Art Spiegelman: Süper kahramanların altın çağını şekillendiren faşizmin yükselişiydi

The Avengers (2012) Fotoğraf: REX/c.W.Disney/Everett.

Haziran 2019’da Londra merkezli yayınevi Folio Society, Maus adlı grafik romanıyla tanınan karikatürist ve editör Art Spiegelman’dan bir giriş yazısı istedi. Marvel: The Golden Age 1939–1949 (Marvel: Altın Çağ 1939-1949) adını taşıyan derleme kitapta yer alması planlanan yazıda Spiegelman, Marvel karakteri Kızıl Kurukafa’ya (Red Skull) atıfla ABD Başkanı Donald Trump’tan “Turuncu Kurukafa” diye bahsediyordu. Bunun üzerine Folio Society ona bir uyarı notu gönderdi ve Marvel Comics şirketinin apolitik kalmak istediğini, yayınların politik bir tutum takınmalarına izin vermediğini belirtti. İlgili cümleyi atmadığı takdirde Spiegelman’ın yazısı yayımlanmayacaktı. Spiegelman yazısını geri çekti, Folio Society yerine The Guardian’a verdi. Eylül 2019’da yayımlanacak kitabın giriş yazısı Marvel editörü Roy Thomas’a kaldı. Spiegelman’ın The Guardian’da yayımlanan yazısının çevirisini aktarıyoruz.


Yirminci yüzyılda çizgi romanlar, kötü yazılmış, hızla çizilmiş ve nefret edilerek basılmış hâlleriyle ufaklıklar ve entelektüel açıdan gelişmemiş kişilere hitap eden edebi çöplüğün birer ürünü gibi görülüyordu. Günümüzde Marvel Comics olarak bilinen şirketin kurucusu ve yayıncısı Martin Goodman, bir seferinde Stan Lee’ye hikâyelerde edebi değer gütmenin ya da karakter gelişimine dikkat etmenin anlamsız olduğunu söylemişti: “Onlara bol bol aksiyon ver ve fazla sözcük kullanma.” Bu formülün bu denli yankı uyandıran, önemli işlerle sonuçlanması gerçekten harikulade[i].

Çizgi roman formatı için asıl övgüyü, gazete eklerini çıkaran basımevlerinin işsiz kalmaması için yeni bir yol ararken 1933’te popüler bant karikatürlerini yarı-tabloid olarak basmaya başlayan matbaacı Maxwell Gaines alabilir. Denemek için bir dizi bedava el ilanına 10 sent ibaresi yapıştırmış ve yerel bir gazete bayiinde hepsinin hızla satıldığını görmüştü. Kısa süre içinde en beğenilen karikatürler birkaç yayıncı tarafından çizgi romanlara toplandı, ucuz yeniden basım fiyatlarının karşılayabileceği yeni içeriklere ihtiyaç doğdu. Bu yeni malzemeler çoğunlukla var olan gazete bantlarının üçüncü sınıf taklitleri, ya da avantür, dedektif, western’lerin ucuz klişelerini yineleyen tür hikâyeleriydi. Marshall McLuhan’ın belirttiği gibi her mecra, kendi sesini bulmadan önce, kendisinden önce gelen mecranın içeriğini bünyesinde topluyordu.

Sonra genç bir yazar adayı, Jerry Siegel ve sanatçı olmaya özenen bir diğer genç, Joe Shuster geldi. İkisi de inek tipli, dışlanmış, aykırı birer Yahudi’ydi ve bunun havalı kabul edilmesine henüz on yıllar vardı. Kendilerine ait bir bant hikâyelerinin olmasının getireceği ün, para ve hayranlık dolu kızların bakışlarının hayalini kuruyorlardı. Böylelikle yok olan bir gezegenden gelen, hakikat, adalet ve Başkan Roosevelt’in Yeni Düzen’inin (New Deal) değerleri için savaşacak insanüstü bir uzaylı fikrini geliştirdiler. Çocukluktan yeni çıkmış iki gencin bu fikrinin gazeteler tarafından naif, çocuksu ve acemi işi bulunarak reddedilmesinin hemen ardından Gaines, onların 13 sayfalık Superman örneklerini Action Comics için sayfası 10 dolardan satın aldı. Bu fiyat karakterin tüm haklarını da içeriyordu. Siegel ve Shuster mecrayı tanımlayan yepyeni bir türün ilk örneği olmakla kalmadı, hayatları da yaratıcı insanların yayıncılara sunulan işlerin büyük ödüllerini almadan dolandırılmalarına dayalı trajik kuralı oluşturdu.

Süpermen’in yaratıcıları Jerry Siegel ve Joe Shuster. Fotoğraf: Bettmann/Bettmann Archive.

Çizgi romanın altın çağının, Superman’in Haziran 1938’de Action Comics #1’de, günümüzde DC Comics adıyla bilinen şirket tarafından yayımlanmasıyla başladığı kabul ediliyor. Siegel ve Shuster yeni bir arketip yarattı ve 1940’a gelindiğinde bu henüz olgunlaşmamış tür uğruna çocukların ayda milyonlarca on sent harcamaya hazır olduğu görüldüğünde, taklitçi sürülerinin hepsi dört renkten oluşan kahramanlarını ordular hâlinde göklere fırlatarak altın çağın altın arayışına katıldı. Dolayısıyla belki de buna bir stereotip demek daha doğru olur. Superman’in cazibesinin biraz da o naifliğinden geldiği, bu çocuksuluğun gençleri, mantık sınırlarını ucuz romanların çoğundan daha sık aşan çocuk dostu hikâyelerle tanıştırdığı fark edildi. Üstelik bunların hepsi, her bir sayfayı gözlerin yuvalarından fırlayacağı, aksiyon dolu tiyatro sahnelerine doğru açılacak birer perdeye dönüştüren birincil ve ikincil renkler içeren şematik görsellerle sunuluyordu.

Ucuz roman havuzunda sörf yapmaktan hoşlanan bir yayıncı olan Goodman, süper kahraman dalgasına da ilk binenlerdendi. Ekim 1939’da Marvel Comics’in ilk sayısıyla büyük bir sükse yapmıştı. (İlk basımdaki 80.000 adeti 800.000 adetlik bir yeniden basım izledi.) İçeriği, fazla masraf yapmak istemeyen ufak yayıncılar için fikir aşamasından son çizimlerine dek bir çizgi romanın tamamını üretebilen Funnies, Inc sağlıyordu. Bu “mağazaların”, sanatçıların ailelerinden birçok kişinin çalıştığı Garment District’teki[ii] terhanelerle bir ortak noktası vardı. Sıklıkla parça başı çalışılan, hepsi aynı anda sayfalara saldıran birçok elden (senaryo yazarları, kalemciler, mürekkepçiler, mektupçular) zamanla yarışılan bu uygulama, sanattan çok küçük ölçekli bir endüstriye benziyordu.

İşe aldıkları arasında da çevre dostu gençler, yaşlı ve tükenmiş yazar bozuntuları, hatta (İkinci Dünya Savaşı geldiğinde ve artan çizgi roman talebini dolduran genç erkekler askere alındığında) kadınlar, beyaz olmayanlar ve başkasının işine burnunu sokan diğerleri (onlardan da mecranın mihenk taşını oluşturan ırkçı ve cinsiyetçi stereotipleri korumaları bekleniyordu) vardı.

Bu noktada (bunu etnik açıdan gurur verici olduğu için değil, erken dönem çizgi romanlarının hamlığına ve belirli temalarına ışık tutması açısından söylüyorum) New York merkezli, kuruluş safhasındaki bu mecranın öncülerinin ağırlıklı olarak Yahudi ve etnik azınlık kökenli olduğunu vurgulamakta fayda var. Yalnızca Siegel ve Shuster değil, göçmenlerden ve onların çocuklarından (Büyük Buhran’ın yıkıcı etkisinden en çok etkilenen insanlardan) oluşan, Almanya’da yükselen zehirli antisemitizme uyum sağlayan koca bir nesilden bahsediyorum. Onlar da “bitkin düşmüşleri, zavallıları, özgürce nefes almaya hasret biçare kalabalığı”[iii] en azından sözde hoş karşılayacak bir ulus için savaşacak Amerikalı übermensch’ler yarattı.

Clark Kent benzeri gizli kimlikler edinen bu laik Yahudilerden bazılarından bahsetmek gerekirse, Gaines’in gerçek adı Max Ginzberg’dü, Goodman’ın ailesi Litvanya’nın Vilnius kentinden göç etmişti, Kaptan Amerika’yı hemşerisi Joe Simon’la birlikte yaratan Jack Kirby (yani Jacob Kurtzberg) New York’un aşağı doğu yakasının kenar mahallelerinde doğmuştu. Zamanla Marvel Comics’in yüzü hâline gelen Stan Lee ise Goodman’ın eşinin kuzeniydi, 17 yaşında ve Stanley Lieber adını kullanırken yalnızca nepotizmle açıklanabilecek bir şekilde büro elemanı olarak işe alınmıştı. Pazarlama ve yayıncılığın üst basamaklarına kabul edilmeseler de o dünyanın dibini sıyırarak yollarını bulmuşlardı.

Kaptan Amerika’nın yaratıcıları Jack Kirby ve Joe Simon. Fotoğraf: AP.

Bu çizgi roman fabrikalarındaki acemi sanatçılar, ölüm kalım meselesine dönüşen teslim tarihlerinin yarattığı baskıyla boğuşurken, yeni bir formun olanaklarını keşfetti. Birbirlerinden kopya çekerek ve Alex Raymond (Flash Gordon, Secret Agent X-9), Hal Foster (Tarzan, Prince Valiant) ve Milton Caniff (Terry and the Pirates) gibi usta bant çizerlerinden çalarak kendilerini geliştirdiler. Öte yandan Marvel Comics #1’in ana karakteri Alev Adam’ın (Human Torch) yaratıcısı Carl Burgos (yani Max Finkelstein), gururla şunu söylemişti: “Raymond ya da Caniff’in çizimlerini arayan, Raymond ya da Caniff’in işlerine bakmalı. Bu acınası çizim tamamen bana ait.” Yazar-sanatçı Burgos’un o sırada iptidai olan çizim becerisi içgüdüsel bir görsel hikâye anlatıcılığı yeteneğiyle desteklenince Alev Adam karakteri ortaya çıkmıştı. İnsan biçimindeki bir kırmızı ve sarı alev parıltısından oluşan bu karakterin, okurların beyinlerini de yakan ve çizgi romanlar evcilleştirilmeden önceki dönemin ham enerjisini bünyesinde barındıran bir görsel yoğunluğu vardı.

Burgos’un Funnies, Inc.’teki yoldaşı William Blake “Bill” Everett, çizgi roman dünyası için tuhaf bir örnekti. Bir kere Yahudi değildi. Everett Massachusetts’in 300 yıllık aristokrat bir ailesinden geliyordu ve adaşının[iv] özelliklerinin tümünü taşıyordu. Onu çizgi romanlara çeken aykırılığı bağımlılığa yatkın kişiliğinden (içki içmeye 12 yaşında başlamıştı ve günde üç paket sigara içiyordu) geliyordu, belki de onu içmeye iten yabancılığın getirdiği hassasiyetti. Çizgi romanlar için çalışan en yetenekli sanatçılardan biriydi. Pürüzsüz bir tekniğine sahipti, pek çok türde rahatlıkla çizim yapabiliyordu ve hikâyeye fazladan çaba göstermeksizin kapılıp giden okurun gizli görsel hazineler bulmasını sağlayacak bir sayfa tasarımı anlayışı vardı.

Everett’in aykırı anti-kahramanı Denizaltı Prensi Namor, on yıllar sonra Marvel evrenine yerleşecek dertli karakterlerin atasıydı. 1940’larda denizaltıcı bu açıdan yalnızdı, o denli hırpani olmayan DC Comics mahallesinde ikamet eden yuvarlak çeneli ve iyi niyetli infazcılarla belirgin bir tezat oluşturuyordu. Kendini okyanusa da gökyüzüne de ait hissetmeyen Namor, gururluydu, kibirliydi ve zıtlığıyla onu tamamlayan Alev Adam’a kıyasla dengesizdi. Buna rağmen su ve ateş bir araya gelerek Marvel Comics’i patlama noktasına taşıdı.

1940’ın sonlarına doğru, Pearl Harbor’ın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş, Naziler blitzkrieg taktiğini Londra’da uyguluyorken, Funnies, Inc. için çalışan [Joe] Simon, Goodman tarafından çizerlik, yazarlık ve yayıncılık hünerlerini doğrudan onun adına sergilemek üzere işe alındı. Simon ona, Kirby’yle birlikte hayal ettiği yeni bir karakterin tasarılarını gösterdi. Amerikan bayrağı gibi giyinmiş bir kahraman, dev biceps’leri ve çelikten karın kaslarıyla Nazi karargâhına girmiş, Hitler’in çenesine balyoz gibi bir yumruk çakıyordu. Kitabın yaratacağı etkiyi bilen Goodman heyecandan titremeye başladı, Mart 1941’de ilk Kaptan Amerika sayısı bayilerde yerini alana kadar da heyecanı dinmedi. Biri Hitler’i çizgi roman yayımlanmadan öldürecek diye ödü kopmuştu!

Superman hâlâ ufak gangsterler, grev kırıcılar, açgözlü arazi sahipleri ve Lex Luthor’la dövüşürken, Amerika da savaşa girmekle ilgili kaçamak bir dil kullanırken, Naziler gibi gerçek süper kötülerle savaşan Kaptan Amerika asker toplama kampanyalarının yüzü hâline gelmişti. Hâl böyle olunca Simon ve Kirby’nin çizgi romanının çok tutması ve savaş boyunca ayda bir milyon kopyaya yakın satması pek şaşırtıcı değildi. Tabii 1941’de herkes onlara hayran değildi. Simon’a göre Alman Amerikan Federasyonu (German American Bund) ve Önce Amerika Komitesi (America First Committee) destekçileri yayınevine nefret söylemi içeren mektuplar gönderiyor, “Yahudilere ölüm!” diye bağırdıkları yakışıksız aramalar yapıyorlardı. Gerçek bir süper kahraman olan Belediye Başkanı Fiorello La Guardia onu arayıp şu sözü vermişti: “New York idaresinin size hiçbir zarar gelmemesini sağlayacağından emin olun.”

Kirby’nin hiperkinetik figürleri, aşırı büyümüş kaslarıyla insan anatomisine nal toplatıyordu. Karakterleri kavgacıydı, mizah duygusundan yoksundu, tek bir gayeleri vardı, testere dişli paneller ve geniş ekrana yayılarak ortaya çıkarken hayli öfkelilerdi. Onun çizimleri yalnızca savaş yıllarında değil, o günden bugüne dek süper kahramanların her türlü hareketinin tonunu belirledi.

Kirby’nin gerçek bir savaş kahramanı olmanın yanı sıra bir çizgi roman yaratıcısı olarak da çok yönlü bir özgünlüğü olduğunu biliyorum. Buna rağmen onun oluşturduğu taslaktan hareketle büyüyen süper kahraman türüne karşı bir önyargım olduğunu itiraf etmeliyim. 12 yaşındayken bile süper kahramanlar benim için morfin işlevi görüyordu, Mad gibi hiciv dergilerine ve halk kütüphanesinde ciltlenmiş hâlde bulduğum eski gazete karikatürlerine bağımlıydım. Donald Duck ya da Küçük Lulu gibi biraz daha olgun tarifesini tercih ediyordum. İçe içe girmiş sözcükler ve resimlerin birbiriyle çarpıştığı sayfalarla, hikâyeyi bulup çıkarmak için birbiriyle karşılaştırman gereken o küçük kutucuklarla dolu çizgi romanları çok seviyorum, ayrıca çizgi roman dilinin tuhaf özelliklerinin tümüne bayılıyorum.

Süper kahramanları çizgi romanların alfası ve omegası olarak görenler, altın çağın bitişi için 1940’ların savaş sonrası dönemlerinde türe olan ilginin azalmasına işaret ediyor.

İnancını ve seyirci olarak ilgilerini yitirmiş piyadeler, savaşı kazananın Kaptan Amerika olmadığını fark etmiş olabilir. Belki de bunu yapan Ruslardı! Sonuçta terhis olan askerler ya çizgi roman okumak için fazla büyüdü ya da ilgilerini farklı türlere yönlendirdi. Suç, kovboy, romans, korku ve savaş temalı çizgi romanlar doğdu, üstelik sıklıkla yaşı daha büyük okurlar için tasarlanmış yetişkin (hatta fazlasıyla parlak) içeriğine yer veriyorlardı.

Bence altın çağ 1954’te bitti. Mecranın yalnızca küçük çocuklara hitap ettiğine ve onları çocuk suçlulara dönüştürdüğüne dair yanlış bir varsayımın yarattığı ahlaki panik, çizgi romanların yakılmasına ve ABD’de birçok yayıncıyı işsiz bırakırken geri kalanları da sakat bırakan senato duruşmalarına yol açtı. Sterilleştirilen süper kahramanlar (günümüzde gümüş çağın başlangıcı olarak övgüyle bahsedilen) 1956’da yaşam desteği sağlasa da mecra, hiçbir zaman en parlak dönemindeki aynı anda birçok yerde bulunabilme yetisine erişemedi. En azından çizgi romanlarla. Filmlerle dünyayı ele geçirdiler!

Altın çağ sırasında pelerinli bir adamın gökdelenin üzerinden uçmasını ya da New York’u un ufak ettiğini görmek istiyorsanız çizgi roman panelleri buna erişmenin en tatmin edici yoluydu. 21. yüzyılda görsel efekt denen mucize sağ olsun hayatında çizgi roman okumamış ya da grafik romanın ne olduğunu bile bilmeyen dünya çapında milyonlarca insan çizgi romanların DNA’larını taşıyan yeni tanrılarına tapınmak için çok salonlu sinemalara koşuyor.

İlk süper kahramanların genç Yahudi yaratıcıları, Büyük Buhran döneminde onları sarmalayan altüst olmuş ekonominin tehdidiyle efsanevi, tanrıya yakın seküler kurtarıcılar icat ettiler ve eli kulağındaki küresel savaşa dair önsezilerini bir şekle büründürdüler. Çizgi romanlar, okurların kendi benliklerini yıkılmaz kahramanlara yansıtarak hayal dünyalarına kaçmalarına imkân sağladı.

Auschwitz ve Hiroşima karanlık çizgi romanlarda görülen felaketler olarak daha mantıklı, gerçek dünyanın olayları olarak o kadar da değil. Günümüzün fazlasıyla gerçek dünyasında ise Kaptan Amerika’nın en alçak kötü karakteri Kızıl Kurukafa hayatta ve Turuncu Kurukafa olarak Amerika’ya musallat olmuş durumda. Uluslararası faşizm bir kez daha yükselişte (ne çabuk unutuyoruz yahu, altın çağın çizgi romanlarını iyi öğrenin çocuklar!) ve 2008’in küresel ekonomik erimesini takip eden yıkım, bizi gezegenin tamamının erimesinin olası göründüğü bir noktaya getirdi. Mahşer günü bir şekilde makul geliyor, biz de hayal edebileceğimizden büyük güçlerden korkan savunmasız çocuklara dönüşmüş durumdayız, nefes alacak aralığı ve cevapları ekranlarda uçup duran süper kahramanlarda arıyoruz.

Çizgi romanların içerikleri sinemamızı gaspetmişken, (kendini grafik roman olarak ustalıkla gizleyen) çizgi roman formu edebi kültürümüzden geride kalanların arasına sızmış durumda. 1947’den bu yana şaşaalı resimli kitapların saygıdeğer yayıncısı konumundaki Folio Society, Marvel çizgi romanlarının altın çağının derlemesiyle bu işe girişmeye karar verdiğinde beni bir grafik romancı ve çizgi roman araştırmacısı olarak bir giriş yazısı yazmam için davet etti. Belki de bu saygıdeğerlik kılıfına destek vereceğimi sanma gafletine düştüler.

Yazıyı haziran sonunda teslim ettim, burada yayımlananla büyük ölçüde aynıydı. Üzüntü dolu bir Folio Society editörü bana (belli ki kitabın ortak yayıncısı olan) Marvel Comics’in “apolitik” kalmaya çalıştığını, yayınlarının politik bir tutum takınmalarına izin vermediğini söyledi. Kızıl Kurukafa’ya atıfta bulunan cümleyi değiştirmem ya da çıkarmam istendi, yoksa yazı yayımlanmayacaktı. Kimi tanıdıklarım kadar politik olduğumu düşünmesem de Turuncu Kurukafa gibi görece sıkıcı bir atfı yok etmem istendiğinde birlikte yaşamak zorunda olduğumuz derin varoluşsal krizi oyuna dökmenin sorumsuzca olabileceğini fark ettim ve yazımı geri çektim.

Bu hafta şans eseri önüme bir haber düştü. Marvel Entertainment’ın milyarder yönetim kurulu başkanı ve eski CEO’su Isaac “Ike” Perlmutter’in Donald Drumpf’ın eski bir dostu, gayriresmî ve etkili bir danışmanı, ayrıca başkanın Florida’daki Palm Beach’te bulunan elit kulübü Mar-a-Lago’nun üyesi olduğunu öğrendim. Perlmutter ve eşi, Turuncu Kurukafa’nın 2020’de seçilmesi için “Drumpf Zafer Komitesi”nin yürüttüğü bağış kampanyasına (izin verilen en fazla miktar olan) 360.000’er dolar para göndermiş. Bir de yeniden her şeyin politik olduğunu öğrenmek zorunda kaldım, tıpkı Kaptan Amerika’nın Hitler’in çenesine yumruğu yapıştırması gibi.


[i] Metnin orijinalinde “marvel” sözcüğüyle bir kelime oyunu yapılmış.
[ii] New York’un moda bölgesine adını veren semt.
[iii] Amerikalı şair Emma Lazarus’un Özgürlük Anıtı’nın kaidesinin inşa edilebilmesi için para toplamak adına yazdığı “The New Colossus” adlı şiire atıf.
[iv] Şair ve ressam William Blake.


*Bu yazı, Can Koçak tarafından Art Spiegelman’ın The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
BREAKFAST AT TIFFANY'S (Blake Edwards, 1961).
daha fazla

Moda demokratik olabilir mi?

Lee Alexander McQueen’in intihar ettiği haberini okuduğumda günlerce yas tuttum. Modanın ne anlama geldiğini kavramamı, o dünyayı keşfetmemi…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et