Türkiye’de gıda tedarik zincirlerinin ahvali: Yemek yemek politik midir?

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız.

Araştırma: Eylül Şenses

2020’de aynı döneme denk gelmeleri bir kez daha gösterdi ki salgın ve depremle ilgili konuşma biçimlerimizdeki bazı refleksler fazlasıyla birbirine benziyor. Siyasetten yalnızca seçim gecelerindeki partilere göre oy dağılımı grafiklerini anlayanlar “bunu da mı siyasete alet edeceksiniz?” deyiveriyor, muhalefeti politika üretememekle suçlayan yorumcular “tabii salgının veya depremin siyaseti olmaz ama” şerhini itinayla ekliyor. Oysa yalnızca Türkiye’de insanların ölümüyle sonuçlanan depreme dair çözümleri “coğrafya kaderdir” ifadesi yerine ihmallerde, alınmayan önlemlerde, “deprem vergileri nerede?” sorusunda aramak gerektiği su götürmez bir gerçek. Salgının ne yediğimize, yediklerimizi nasıl ürettiğimize ve onlara nasıl eriştiğimize bağlı sistemik sorunlarla ilgili olduğundan da bu sayfalarda bahsettik. Özetle salgın da deprem de toplumsal bir sorun, doğurdukları sonuçlar ise ziyadesiyle politik. Türkiye de bu sorunlardan ve sonuçlardan azade olmadığı için salgının müsebbibi olduğunu bildiğimiz gıda tedarik zincirlerinin bereketiyle övülen bu topraklardaki tarihsel seyrine bakalım. Sonrasında yemek yemenin politik olup olmadığı zaten kendiliğinden ortaya çıkacak.

Greenpeace Akdeniz’in geçtiğimiz yıl yayımladığıTÜRKİYE’NİN GIDA VE TARIM SİSTEMİ – İSTANBUL’UN GIDA TEDARİK ZİNCİRİ” raporu, 1970’lerden 2000’lere tarımın GSYİH içindeki payının %30’lardan %10 seviyelerine düştüğünü gösteriyor. Günümüzde nüfusunun %10’dan azı kırda yaşarken tarımsal istihdamın toplam istihdama oranı %7. Dolayısıyla Türkiye’de 1950’lerden itibaren tartışılmaya başlayan tarım konusu, köyden kente göçle doğrudan bağlantılı. Bu azalmanın sebeplerine baktığımızda ise gözümüzü önce 1970’lere çevirmek, Türkiye’de bugün yaşanan her olumsuzluğun bir izdüşümünün bulunabildiği 1980’lere özellikle odaklanmak gerekiyor.

Türkiye’nin ithalat ikamesine dayalı büyüme modeli, 1970’lerde giderek vahimleşen borç kriziyle birlikte sona eriyor. 1980’lerden itibaren yaygınlaşan ve ekonominin yönünü belirleyen neoliberal uygulamaların ise her alanda olduğu gibi tarımsal üretim ve çiftçiler üzerinde de yıkıcı bir etkisi oluyor. Dış ticaret açılıp dalgalı kura geçilince tarımın dinamikleri küreselleşme furyasıyla şekillenmeye başlıyor, tarımsal sübvansiyonlar iyiden iyiye azalırken çiftçiler piyasanın insafına bırakılıyor. Onlar borçlarını ödeyemez hâle geldikçe 2000’li yıllar hacizlerle, el koymalarla geçiyor, tarımın GSYİH içindeki payı %6’ya düşüyor, tarım alanlarının son 30 yılda 4 milyon hektar azalmasıyla birlikte tarım ürünleri dış ticaretinde ihracatın ithalata oranı %375’ten %100’e geriliyor; hatta 2007-2008, 2010-2012 ve 2017’de tarım ürünleri dış ticareti açık veriyor.

Bütün bunlar olurken 2000’lerde örgüt sözcüğünden öcü gibi korkulan bir toplumda örgütlenmeye dair önemli örnekler de kayda geçiyor. 2004’te kurulan Anadolu’da Yaşam Tüketim Kooperatifi’yle birlikte alternatif gıda ağlarının gelişimi, kooperatiflerin kadın girişimcilere ve küçük çiftçilere sunduğu destekler ve Akdeniz havzasında tarımın kentsel alanlarla bu denli iç içe olduğu tek kent olan İstanbul’daki bostanlara dair artan farkındalık gibi gelişmeler, kalıcı kılınması gereken bazı yaklaşımların ilk adımları olarak dikkat çekiyor. Kadıköy Kooperatifi, 100. Yıl Gıda Topluluğu (Ankara), BİTOT (İzmir) ve Antalya Gıda Topluluğu gıda tedarik zincirleri üzerindeki tekeli kırmaya dönük önemli dayanışma hamleleri olarak dikkat çekerken Seferihisar ve Dersim gibi örnekler, yerel yönetimlerin dahliyle yeni pazar ağları kurulduğu takdirde nelerin mümkün olabileceğini gösteriyor. Konya Sarayönü’nde Mehmet Karlı’nın öncülüğünde başlayan “pulluksuz tarım” uygulaması ise Yeşil Gazete’de şöyle özetleniyor: “(…) şaşırtıcı gelebilir, neticede sürülmüş tarlalar kırsal yaşamın en pastoral, en romantik görüntülerinden biridir. Ama gerçek şu ki, pulluk (…) insanlığın bugüne dek keşfettiği en yok edici araçlardan biri.” Yerel yönetimlerin dahlinden bahsetmişken Karlı’nın 2019’da Sarayönü belediye başkanlığına aday olduğunu ve oyların %3.58’ini aldığını, %55.51 ile seçilen Nafiz Solak’ın konuya katkısının ise şimdilik Dünya Çiftçiler Günü’nde sosyal medya paylaşımı yapmakla yetinmek gibi göründüğünü not edelim.

2016’da Türkiye’de tespit edilen 55 gıda ağı yerel potansiyellerin yüksekliğine işaret etse de henüz sürdürülebilir bir çözümden çok uzak olduğumuzu gösteren bazı gerçekler de var. Bunun da hem doğrudan tarım ve yiyecekler hem de daha geniş çaplı meseleler üzerinde karşılıkları var. İlkinden başlayalım.

Türk Tabipleri Birliği’nin Temmuz 2020’de yayımladığı “COVID-19 Pandemisi 4. Ay Değerlendirme Raporu”nun “Salgınla Bağlantılı Gıda ve Ekoloji Sorunları” başlıklı 14. bölümünü kaleme alan Bülent Şık, salgını tetikleyen etkenlerden bahsederken tarımda pestisitler ve diğer zehirli kimyasalların kullanımına, yerel üretim ve tüketim ağlarının eksikliğine, hayvancılıkta başvurulan antibiyotiklere ve kilo almayı hızlandıran ilaçlara, ithal ürünlerde de bu antibiyotik kalıntısı testlerinin layıkıyla yapılmamasına işaret ediyor. Özetle kendi gıdasını üretemeyen, ürettiği gıdanın güvenliğini sağlayamayan ve onu eşit erişime açamayan, önceliği ithalata veren ve kendi kendini gün geçtikçe daha da endüstriyelleşen bir sistemin içine hapseden, ithal ettiği ürünleri denetlemekte de eksiklikleri olduğu bilinen bir ülkenin vatandaşları olarak gıda egemenliğinden fazlasıyla uzak olduğumuzu söylemek mümkün. Peki, bunun başka ne tür nedenleri ve sonuçları oluyor?

Burada biraz bu topraklardan uzaklaşıp neyin nasıl yetiştirildiğinin iklim krizi ve çevre kirliliğini doğrudan etkilediğini gösteren bir örneğe odaklanalım. Brezilya’nın Alta Floresta kentinde büyüyen Vando Telles, ziraat mühendisliği okumak üzere evden ayrıldıktan sonra tarımda kullanılabilecek bir dizi sürdürülebilir teknik öğreniyor, bunların memleketinde de faydalı olabileceğini fark ediyor. Döndükten sonra daha fazla büyükbaş hayvan çiftliği kurmak Amazon ormanlarının kesilmesini engellemek[1], buraya getirilen hayvanların saldığı metan gazını azaltmak için ortaya attığı öneriler bir dizi sürdürülebilir tekniği uygulamaları için çiftçilerle doğrudan çalışmayı, onları hayvanlarına daha iyi bakmaya teşvik etmeyi içeriyor. Hayvanların sonunda kesilip ete dönüştürülmeleri bunu ileriye atılmış yarım, hatta çeyrek bir adımla sınırlasa da Telles’in hikâyesi çözümün, özellikle çevre krizi gibi başka sorunlarla nasıl bağlantılı olduğunu göstermek için önemli bir örnek teşkil ediyor. Üstelik daha “iyi” yetiştirmek, o güne dek ekonomik sorunlar yaşayan çiftçilerin işlerini de yoluna koyuyor.

Gıda tedarikinin farklı meselelerle nasıl bağlantılı olabileceğini görmüşken asıl konumuza (ve konumumuza) dönelim. Gıda tedariki için emeğini ortaya koyanların çalışma koşullarına değinmeden Türkiye’de tarımın ve gıda tedarik zincirlerinin ahvaline dair bir söz söylemek doğru olmaz. DİSK/Gıda-İş İstanbul Bölge Temsilcisi İbrahim Kızılyer’in belirttiği gibi sermaye “altın çağını” yaşarken virüs kaynayan gıda fabrikalarında çalışanların ve vasıfsız addedilen mevsimlik tarım işçilerinin çalışma şartları iyileştirildiği takdirde hem gıda sisteminin daha adil olması hem de krizlere karşı dayanıklılığın geliştirilmesi yönünde bir adım atılabilir. Burada Yemek yemek politik bir iştir adlı kitabıyla başta sorduğumuz soruyu çoktan yanıtlamış Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu genel başkanı Abdullah Aysu’nun şu sözlerine kulak vermek gerekiyor: “(…) bugün geleneksel tarımı uygulayarak soğanın kilosunu 7 liraya mâl edersiniz tarlada, aracıları geçip pazara gelinceye kadar 40 lira olur. Ama siz soğanı dopingli, kimyasalla hızla yetişen bir biçimde üretir ve pazara sürerseniz, çiftçiden kilosunu 40 kuruşa alır, kentte 7 liraya satarsınız. Endüstriyel tarımı yaparak ürünün fiyatını baskılamazsanız, kimseyi asgari ücretle çalıştıramazsınız. Bu sistem gıdanın kalitesine değil, fiyatına odaklıdır. Aracılar ile sermaye ve aracı sisteminin her aşamasında yüklenen vergilerle devlet kazanır, üretici ve tüketici kaybeder, sömürülür. (…) Ne yiyorum, kim yetiştiriyor, ne zaman, nasıl yiyorum diye sormaya başladıysanız, gıda egemenliği için mücadeleye hazırsınız demektir. Bugün çiftçi mutsuz, tüketici umutsuz ve endişeli. Ve saklanamaz bir gıda krizi var. Gıda konusunda herkes endişeli.”

Dünya Gıda Programı, Türkiye’deki yetersiz beslenmenin %10 ila 20 arasında seyrettiğini, dolayısıyla “görece düşük” bir prevalans gösterdiğini belirtiyor. Bununla birlikte insanları gün geçtikçe yoksullaşan bir ülkede bu durumun da giderek kötüleşeceğine dair endişelenecek yeterli sebebe sahibiz. Gıda tedarik zincirlerini düzeltmeden salgınların önüne geçemeyeceğimizi bildiğimiz için zincir hâlinde halk sağlığını etkileyen koşulları da tersine çevirmek için konuyu çekinmeden “siyasete alet etmek” gerekiyor. “Her şey politik olur mu yahu?” sorusunun cevabı evet, nitekim biz adını öyle koymasak bile “siyaseti olmaz ama” notunu düştüğümüz her mesele hayatımızı etkilemeye devam ediyor.

[1] Brezilya’da bugüne dek 450.000 kilometre karelik yağmur ormanının et üretimi için kesildiği belirtiliyor.


*Bu yazı, Impact Hub Istanbul ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu tarafından uygulanan Project Zoom desteğiyle hazırlanmıştır.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et