“Senaryon için yap”

Fotoğraf: Aleksandr Popov.

Bu aralar özellikle 20’li yaşlarının başındakilerin Twitter ve TikTok’ta sıkça kullandıkları bir ifadeyle karşılaşıyorum: “do it for the plot” ya da uygun Türkçe karşılığıyla “senaryon için yap”. Kişiyi “ana karakter”, yaşamı da bir “ekran anlatısı” olarak gören bu anlayış, bize durumları ve olayları birer film sahnesi gibi algılamamızı ve yaşamımızı sanki bir izleyiciye beğendirmeyi hedefliyormuşçasına ilgi çekici, beklenmedik, heyecan verici yönlere çekme motivasyonuyla karşılamamızı öğütlüyor: “Hayatınızın yazarı, yapımcısı, yönetmeni ve yıldızı sizsiniz. Özür dilemeden yaşamaya başlayın, kimsenin tahmin edemeyeceği bir hikaye yaratın.”

İlk bakışta utanç verici sarhoşluk anlarını, korkunç Tinder randevularını ya da gecenin köründe gönderilen “uyanık mısın?” mesajlarını aklamak için epey makul olabilecek bu yaklaşımın tehlikeleri de var. Elbette herkesin kendi hayatının ana karakteri olabileceği fikri başlı başına yanlış değil. Peki, acaba bu fikir hayatımızda kameraların, senaristlerin, reytinglerin olmadığı gerçeğiyle buluştuğu zaman ne olur?

Modern hayat (ve yakından bağlantılı olduğu kapitalist ekonomi) benliğimizi her şeyin merkezine koyadursun, toplumsal hayatın sınırlarının bizi ana karakter olarak kabul etmediği pek de barışmak istemediğimiz bir gerçek. Evet, evden çıktığımızda fonda hayatımızın soundtrack’inin çaldığını düşleyerek havalı havalı sokaklarda yürümek ve istediğimiz kurguyla anlamsız sahneleri atlayabilmek düşüncesi gerçekten de eğlenceli. Ancak kabul etmeliyiz ki kimse bir dizide günde sekiz saat plazada çalışan bir kadının taşıdığı kurumsal yükü ya da ailenizle ettiğiniz uzunca kavgaların yarattığı ruhsal hasarı izlemek istemez. Üstelik elimizde hiçbir zaman bu sahneleri atlayabileceğimiz bir kumanda da olmayacak.

Diğer yandan, ana karakter olma fikri hem “ilgi çekici” biri olma hem de dış etkenlerin nihayetinde bizim lehimize işleyeceği inancını desteklediği için gerçekten de harika bir başa çıkma yöntemi olabilir. İyi ama öyleyse herkesin ana karakter olduğu bir toplumda, yan karakterlerin hislerine nasıl yaklaşacağız? Düştüğümüz bu ana karakter yanılgısından sarsıcı bir biçimde uzaklaşmamızı gerektiren engellerle nasıl baş edeceğiz? En önemlisi, içinde kaldığımız korkunç durumlardan bizi kurtaracak bir mucize (bir kamera hareketi ya da “kestik” diyen bir yönetmen) olmadığında ne yapacağız?

Sevdiğiniz dizileri düşünün. Gossip Girl’deki Penelope’den Kuzey Güney’deki Ali’ye kadar, yan karakterleri izlerken onların da aynı hikayenin ana karakterleri oldukları birer versiyonunaa sahip olduklarını hiç düşündük mü? Muhtemelen hayır. Bu yüzden zor da olsa, kendimize hayatın bir ekran anlatısı, bizim de ana karakter olmadığımızı hatırlatmamız şart. Zira tüm eylemlerin birer sonucu ve etrafımızdaki tüm insanların da (ne kadar ilgi çekici olup olmadığından bağımsız) kendi mücadeleleri var. Bize sürekli kendi benliğimize dönmemizi öğütleyen dünyanın ortasında, her insanın en az bizim kadar karmaşık ve özgül olabileceğini kabul etmekle yükümlüyüz. Bunu kendimizin de ötesinde, içinde yaşadığımız topluma borçluyuz. Çünkü hayatın tamamıyla kolektif bir prodüksiyon olduğunu kabullenmek bazı şeyleri değiştirebileceğimiz motivasyonunu da yanında getirecek. Belki de bu motivasyon, yaşamda gerçekten kayda değer, dönüştürücü adımlar atabileceğimizin inancını sağlayan yanımız olacak.

Birkaç hafta önce metroda yaşanan bir intihar vakası sebebiyle sosyal medyada işe geç kalmaktan şikayet eden bir kullanıcının gönderisi epey tepki almıştı. Bir yaşamın sonlanması kadar trajik, hatta politik bir kararın karşısında bile “kendi düzenini” önceleyen bu düşünce en hafif tabirle “endişe verici”. Hayatı bir yapımın ana karakteri gibi yaşadığı için bütün dünyanın zevklerine göre düzenlenmesi gerektiğini sanan (daha kötüsü bu konuda epey de ısrarcı olan) insanlar, aslında yaşamı herkes için ne denli çekilmez kıldıklarının pek de farkında değiller. Üstelik (bunu duymaktan muhtemelen hiç hazzetmeyecekler ama) bir ana karakterin başarısının izleyiciyle nasıl bir özdeşlik kurabildiğiyle bağlantılı olduğunu göz önünde bulundurursak, bu kadar empatiden yoksun kimselerin ana karakter olabilmeleri de eşyanın tabiatına aykırı.

Günün sonunda daima ilginç, heyecan verici ve etkileyici olanı kovalamak zorunda değiliz. Bazen yaşamın kendiliğinden akıveren ama bizim ekranda pek de görmediğimiz “sıkıcı” tarafları bizi daha sağlıklı, sakin, huzur dolu yanımızla buluşturur. Üstelik o yanımıza da en az ilgi çekici yanımız kadar ihtiyacımız var. Çünkü bizi kurtaracak ilahi bir senarist olmadığında, hayatımızı daha güvenli, sağlıklı ve anlayışlı bir yere taşıması gereken yine biziz. Bunu yapmadığımızda karşımızda bizi alkışlayacak bir izleyicimiz, kavuşacağımız bir şöhret ya da reyting rekorları kırarak kazanacağımız bir para yok. Aksine, içinden çıkılamaz tehlikeli durumlar, toparlanması zor yanlış kararlar ve yaşanacak tatsız iç hesaplaşmalar var.

Her şeyden önce, özellikle erken yaşlarda pek de konuşmak istemediğimiz gerçeklerle yüzleşelim. Hayat her zaman eğlenceli, tutkulu, etkileyici değil, hiçbir zaman da olmayacak. Hatta muhtemelen hayatı asıl keyifli ve anlamlı kılan bu beklentiden vazgeçerek onu (elbette zehirli bir olumlamaya düşmeden) tüm olasılıklarıyla ele alabilmek olacak. Bunun için bir yandan da “kendi kendine iyi gelme” sloganının ardında yatan toplumsal narsisizmle aramıza bir mesafe koyabilmemiz gerek. Kendi değerimizi keşfetmek bir başkasının daha az değerli olduğu kanısına dayanmamalı. Özsevgimiz bizi dünyanın kendi etrafımızda döndüğü yanılgısına sürüklememeli. Bireyselliğimiz bencilliğe dönüşmemeli. Hayatımızdaki diğer insanları yan karakter olarak algılamakta ısrarcıysak bizim de onların hikayesinde bu konumda olduğumuzu fark etmekte fayda var.

Elbette hayatı romantize etmek, heyecan verici duygular yaşamak ve ilgi çekici anılar toplamak istemenin yanlış bir tarafı yok. Kurgu ve gerçek arasındaki sınırı doğru çizdiğimizde bazen o sınırda gidip gelmek, mesela muazzam manzaralarda birine aşık olmak ya da anlatacak çok komik bir hikayeyle tüm masayı gülmekten kırıp geçirmek sahiden çok keyifli olabilir. Ancak olay örgüsündeki bir sonraki sahnenin daha çok reyting alması ihtiyacını kovalamaya dönüştüğünde bencilliğimizle baş başa, can sıkıcı bir durumun tam ortasında kalabilme ihtimalimiz epey yüksek.

Akşam evde tek başınıza bir paket pizza eşliğinde en sevdiğiniz dizinin yeni sezonunu izlemek size yarın arkadaşlarınıza anlatacak ilginç bir anekdot vermeyebilir ama bazen en çok ihtiyacınız olan şeydir. Zaten en muazzam hikayeler de hep beklenmedik zamanlarda gelişir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yağmur yağacak

Yazmaya başladığımdan beri her yıl, ister Arapça ister İngilizce olsun, Nakba Günü hakkında aynı makalenin veya şiirin aynı…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et