziksel rahatsızlıklar çekiyor, bu şartlar da doğal olarak işçi bulmayı zorlaştırıyor. İş gücündeki bu boşluğu doldurmak için bazı tavuk üreticileri saatine 25 sent ödeyerek hapisteki mahkumları kullanıyorlar. Oklahoma’da tavuk şirketlerinin yöneticileri sömürgeci iş ve inanç sistemlerine dönüş yaparak 2007’de Hristiyan Alkolik ve Bağımlı İyileştirme Merkezi (Christian Alcoholics & Addicts in Recovery – CAAIR) isminde bir tedavi merkezi açtılar. Bağımlıları hapis yerine bu merkeze gönderen hakimler sayesinde bu iyileştirme programı devamlı bir işçi arzı sağlıyor. Bu merkezde dualar tedavinin bir parçası olarak tavuk üretim sistemlerinde maaşsız işler ile yan yana sunuluyor. Eğer yeterince çalışıp yeterince dua ederseniz tedaviniz süresince topluma yeniden katılma hakkı kazanıyorsunuz.

CAAIR çalışanları çoğunlukla genç ve beyaz olmalarına rağmen kümes hayvancılarının çoğunu azınlıklar oluşturuyor. Latin göçmenler ABD tarımının büyük bir parçası ve onların sağladığı bu ucuz iş gücü iki farklı sebebin yarattığı sınıfsal ayrımın bir sonucu. Bu sebeplerin ilki ABD’de 1980’lerde et şirketlerinde sendikalaşmanın yok edilip yerini düşük ücretli göçmen işçilerin alması. Diğeri ise 1994’te Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA) sonucunda Meksika’da dengesizleşen tarımsal düzen sonrasında kapitalizmin ekolojisiyle yerinden edilen ve ABD sınırının öbür tarafına geçip ucuza çalışan işçiler.

Haritada bu iki devlet arasındaki çizgi, son zamanlarda aşırı sağ tarafından korku dağıtmak için ve öncesinde de kapitalistler tarafından ucuz ve kârlı iş gücü bulmak için kullanılan güçlü bir soyutlama taktiği. Kapitalizmin altında ulusal topraklar, bölgesel araziler ve yeni göçmen iş gücü aynı anda üretiliyor.

Göçmen işçiler, yoksul kesimde korkulara neden oluyorlar. Bu panik, 17 ve 18. yüzyılda İngiltere’de aylaklara karşı sert yasalarla ve mecburi yoksulluğun en kötü etkilerini ortadan kaldırmakla görevli hayır kurumlarının gelişimiyle sonuçlandı. Hapis cezası tehditleri, yoksulları maaşlı işlerde çalışmaya itti. Maaşlı işler, insanların zekaları, dayanıklılığı ve becerilerinden besleniyordu ve başka bir modern icadı, zamanın yeni bir yöntemle ölçümü aracılığıyla onları üretken emek konusunda eğitiyordu.

Emek pratiği kapitalizmin ekolojisini şekillendiriyorsa, bunun en vazgeçilmez makinesi de mekanik saat. Saat (para değil) yapılan işin değerini ölçmede ana teknoloji olarak ortaya çıktı. Bu ayrımı yapmak önemli, çünkü kapitalizmin izini ücret için çalışmak olarak düşünmek kolay. Lakin gerçek bu değil: 13. yüzyılda İngiltere’de ekonomik olarak aktif olan nüfusun sadece üçte biri hayatta kalmak için bir maaşa ihtiyaç duyuyordu. Maaşların hayatı, mekânı ve doğayı bu denli güçlü biçimde yapılandırmaya başlaması yeni zaman modelinin bir sonucu.

On dördüncü yüzyılın başlarında bu yeni zaman modeli endüstriyel faaliyetleri biçimlendiriyordu. Bugün Belçika’da bulunan Ypres gibi ekonomisi tekstil üretimine bağlı kentlerde işçiler kendilerini iş akışı ya da mevsimsel değişimler tarafından değil de daha soyut, doğrusal ve tekrar eden bir zaman şekli tarafından düzenlenirken buldular. Ypres’te iş zamanı kentin çanları yardımıyla ölçülmeye başlandı. Bu çanlar her vardiyanın başında ve sonunda çalıyorlardı. 16. yüzyıla gelindiğinde, zaman dakikaların ve saniyelerin sabit tik taklarıyla ölçülmeye başlanmıştı. Bu soyut zaman konsepti her şeyi biçimlendirmeye başladı: İş ve oyun, uyku ve uyanıklık, kredi ve para, tarım ve sanayii, hatta ibadet. 16. yüzyılın sonunda İngiltere’deki çoğu kilisede artık mekanik saatler vardı.

İspanya’nın Amerika’yı fethi, kıta sakinlerine hem yeni bir mekân hem de yeni bir zaman anlayışı telkin etmeyi içeriyordu. Avrupalılar fethettikleri her yerde ne İsa’nın öğretilerinden ne de saatten haberi olan “tembel” yerli imajını yarattılar. Zamanın kontrolü kapitalizmin ekolojisi için vazgeçilmezdi. 1553’ten itibaren İspanyol asilleri sömürgeleştirdikleri her ana şehrin meydanına “en az bir umumi saat” yerleştirmeye başladılar. Diğer toplumların kendileri geliştirdikleri zamansal kuralları vardı ancak dayatılan yeni iş rejimleri yerlilerin tempolarını ve doğayla ilişkilerini yerle bir etti. Göklerden geldiğine inanılan ve karmaşık ve hiyerarşik zaman ve okumalardan oluşan Maya takvimi insanlara evrenle ilişkileri hakkında zengin bir düzenleme sunuyordu. İspanyol işgalciler ise bu takvime sadece sömürgeci saldırılarını takvimdeki kutsal anlara getirecek kadar saygı duydular.

Tarihçi E. P. Thompson’ın ufuk açıcı çalısması Zaman, İş Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm’de gözlemlediği gibi, zamanın kontrolü belirli bir mantığı izliyordu. “Gelişmiş bir kapitalist toplumda her şey tüketilmeli, pazarlanmalı ve kullanılmalıdır. Yalnızca ‘vakit geçirmek’ iş gücü için hakarettir.” Belirli faaliyetlerin daha büyük üretim hedeflerine bağlılığı zaman kaybına izin vermiyordu ve saatin disiplini şiddet yoluyla tüm gezegene yayıldı.

Yeni sömürgelestirilmiş halka kapitalist zamanın değer ve düzenini öğretmek, sömürgeci girişimin temel parçalarından biriydi. 1859 yılından bir kayda göre, Avusturalyalı yerliler “artık NipNip’in (sömürgecilerin yıllık arazi biçme takvimi) avantajlarına sahiplerdi. Bu durum onlara önceden sahip olmadıkları bir yılları takip sistemi sağlıyordu. Ay döngüleri önceden onlar için yeterliydi.” Ancak zamanın düzenlenmesi aynı zamanda bir direniş odağıydı. Başka bir yerlinin günlüğünde yazılan şuydu: “Bu gece büyük bir Korroberry (yerlilerin ruhani bir buluşması) vardı, onları bugünün pazar olduğunu söyleyerek geri çevirmeye çalıştım. Bana dediler ki ‘siyah adam için pazar yok.” Neden direniyorlardı? Çünkü emeklerinin sömürgeciler tarafından çalındığını gayet iyi biliyorlardı.

Zaman kontrolü üstüne kavgalar günümüzde hâlâ devam ediyor. Kanunen, ABD’de kanatlı hayvan hatlarında tavuk işleme hızının sınırı dakikada 140 tavuk. Sektör, Brezilya ve Almanya’daki dakikada 200 tavuk hızıyla yarışabilmek adına devlete bu sınırı kaldırması için baskı yapıyor. Gıda zehirlenmesine ve iş kazalarına yönelik kaygılar, ölü tavuklardan daha çok kâr sağlayabilmek adına şimdilik ikinci planda.

Kapitalizm kullanışlı tüm emek sistemlerini eş zamanlı olarak denedi. Örneğin 1630’ların Brezilya’sındaki bir şeker pancarı ekimi günümüzde Bangladeş tekstil endüstrisinin gözünden modern bir sanayi operasyonu kabul edilebilir. Nasıl ki araba işçilerinin basitleştirilmiş üretim bantları ve fast food işçilerinin tektipleştirilmiş hamburgerleri varsa, Afrikalı kölelerin de şeker monokültürünün basitleştirilmiş manzaralarında özelleştirilmiş işleri vardı.

Modern fabrikanın arkasında hep birkaç sömürü katmanı mevcut. Çeşitli esaret biçimleri ve doğal kaynak istismarı sayesinde elde edilen hammaddelerle çalışan işçiler fabrika müdürlerinden daha az maaş alıyorlar. Her şey, yerli ve ucuz emeğe (çoğunlukla kadınların) bağlı. Küresel fabrika küresel bir madene, küresel bir çiftliğe ve küresel bir aileye ihtiyaç duyuyor.

Dolayısıyla kölelik günümüze kadar devam etmeyi başardı. Birleşmiş Milletler’in kurumlarında biri olan Uluslararası İş Örgütü’nün tahminlerine göre günümüzde kölelik yapan 40 milyon insan var ve bu sayının büyük çoğunluğunu zorla evlendirilmiş kadınlar oluşturuyor. Mesela Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş zamanı çalışma kampları, bu sanal ekonominin arkasındaki fiziksel altyapıya güç veren tantal gibi nadir toprak metallerini tedarik ediyor.

Ancak nasıl yöneticiler kâr elde etmenin yeni yollarını arıyorlarsa işçiler de direnmenin yeni yollarını arıyorlar. Erken kapitalizmin ticari ürünleri (şeker, gümüş, bakır, demir, orman ürünleri, balıkçılık, hatta tahıl tarımı) Avrupa ve kolonileri için iş kontrol stratejilerinin deney bölgeleriydi. Dolayısıyla bu alanlarda tarih boyunca hep çatışma mevcut. Grevler, isyanlar, müzakereler ve direniş kapitalist iş disiplini uygulamalarını şekillendirdi. Her işçi direnişi makineleşme için yeni bir sebepti. Modern iş rejimleri ve teknolojileri, ilk modern işçilerin zorlu deneyimleri, direnişleri ve stratejilerinden ortaya çıktı.

Hem geçmişte hem de günümüzdeki fabrikalarda işçi memnuniyetsizliği ve köle isyanları birbirlerine yalnızca direniş ifadeleri oldukları için değil kapitalizm ekolojisine karşı protestolar oldukları için de bağlılar. Her küresel fabrikanın küresel bir çiftliğe ihtiyacı var: Endüstriyel, teknoloji ve hizmet girişimlerinin başarıları ucuz iş gücü ve ucuz kaynaklara erişimlerine bağlı. Cupertino, Kaliforniya’da tasarlanmış Iphone’unuzdaki uygulamalar kendi kendilerini sömüren bağımsız yazılım tasarımcıları tarafından kodlanmış olabilir, telefonun kendisi Çin’de zalim şartlar altında monte edildi ve kullanılan mineraller Kongo’daki insanlık dışı koşullarda yüzeye çıkarıldı. Modern üretim çok katmanlı, eşzamanlı ve farklı iş rejimlerine bağlı. Tüm direniş hareketlerine karşı kapitalizm, iş sınırlarını bir kez daha yerinden oynatıyor.

İşçiler üzerindeki hegemonya ucuz gıdalar ve “her tencerede bir tavuk” sözleriyle desteklendi. Ucuz gıda son bin yıldır düzenin korunmasında merkezi bir öneme sahip. Ama kapitalizm ekolojisinde bu düzen gezegen boyutunda yapılan dönüşümler sayesinde korunuyor.

Tavuk Nugget. Fotoğraf: Bloomberg/Getty
Fotoğraf: Bloomberg/Getty

On beşinci yüzyıldan bu yana, bazı araziler belirli türdeki ekinler ve ekin sistemleri için kapalı alanlar haline geldiler. Bunlar para akışı getirmek için tasarlanmış monokültür alanlarıydı. Diğer araziler ise kapitalist şehirlerde daha iyi hizmet edebilsinler diye bu arazilerden uzaklaştırılmış insanları barındırmak için ayrıldılar. Bu hep sosyal olarak dengesiz bir coğrafya yarattı: Düşük sanayi ücretleri düşük köylü ücretleriyle, köylü ücretleri de doğa, kadınlar ve koloniler tarafından sağlanan bedava hizmetlerle desteklendi. 19. ve 20. yüzyıllardaki devrimler işçilere istismara alternatifleri sunduktan sonra, kapitalizmin kentsel ayaklanma ve komünizm korkuları başka bir boyuta çıktı. Bu varoluşsal korkudan kurtulmak için, hükümetler ve vakıflar eşitsizliği ve sömürüyü ele almak yerine, ucuz yiyecek sağlayacak ve insanlığın açlığını frenleyebilecek kadar fazla yetişme potansiyeline sahip ürünlerin gelişimini finanse ettiler.

Siyasetçileri rahatsız edenin kırsal değil kentsel açlık olması hayati öneme sahip. Dünya’nın açlık sorunun çoğunun bulunduğu kırsal alanlarda işe ve yemeğe ulaşım pek önemsenmiyordu. Açlık, politik bir öneme sadece fakir kesim şehirlere taşınıp açlıklarını sinire dönüştürerek olası bir ayaklanma ihtimali yaratınca (ve böylelikle ucuz doğal kaynak kurallarına meydan okuyunca) ulaştı. İşte Yeşil Devrim dediğimiz dönemin kökeni de bu ucuz doğal kaynak kuralına yönelik burjuva ilgisine ve işçi sükunetine duyulan sürekli ihtiyaca dayanıyor.

Yeşil Devrim’in amacı kentsel alanlara serbestçe akabilecek çeşitli tahıllar yetiştirmekti. Ama bu devrim tarımdaki basit bir dönüşümden ibaret değildi. Büyülü tohumlardan fazlasına ihtiyaç vardı. Çiftçilerin ürünlerini yetiştirmesi için ulusal hükümetlerin, tarımsal pazarlama kurulları aracılığıyla mahsul alımını sübvanse etmeleri, sulama altyapısını kurmaları ve alternatif gıda sistemleri etrafındaki siyasi muhalefeti bastırmaları gerekti. 20. yüzyılın ilk yarısındaki Yeşil Devrim, arazi sahibi olmayan pek çok köylü ve işçinin, kapsamlı arazi ve tarım reformu adına sahip oldukları devrimsel politik hedeflerini engellemek için tasarlanmış bir yenilik paketiydi.

Eğer zorlarsak, Yeşil Devrim’i bir başarı olarak görebiliriz. 1950 ve 1980 yılları arasında küresel hububat üretimi ve verimi (birim basına düşen üretim miktarı) iki katına çıktı. Hindistan’ın buğday verimi 1960 ile 1980 arasında %87 oranında arttı. Bu, Amerika’daki mısır çiftçilerinin 1935’ten sonraki 20 yıl boyunca yaşadıklarına benzerdi. Tüm bu ürünlerin dünya pazarındaki ticareti arttı, küresel tahıl ihracı 1960’larda ve 1970’lerde %295 çoğaldı. Bunlar başarı ölçütleriyse, devlet sübvansiyonu ve şiddeti yoluyla gıdaları ucuzlaştırmaya yönelik politik taahhüt işe yaradı diyebiliriz.

Ancak bu olağanüstü üretim miktarı açlığı azaltmadı. Hindistan’da buğday üretimi çok arttı, fakat vatandaşların yedikleri yemek miktarında bir değişiklik olmadı. Açlık, özellikle de ekonomisi tarıma bağlı bir toplumda açlık, insanlar fakir kalmaya devam ettikçe bitmez. Etrafta ne kadar buğday olduğunun eğer o buğdayı satın alacak paranız yoksa pek de bir önemi yoktur. 1990’lardan 2015’e kadar var olan küresel fenomenlerden biri de işlenmiş gıda fiyatlarının taze meyve ve sebzeye kıyasla daha az artması. Günümüzde neredeyse her ülkede, toplumun en fakir kesiminin parası, günde beş adet taze meyve veya sebze satın almaya yetmiyor.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) dahil ülkelerdeki işçilerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra ulusal gelirlerinde gözlemledikleri artış da 1980’lerde değişime uğradı. Bu değişim akademisyenlerin “maaş baskısı” dedikleri işçi karşıtı politikaların doğrudan bir sonucuydu. Neoliberal dönemde düşük maaşlar sürekli bir gerçeklik olduğundan, ucuz gıdaları maaş maliyetlerinden bağımsız, yalnızca ucuz fiyatlı olarak görmek insana mantıklı geliyor. Böyle bakılınca, Meksika’da fiyatı düşen tek gıda ürününün tavuk olması bir sürpriz degil, Nafta’nın, teknolojinin ve ABD soya fasulyesi endüstrisinin doğrudan bir sonucu.

NAFTA başta tarımsal ürünleri içermiyordu ama köylülerini tarımdan sanayi şehirlerine taşıyarak “modernleştirmek” isteyen Meksika’nın ısrarları sonucu bu değiştirildi. Bu başarılı bir stratejiydi: 2003’te tüm ülkeye yayılan El Campo No Aguanta Más (Kırsal Kesim Artık Dayanamıyor) protestolarının da gösterdiği gibi Meksika’nın campesino (köylü çiftçi) tarım ekonomisinin boynu büküldü. Bunun sonucu ABD tarımına işçi göçü oldu. Ama en azından tavuk ucuzdu.

İşte burada ucuz gıda rejimi hakkında önemli bir noktaya varıyoruz: Beslenmeye bağlı sağlık sorunlarının dünyadaki artışının da kanıtladığı üzere, ucuz gıda ne insanın beslenebilmesini ne de sağlıklı bir diyeti garantiliyor. Kapitalizmin tarımla ilgili sınırları gezegenin güneyindeki gıda mahsullerinin %75’ini zorlamaya devam ediyor. Fakat şimdiki durum Amazon’a doğru ilerleyen ve dünyanın dört bir yanındaki köylüleri yerinden eden tarımsal cephelere bakıldığında kasvetli görünse de, 21. yüzyılda ortaya kapitalizmin beş yüz yıllık gıda düzenini derinden sarsan başka bir etken ortaya çıktı: İklim değişikliği.

Sınırların tahayyülü sadece toprak hakkında düşüncelere odaklanılmasına neden oluyor. Ama son iki yüz yıl yepyeni bir harekete tanıklık etti: Atmosferik tabakaların sera gazı emisyonları için boşaltma alanı olarak kullanılması. 21. yüzyılda tarım ve ormancılık (bunun içine ekim için arazi temizliği de dahil) tüm sera gazı emisyonlarının çeyreği ile üçte biri arasında.

Bu, tarım da ormancılık da büyük ölçüde yoğun enerjiye ihtiyaç duyan sektörler oldukları için ve ihtiyaçları her geçen gün arttığı için kaçınılmaz bir sonuç. Ayrıca çok büyük bir sorun, çünkü artık ne daha fazla kuşatılabilecek atmosferik tabakalar var ne de küresel ısınmanın zararlarını kapitalizmin hesap defterinin dışında tutmanın kolay bir yolu. Başka hiçbir örnekte, bu, verimlilik seviyesi düşen tereddütlü küresel çiftliklerdeki kadar net değil. 18. yüzyılda İngiltere’de çiftçilerin yaşadığına benzer bir durum şu an küresel boyutta yaşanıyor. Tarımla ilgilenen biyoteknolojinin yeni tarımsal reform vaatlerinin içi şimdiye kadar boş çıktı, yeni bir ürün verimliliği patlaması yaratmakta başarısız oldular, glifosat ve diğer zehirlere dayanabilen süperot ve süperböceklerin yaratılmasına neden oldular ve dünya iklim sistemindeki değişime öncülük eden ucuz gıda modelini sürdürmekte ısrarcı davranıyorlar.

İklim değişikliği daralan sınırlardan çok daha fazlası demek: Ucuz doğal kaynak modelinin çöküşüne benzeyen, kolay ve ucuz hammaddeye ulaşımın sonunu getirmek yerine sistemi tamamen tersine dönüştürecek bir etken. Artan araştırmalara göre iklim değişikliği tarımsal verimi ortadan kaldırabilir. “İklim”, kuraklık, aşırı yağış, ısı dalgaları, ani soğukluklar da dahil olmak üzere son derece çeşitli pek çok fenomeni ifade eden bir terim. Paradigmatik neoliberal bir ürün olan soya, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak, tarımbilimcilerin “gelir baskısı” olarak adlandırdığı şeyi deneyimlemeye çoktan başladı. Soyanın ne kadar etkilendiği bir tartışma konusu olarak kalsa bile, pek çok arazi analizine göre 1980’lerden bu yana büyümede %3’lük bir azalma mevcut. Bu 1981-2002 arasında yılda 5 milyar dolara tekabül ediyor.

Daha da kötüsü, iklim değişikliği mutlak düşüşleri beraberinde getirecek. Yıllık ortalama küresel sıcaklıktaki her 1 derecelik değişime küresel çiftçiler üzerinde daha büyük etkiler eşlik etmekte. Tarımsal verim gelecek yüzyılda (zaman çerçevesine, ürüne, yere, ve karbonun ne ölçüde havaya pompalanmaya devam ettiğine bağlı olarak) %5 ile %50 arasında azalacak. Dünya tarımı 2050 yılına kadar tüm iklim değişikliği zararlarının üçte ikisinden sorumlu olacak. Bu demek ki dünya iklimi de kapitalizmin tarımsal modeli de ani ve geri dönüşü olmayan bir değişimin ortasındalar.

İklim değişikliğinin modern gıda sistemine zarar vermeyeceğini düşünmek için sebep çok az. Daha beteri, endüstriyel gıda üretimi pandemik hastalıklar için adeta bir üreme alanı ve pek çok analize göre bize ucuz eti getiren konsantre hayvan besleme işlemleri, insan popülasyonunu azaltabilecek virüsleri beraberinde getirebilir. Bu yeni bir şey değil. Nasıl ki erken-modern iklim değişikliği ve veba, feodalizmin sonunu ve kapitalizmin başlangıcını getirdiyse, biz de artık iklim değişikliğinin büyük ve sistematik şoklarına karşı savunmasız kapitalizm ekolojisinin dramatik sonunu bildireceği bir gelecekle karşı karşıyayız.

Tarihi, kapitalizmi takip edecek sistemin daha iyi olmayabileceğini kestirebilecek kadar öğrendik. Tüm dünyada faşizm liberalizmin topraklarında doğdu. Oysa kapitalizmin sonuçları kapımıza dayandıkça, toplumlar kapitalizmin sınırlarına hem direniyor hem de karmaşık ve sistematik tepkiler geliştiriyorlar. Kapitalizmi mümkün kılan yedi şeyin her birinin etrafında (doğa, iş, bakım, yemek, enerji, para ve hayatlar) bu şeylerin alternatifini geliştiren hareketler var. Kapitalizme karşı savaşan ve kesişen alternatifler sunan hareketlere örnek olarak dünya çapında yeniden canlanan bir işçi hareketi olan Siyah Hayatlar’ın yemek, tazminat ve yerel ekonomik egemenlik doğrultusundaki taleplerini ve yemek, bakım, doğa ve iş etrafında endişelerini dile getiren Latin Amerika’daki La Via Campesina köylü hareketinden türemiş feminismo campesino y popular‘ı (popüler köylü feminizmi) örnek olarak gösterebiliriz.

İngiltere’deki “Reclaim the Streets“ (Sokakları Geri Al) hareketinin kurucu ortağı aktivist John Jordan’a göre direniş ve alternatifler “Sosyal değişim DNA’sının ikiz zincirleri“. Değişimin kaynaklara ve gelişecek alana ihtiyacı olacak. Eğer kapitalizmin ekolojisi tarafından yaratıldıysak, yalnızca birlikte üretmenin ve birbirimize önem vermenin yeni yollarını uygulayarak yeniden doğabiliriz. Bu süreç de en temel ilişkilerimizi yeniden düşünmeyi, yeniden yaşamayı ve yeniden uygulamayı gerektiriyor.


*Bu yazı, Zeynep Keçelioğlu tarafından Raj Patel ve Paul Mason’ın The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

3 yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share