Daha azına sahip olmanın dayanılmaz cazibesi: Minimalizm

Son birkaç onyılın görsel estetiği, kabaca “hiçlik ilkeleriyle tasarım yapmak” olarak tanımlanabilir. İster endüstriyel tasarım, ister iç mekan, isterse de moda tasarımı olsun, her şeyi asgari düzeyde tutma ihtiyacı dünya genelinde sevildiği kadar eleştirilere maruz kalan minimalizm akımıyla ilişkilendirilir. Minimalizm, özünde, bir şeyi gerekli unsurlarına indirgeme fikridir. Peki, neyin gerekli olduğuna kim karar verir?

MÖ 412 civarında doğan Diyojen, bugünkü Türkiye’den Atina’ya seyahat eder ve bir eve ihtiyacı olmadığına karar vererek kesilmiş bir yağmur suyu borusunda yaşamaya başlar. Sahip olduğu şeyler bir pelerin, bir baston ve (parası olmadığından içinde ne sakladığını kimsenin bilmediği) bir deri keseden ibarettir. ABD’deki Creighton Üniversitesi’nden felsefe profesörü William Stephens, mutluluğu kendi kendini yönetme ve kendine yetme yoluyla keşfeden Diyojen’in toplumun mal mülk biriktirme ve sosyal statü değerlerine uymayı reddettiğini söyler: “O, orijinal minimalistti.” Bu pencereden bakınca (modern minimalizm 20. yüzyılda başlamış olsa da) minimalist felsefenin kökleri 2500 yıl öncesine dayanır.

MÖ 3. yüzyıla ileri sardığımızda, kısmen “duyguları göstermeden, şikayet etmeden acıya ya da zorluklara katlanmak” ile ilgili Stoacılık felsefesinin, basit yaşam fikirlerine bağlılığı, değişimi kabullenmesi ve mülkiyetten ziyade kendine ve topluma odaklanmasıyla minimalist yaşam tarzına ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Bir Stoacıdan Mektuplar’da Seneca, “Zenginlikler olmadan da mutlu bir hayat sürebileceğine kendini ikna et, onları her zaman yok olma noktasında gör,” der.

Minimalizm, esasen II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmeye başlayan, o dönemde modernizm ve soyut dışavurumculuğa karşı bir tepki olduğuna inanılan bir sanat akımıdır. Bu akımların, sanatın kendisinden uzaklaşmak gibi hissettiren duygusal ve dışavurumcu özelliklerinden sıyrılma, “güzelliğin en saf hali” olduğuna inandıkları şeyi yaratma arzusundan doğar. 1960’ların görsel sanatlarında, müziğinde ve endüstriyel tasarımlarında yoğun görülen “minimalist” terimi, genelde her türlü süslemenin bir kenara bırakılarak temel unsurlara indirgenmiş şeylere atıfta bulunur. Frank Stella, Robert Morris, Donal Judd ve Carl Andre gibi sanatçılar ve heykeltıraşlar geometrik soyutlamaya yönelmeye, bunu farklı medyalar aracılığıyla keşfetmeye başlar. Atlantik’in ötesinde, minimalizme yönelik Avrupa yaklaşımı Bauhaus, De Stijl hareketi ve Rus konstrüktivist hareketiyle ilişkili sanatçıların eselerinde görülür.

“Günlük hayatımızda karşılaştığımız ürünlerin çoğu dikkat çekmek için çığlık atar, ihtişamları veya küçük boyutlarıyla bizi etkilemeye çalışır. Bu nesneler, onlarla ilişkilerimizi dikte etmeye çalışır. İyi tasarım, dengeli oranlara sahip nesneler yarattığı için ürünlerle güçlü ve uzun süreli ilişkiler yaratır. Bir şeyleri parlatmak, şıklaştırmak için kullanmak tasarım değildir. Bu, ambalajdır. Tasarımda temel unsurlara odaklandığımızda, tüm gereksiz unsurları çıkardığımızda, formların sessiz, rahat, anlaşılabilir ve en önemlisi uzun ömürlü olduğunu görürüz. Bugün evlerimizi, şehirlerimizi ve çevremizi çeşitli çöplerden oluşan bir kaosla doldurma şeklimizdeki düşüncesizlikten dolayı gelecek nesillerin ürpereceklerini tahayyül ediyorum. Bu tür şeylerin etkilerine karşı ne kadar kaderci bir duyarsızlığımız var. Aslında, tüm sistemin çöküşü yaklaşıyor olabilir. Çevremizden bahsettim ama bir de daha geniş bir çevreye bakalım: içinde yaşadığımız dünyaya. Hammadde, enerji, gıda ve toprak gibi doğal kaynaklarda giderek artan ve geri dönüşü olmayan bir kıtlık söz konusu. Bu durum bizi özellikle tasarımda rasyonelleşmeye zorlamalıdır. Sadece düşüncesiz tüketim için düşüncesiz üretim zamanlarında gelişebilen düşüncesiz tasarım zamanları sona erdi.” –Dieter Rams, Endüstriyel Tasarımcı, Aralık 1976

Mimaride, minimalizm temel unsurlarına indirgenmiş bir alanı veya yapıyı tanımlar. Bu akım, 1980’lerin sonunda Londra’da ve New York’ta, mimarların moda butiği sahiplerinden beyaz yüzeyler, soğuk aydınlatma, en az nesne ve mobilyayla bütün odağı giysilere verecek, engelsiz boşluklar kullanacak şekilde boş alanlar tasarlamalarını istemeleriyle popülerlik kazanır. Minimalizmin ardındaki ilhamın geleneksel Japon tasarımının Zen felsefesinden, Bauhaus’tan ve De Stijl hareketinden geldiğine inanılır. Bazıları da minimalizmin aynı zamanda sanayileşme ve yoğun şehir yaşamının yükselişine bir yanıt olduğunu, büyük şehir hayatının koşuşturmacasına karşı bir panzehir işlevi gördüğünü iddia eder.

Bu mimari tarzı tanımlayan anahtar ifadelerden biri, mimar Ludwig Mies van der Rohe’ye atfedilen “azı karar, çoğu zarar” (less is more) ifadesidir. De Stijl’in soyutlama ve sadelik kullanımı, Bauhaus’un endüstriyel malzeme ve indirgenmiş form kullanımıyla birleşerek minimalist mimariyi tanımlar. Doğanın basit formlarında değer bulmak da minimalizm için kritik öneme sahiptir. Minimalist mimari, tasarımı temel unsurlarına indirgeyerek, biçim, ışık, alan ve malzemelere odaklanarak, örneğin Tadao Ando’nun birçok projesinde görüldüğü gibi, insan-yapımı ve çevre arasında bir denge sağlamak için doğayı ve iç mekanı bir araya getirerek basitlik yoluyla uyum sağlar. Bu, mekanın tamamen süslemesiz tasarlandığı anlamına gelmez; ancak mekanın tüm unsurlarının ve ayrıntılarının, tasarımı iyileştirmek için eksiltecek bir şey kalmayana kadar azaltıldığı anlamına gelir.

Yirmi birinci yüzyılın başında minimalizm artık her yerdeydi. Öyle ki, arzu edilen lüks bir yaşam tarzı haline geldi. İç mekanlar, zamanın izlerinin silindiği bir sadelik ve zarafet hissi vermek için şık tasarımlara ve temel çizgilere büründü. Yüzeyler dağınıklıktan arındırıldı, organizasyona ve düzene öncelik verildi. Beyaz ve nötr renkler temel alındı, mekana biraz karakter kazandırmak için aralara farklı tonlar ve dokular eklendi. Kısa bir süre sonra, minimalizm daha azıyla daha çok yaşamanın küresel amentüsü haline geldi. Oysa tüketim kültüründe minimalizm her zaman biraz süslü bir aldatmacaydı.

Yirmi birinci yüzyılda, gelişmiş dünya genelinde çoğumuz sahip olduğumuz kadarına ihtiyaç duymuyoruz. Ortalama bir Amerikalının evinde 300 binden fazla eşya bulunuyor. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, çocukların ortalama 238 oyuncağı var, ne var ki günde sadece 12 tanesiyle oynuyorlar. Biriktirmeye bağımlıyız. Minimalist yaşam tarzı, tam da böyle bir çağda ve sanayi devriminden bu yana hızlanan tüketimciliğin gezegeni yok ettiğinin farkına vardığımız şu günlerde dünyaya yaklaşmanın “vicdani bir yolu” gibi görünmüş olabilirdi.

Minimalizmin şekil bulduğu bağlamdan koparılıp “azı karar, çoğu zarar” posterine, sınıfsal bir varoluş gayesine dönüşmesi bu döneme denk düştü. Minimalizm, sanatçı Michael Landy’nin dünyevi eşyalarını tek tek parçalarına ayırdığı 2001 tarihli projesi Break Down’da olduğu gibi gezegene verdiğimiz zarar üzerinde düşünmemizi amaçlayan derin bir felsefe miydi? Yoksa sadece (sahip olduğumuz ve attığımız) nesnelerle mi ilgiliydi?

Bazı adanmışlar için minimalizm bir terapiydi. Her şeyden kurtulma sancısı, geçmişin şeytan çıkarma ayini gibiydi, bozulmamış sadelikle dolu bir geleceğin önünü açmayı vadediyordu. Kesin bir kopuşu temsil ediyordu. Artık bize mutluluk getirmesi için eşya biriktirmeye bağımlı olmayacaktık, bunun yerine bilinçli olarak elimizde tutmaya karar verdiğimiz, ideal benliğimizi temsil eden şeylerle yetinecektik. Daha az eşyaya sahip olarak, tüketim kültürüne yenik düşmek yerine seçici küratörlük yoluyla yeni kimlikler inşa edebilirdik.

En azından Marie Kondo’nun kitapları, sosyal medya hesapları ve 2019’un başında başlayan Netflix dizisi tarafından popülerleştirilen model buydu. Kondo’nun Türkçedeki ilk kitabı Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla, herkesin kendi düzen yorumunu bulması gerektiğini iddia ederken temizlik konusunda “hatalı geleneksel yaklaşımları” takip edenleri eleştirir. Temizliğe kıyafetlerle başlanmalı, ardından kitaplar, kağıtlar ve ev eşyalarıyla devam edilmelidir. Fotoğraflar ya da hatıralar gibi duygusal eşyalar en sonda yer almalıdır. Çünkü ancak sona yaklaştığınızda bu tür güçlü nesneleri değerlendirmek için uygun duyarlılığı geliştirmiş olursunuz.

Marie Kondo bir seçim yanılsaması vadeder. Evinizde neyin kalacağına siz karar verirsiniz ama o size bunların nasıl katlanacağını, saklanacağını ve sergileneceğini, yani onlarla nasıl ilişki kurmanız gerektiğini söyler. Her şeyi kuytu köşelerden çıkardığınızda ne kadar çok eşyaya sahip olduğunuzu ve bunların ne kadarına gerçekten ihtiyacınız olmadığını fark edersiniz. Kondo, hiçbir müşterisinin bu alışkanlığı tekrar edinmemiş olmasıyla övünür: “Evin dramatik bir şekilde yeniden düzenlenmesi, yaşam tarzında ve bakış açısında da buna uygun dramatik değişikliklere neden olur,” diye yazar. Okurlar tüketimcilik ortodoksluğunu düzenlilik ortodoksluğuyla takas eder. Kondo, belli belirsiz antikapitalist gibi hissedilebilir, ama öğütlerini uygulamak için bir dizi Kondo kitabı satın almanız gerekir. Bu, Marie Kondo’nun bütünüyle bir markaya dönüşmesinin hikayesi olarak da okunabilir: Eşyalarınızı düzenlemek için lüks Kondo kutuları ve bir dizi kristalin yanı sıra “iyileştirici tını çatalı” satın alabilirsiniz.

Marie Kondo ortaya çıktığında minimalizm çoktan metalaşmıştı. Kondo, 2010’larda bu fikri benimseyen daha büyük bir yazar dalgasının en üstündeydi sadece. Kondo’nun öncülleri, 2008’de başlayan Joshua Becker’ın Becoming Minimalist (2008), Courtney Carver’ın Be More With Less (2010) ve Minimalism: Live a Meaningful Life adlı kitaplarını yayımlamış olan “The Minimalists” gibi bloglarla çevrimiçi yaşam tarzı blogger topluluğundan ortaya çıktı. Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus, nam-ı diğer The Minimalists, sahip olduğumuz eşyaları ve nedenlerini araştırmayı hayatlarının işi haline getirdi. 2009’da her ikisi de teknoloji pazarlamacılığında altı haneli maaşlarının tadını çıkaran bu iki çocukluk arkadaşı, bir süre sonra artan borçları ve bağımlılık sorunları nedeniyle sıfırlama düğmesine bastı, her şeyden nasıl kurtulduklarını ve yeniden başladıklarını anlatan bir blog yazmaya yöneldi. Kendi kitaplarını yayımladılar ve milyonlarca podcast dinleyicisi edindiler. Ülke çapındaki minimalist uygulamaları konu alan belgeselleri 2016’da Netflix tarafından satın alındı.

Minimalist yaşam tarzı literatürü, adeta sıradanlık üzerine bir egzersizdir. Pratik bir nasıl-yapılır rehberi olarak okunabilecek her kitap, yazarını minimalizme götüren krizi, minimalist metamorfozu ve ardından yazarın hayatının olumlu yönde nasıl değiştiğini anlatan basit bir aydınlanma üzerine kurulur. Her biri diğeriyle aşağı yukarı aynı vizyonu sunar. Kitapların içeriğindeki aynılık, ortak bir görsel dinginlik tasarımında da kendini gösterir. Kitapların kapakları Instagram’da paylaşmaya uygun yumuşak renkler ve rahatlatıcı yazı karakterlerinden oluşur, okumasanız bile ilham verici olabilirler. Bu kitapların dingin kapakları, minimalizmin görsel çekiciliğinin fedakarlık doktrinini nasıl daha kolay yutulur hale getirdiğinin sadece bir örneğidir. Modaya uygun bu sade estetik, bir marka logosu olarak yansımasını bulur. Her yerde tanımlanabilir ve tüketilecek minimalist ürün hiçbir ahlaki içeriğe sahip olmasa bile bize sadelikle ilişkili ahlaki saflık havasını hatırlatmaya hizmet eder.

Kondo, The Minimalists ve diğerlerinde her şey fazla kullanışlı görünür: sadece evinizi düzenleyin veya bir podcast dinleyin, mutluluk ve huzur sizin olsun. Bu o kadar muğlak bir çözüm ki, herkese ve her şeye pekala uygulanabilir. Kondo yöntemini dolabınız, Facebook hesabınız veya sevgiliniz için kullanabilirsiniz. Bu haliyle minimalizm bireycilik gibi okunabilir: Bu kişi, yer ya da şeyle uğraşmak zorunda kalmamalıyım; çünkü bunlar benim dünya görüşüme uymuyor diye düşünerek kendinizi öne çıkarmak için bahane bulabilirsiniz. Oysa ekonomik düzeyde özellikle ilham verici doktrinler değillerdir, hayalperest özlemlerin peşinde koşmak ya da inanç sıçraması yapmak adına imkanlarınızı zorlayarak güvenli bir şekilde yaşamanızı emredeler.

Peki, minimalizmi gönüllü bir kişisel tercih değil de 2000’li yıllardaki yaşam deneyimine yanıt veren kaçınılmaz bir toplumsal ve kültürel değişim olarak düşünebilir miyiz? 20. yüzyıla kadar maddi birikim ve istikrar, güvenlik biçimleri olarak anlamlıydı. Evinize ve toprağınıza sahipseniz, kimse bunları elinizden alamazdı. Kariyeriniz boyunca tek bir şirkete bağlı kaldıysanız, bu, işvereninizin sizi koruyacağını umduğunuz gelecekteki ekonomik istikrarsızlık dönemlerine karşı bir sigortaydı.

Bugün bunların pek azı doğru gibi görünüyor. Maaşlı çalışmak yerine serbest çalışanların oranı her geçen yıl artıyor. Ev fiyatları güçlü bir işgücü piyasasının olduğu her yerde çok yüksek. Ekonomik eşitsizlik modern çağda hiç olmadığı kadar ciddi boyutlarda. En büyük servet artık fiziksel değil; girişim sermayesi, hisse senetleri ve vergiden kaçınmak için açılan offshore hesapları gibi görünmez sermaye birikiminden geliyor. Bu esnada krizler krizleri takip ediyor, hareketlilik artık durağan olmaktan daha güvenli geliyor. Bu, daha azına sahip olmanın giderek daha cazip gelmesinin bir başka nedeni olabilir.

Minimalist tutum, hayatın tüm yönlerinin durmaksızın metalaştığı hissine de hitap ediyor. Amazon’dan kredi kartıyla gereksiz eşyalar satın almak, güvencesiz çevremiz üzerinde bir miktar kontrol hissi yaratmanın hızlı ve kolay bir yoludur. Markalar bize sorunlarımızı çözecekmiş gibi otomobiller, televizyonlar, akıllı telefonlar satar. Tüm bunlara karşı bir çözüm sunmayı vadeden minimalizm fikrinin kendisi de eninde sonunda kitaplar, podcast’ler ve tasarlanmış neseneler aracılığıyla metalaşır.

Bu kayganlık, minimalizmin pazarlama sunumunun bir parçası. Minimalissimo adlı bir dergide yer alan bir ankete göre, artık her biri Instagram’dan aşina olduğumuz aynı tek renkli, keskin stilde ve genellikle milyarlarla olmasa da milyonlarla ifade edilen fiyat etiketiyle minimalist sehpalar, sürahiler, kulaklıklar, spor ayakkabılar, kol saatleri, hoparlörler, makaslar ve kitap ayraçları satın alabilirsiniz. Hepsinin sunduğu şey, bir tür efsanevi doğruluk, sadece bu mükemmel şeyi tüketirseniz gelecekte (en azından eskisi geliştirilinceye veya yeni bir mükemmellik seviyesi bulununcaya kadar) başka bir şey satın almanıza gerek kalmayacağı vaadi.

Tüketim kültüründen ve toplumun olağan ödüllerinden duyulan memnuniyetsizlik yeni değil, minimalizm de doğrudan kronolojik geçmişi olan bir fikir değil. Daha çok, dünyanın farklı yerlerinde ve zamanlarında tekrar eden bir tür duygulanım olarak değerlendirilebilir. Çevresindeki uygarlığın aşırıya kaçtığı, bu nedenle kaybedilmiş ve yeniden kazanılması gereken bir tür özgünlük duygusu olarak tanımlanabilir. Maddi dünya bu bağlamda daha az önem taşır, bu nedenle daha fazla eşya biriktirmek cazibesini yitirir.

Bu evrensel duyguyu, “daha azına duyulan özlem” olarak basite indirgeyebiliriz. Soyut, neredeyse nostaljik bir arzu; farklı, daha basit bir dünyaya doğru bir çekim. Ne geçmiş ne de gelecek, ne ütopik ne distopik; bu daha otantik dünya her zaman mevcut varlığımızın hemen ötesinde ama asla ulaşamayacağımız bir yerdedir. Belki de daha azına duyulan özlem, insanlığın kendinden şüphe duymasının daimi göstergesidir: Ya modern toplumda kazandığımız şeyler olmadan daha iyi durumda olsaydık? Medeniyetin getirdiği süslemeler bizi bu kadar tatminsiz bırakıyorsa, o zaman belki de yoklukları tercih etmeli ve daha derin bir gerçeği aramak için onları terk etmeliyiz. Daha azına duyulan özlem ne bir hastalık ne de bir tedavidir. Sadece, bugün dönüştüğü haliyle, minimalizm belki de ne idüğü belirsiz “iyi bir yaşam” hakkında düşünmenin sadece bir yoludur.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et