İyi hissetmenin hiç de kolay olmadığı zamanlarda yaşıyoruz, kabul. Geleceğin hiç olmadığı kadar belirsiz göründüğüne, etrafımızda olan bitenleri değiştirmenin mümkün olmadığına dair inancın verdiği çaresizlik hissi bugünü bütünüyle istila etmiş halde. Kapitalizmin güdümünde dünyayı adım adım felakete yaklaştıran iklim krizinin yanı sıra dünyanın dört bir yanında bu krize eşlik eden siyasi, ekonomik ve toplumsal çalkantılar hesaba katıldığında halimiz pek de ümitvar görünmüyor.
Çok değil, birkaç yıl önce belirsizliğin başat duyguya dönüştüğü pandemi döneminden kimi dersler almamız beklenirdi, ama öyle olmadı. Çoğu insan gerçekliği düpedüz kabullenmek yerine gerçeklikten kaçınmayı tercih etti. Hangi koşullarda ortaya çıktığı artık herkesçe bilinen alelade bir virüs dünyayı ele geçirdiğinde, sayıları gitgide artan birileri durmadan bardağın dolu tarafına bakmayı öneriyordu: Good vibes only. Karantina esnasında, dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi üretimin asla durmaması için gece gündüz çalıştırılırken, vaktimizi doğru değerlendirmemizi veya yeni beceriler edinmemizi öğütleyenlerin de ardı arkası kesilmiyordu.
Bu yönelim, çoktandır “toksik pozitiflik” diye tanımlanan olgunun neredeyse yeni bir küresel salgına dönüşmesini sağladı. Salgının interneti ele geçirmesi de elbette sosyal medya sayesinde oldu. ABD’li psikoterapist Elizabeth Beecroft, “Sosyal medya genelde insanların hayatlarındaki olumlu şeyleri paylaşmaya meyilli oldukları, hepimizin zaman zaman yaşadığı olumsuz gerçekleri pek paylaşmadıkları ışıltılı bir makaradır,” diyor. Pandemi esnasında “üretken” olma zorunluluğunun büyük baskı yarattığını, insanların utanç duymalarına, kusurlu ve yetersiz hissetmelerine veya kendi gerçeklikleri dijital ekranlarda gördükleri mesajlarla uyuşmuyorsa duygularını bastırmalarına neden olduğunu söylüyor. “Çoğu insan günlerini ağlamadan, kaygı veya üzüntü hissetmeden atlatmaya çalışırken, sosyal medyaya girdiklerinde pozitif olmalarını öğütleyen mesajlar görüyordu.”
Michigan Üniversitesi Psikoloji Bölümü akademisyenlerinden Stephanie Preston, yalnızca olumlu duygulara odaklanan Amerikan kültürünün (dolayısıyla küresel kültürün) toksik pozitifliğe yol açtığını öne sürüyor: “Kişileri daha uyumlu gösteren ve popüler kılan çekici bir özellik, pozitif görünmeyi istemek için çok neden var. İnsanlara en çok ‘takma kafana’ veya ‘düzelecek’ denir, bunlar söylendiğinde aslında uğraşılacak problemin varlığı reddedilir. Konu hakkında daha fazla düşünme imkanı da böylece yok olur.”
Klinik psikolog Dr. Natalie Christine Dattilo ise sorunlarla yüzleşmekten kaçınmanın hem kendimiz hem de çevremiz için zararlı olduğunu hatırlatıyor: “Hastalık, evsizlik, açlık, işsizlik, adaletsizlik gibi berbat durumların neden olduğu trajedi karşısında bardağın dolu tarafına bakmak, hepimizin sahip olamayacağı bir ayrıcalık. Bu durumlar karşısında pozitif mesajlar vermek, çaresizliği ve umutsuzluğu inkar etmektir. Bu durumlardan mustarip kişiler daha da yabancılaşıp yalnızlaşırlar. Acı, mutsuzluk, korku gibi duyguları hissettiğimiz için kendimizi yargılıyoruz, bu da utanma ve suçluluk duygularına neden oluyor. Kötü hissettiğimiz için daha da kötü hissediyoruz. Bu da iyileşmeyi, ilerlemeyi ya da sorunların çözümünü engelliyor.”
Tüketim kültürünü dünyanın dört bir yanına ihraç eden ABD’de icat edilmiş reklamcılığın payını da unutmayalım. Günün herhangi bir saatinde televizyon kanallarının reklam kuşaklarına denk geldiğinizde çikolatadan gazlı içeceklere, temizlik ürününden elektronik eşyaya, duvar boyasından su borularına, bankalardan sigorta şirketlerine, mobil uygulamalardan e-ticaret sitelerine kadar tüm markaların yalnızca “mutluluk” pazarladığını görürsünüz. Reklamlarda olumsuz duygulara genelde yer yoktur, varsa da market reyonundan veya internet yoluyla satın alacağınız gündelik bir ürün derhal hepsinin üstesinden gelecektir. Yeter ki satın almaktan vazgeçmeyin.
Trend analizi ajansı Fashion Snoops’tan Carrera Kurnik, insanların yaşamlarını olduğundan daha güzel gösterdikleri Instagram’ın yarattığı dijital kültürün de toksik pozitiflik sayesinde zirveye ulaştığını hatırlatıyor. Bu durumu “internet üzerinden ürün satmayı iş edinmiş sosyal medya fenomenleri yalnızca pozitifliği teşvik ederler,” diye açıklıyor. “Markalar olumsuz ya da karamsar sosyal medya fenomenleriyle çalışmak ya da onların ürünlerini temsil etmesini istemiyorlar.”
Pozitifliğin fazlası, iyimserliğin yanlışı herkesi zehirliyor. Kişisel gelişim ideolojisinin güdümündeki mutluluk endüstrisinin çarkları, insanları öğüterek dönmeyi sürdürüyor. Paradan sonraki yegâne geçer akçenin pozitiflik olduğu bir kültürde gözlerimizin önündeki yalınkat gerçekliğin “çirkin” bulunması, bu gerçekliğin tetiklediği “olumsuz” duyguların da inkar edilmesi beklenmedik değil. İçinde olduğumuz dünya düzeninin yapısal sorunlarının sorumluluğunu bireylerin sırtına yükleyen, çözümü de onların bireysel performansına emanet eden bu gündelik ideolojiye her gün maruz kalıyoruz.
Her şeyle birlikte duyguların da metalaştırıldığı bu çağda, mevcut kapitalist gerçekliğe meydan okumak istiyorsak duyguları da bir an önce politize etmemiz gerekiyor. Hakiki bir değişim umuduna, iradesine veya dayanışmaya gönül indirmeyen iyimserlik, inkarcılığı ve kolaycılığı nedeniyle, sönümlenmeye mahkûm oluyor.
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.