Korkmak için fazla kalabalığız

Nurdağı, 9 Şubat 2023. Fotoğraf: Alessio Mamo, The Guardian.
Nurdağı, 9 Şubat 2023. Fotoğraf: Alessio Mamo, The Guardian.

Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı, Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın sürekli hatırlamamız gerektiğine inandığım o meşhur cümleleriyle başlayalım aklımızdakileri konuşmaya: “Güvenlik yok, iş yok, gelecek yok, hukuk yok, anayasa yok. Yaşıyoruz, bu yaşamak çok kutsal, öyle mi? Öyle değil! Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan adil bir yaşam. Kutsal olan onurlu bir yaşam. Kutsal olan güvenli bir yaşam. Kutsal olan haysiyet sahibi bir yaşam. Sırf yaşamak değil kutsal olan. Milyonlarca insan ölüyor, her gün, hiç uğruna. Trafik kazalarında, savaşlarda, hastalıktan… Ölmek ya da kalmak meselesi değil bu mesele. Onurlu yaşamak ya da yaşamamak meselesi. Adaletli yaşamak ya da yaşamamak meselesi.”

Hepimiz aynı fotoğrafı paylaşıp durduk geçen hafta. Yerle yeksan olmuş binaların ortasında duran, camı dahi kırılmamış Kahramanmaraş TMMOB İl Temsilciliği binası. Akıldan uzaklaşmanın getirdiği yıkımın açık fotoğrafı, depremin değil tedbirsizliğin öldürdüğünün gözle görülür kanıtı. Ardından gelen “Japonya’daki depremlerde neden kimse ölmüyor?” soruları, “Artık biliminsanlarını dinleyelim” sözleri. Dinleyelim elbette. Peki, nerede bu ülkenin biliminsanları, arama kurtarma yetkilileri, insan hakları savunucuları?

TMMOB yöneticilerinden ve avukatlarından Mücella Yapıcı, Can Atalay ve Tayfun Kahraman cezaevinde, kent hakkını savundukları için Gezi Davası’nın tutukluları. Selçuk Kozağaçlı, ÇHD Davası sebebiyle hapiste. Tıpkı imar affına tek vekiliyle bile oy vermemiş Selahattin Demirtaş gibi. Yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın sayılı arama kurtarma profesyonellerinden Nasuh Mahruki de kurucusu olduğu AKUT’a yapılan siyasi saldırıyı ve bunun sonucunda muhalif kimliği sebebiyle çalışmayı bırakmaya zorlandığını anlatıyor günlerdir ekranlarda. 1999 depreminde yaraların sarılmasında önemli isimlerinden biriyken, 6 Şubat depreminde saha çalışmalarında bulunamıyor.

Örnekler çoğaltılabilir elbette. Meseleyi salt bilimsizlik, kanunsuzluk ya da cehalet meselesi olarak çizmemek, suçu nasıl tanımlandığı belirsiz topluma atmamak da bu sebeple önemli. Ortada yalnızca eğitimli seçkinlerin farkında olduğu, çözümsüz bir cehalet sorunu falan yok. Ortada insan hakları savunucularına, sivil toplum kuruluşlarına, mesleki örgütlenmelere, siyasi partilere engel olmayı kendine görev bellemiş, fazlasıyla siyasi, sistematik ve organize bir saldırı var. Bu müdahaleye ses çıkarmadan, daha güvenli söylemlerin içinde yüzerek suçu toplumsal cehalete yıkmanın bize faydası yok. Sorumluları adımız kadar iyi tanırken suyu bulandırmanın da faydası yok.

“Biz cahil bir toplumuz” (ve dolayısıyla başımıza gelenleri hak ediyoruz) baştan sona yanlış bir önerme olmasının yanı sıra tehlikeli de. Benzer cümleleri kuranlar, sandıklarının aksine bahsedilen toplum tanımından azade değiller. Hayallerindeki toplum karikatürü de gerçekçi değil. Fakat hedefe politikacılar yerine toplumu koyan söylemler yine de revaçta, çünkü korkunun hüküm sürdüğü bir iklimde “konuşmadan konuşmanın” en kolay yolu bu. Sorumlu arayacak kadar duyarlı, toplumsal bir söylem üretecek kadar entelektüel görünmek isteyen fakat suya sabuna dokunmamayı artık nefes almak kadar doğal bir yaşam pratiği hâline getirmiş kimseler için toplumdan dem vurmak biçilmiş kaftan.

Ancak madalyonun diğer tarafında, görmek isteyenler için bambaşka bir toplum var. KYK bursunu yardım kampanyalarına yatıran öğrencilerle, evde kurduğu turşuları dayanışma merkezlerine getiren emeklilerle, deprem bölgesine tır gönderebilmek için sabahlayan gönüllülerle dolu bir toplum. Evlerini depremzedelerle paylaşmak için can atan yurttaşlarla, deprem bölgesine ulaşabilmek için kendi imkânlarını altüst eden inşaat işçileriyle, biriktirdiği harçlığı ihtiyaç sahiplerine gönderen çocuklarla dolu bir toplum. Devlet henüz afet bölgesine bile ulaşmamışken yine devletin kısıtladığı Twitter’dan vinç ve ekskavatör bulan, enkaz altındakileri tırnaklarıyla kazıyarak çıkarmaya çabalayan bir toplum. Bu yüzden artık yüzümüzü hangi toplum tanımına döneceğimiz düpedüz siyasi bir hâl almış durumda. Taraflar belki de hiç olmadığı kadar net: depremin onuncu gününde vergilerimizle edindikleri parayı televizyonlarda sadaka gibi bağışlayanların karşısında ilk günden beri dişinden tırnağından artırdığıyla can kurtarmaya çalışan bir toplum var. Bu yüzden her şeyden ve herkesten önce toplumu karşınıza almaya sebep olan o korkunun artık sonu gelmeli.

Başa dönelim, şayet kutsal olan haysiyetli bir yaşamsa Silivri Maraş’tan, Adıyaman’dan, Antakya’dan daha soğuk değil. Birileri bizim söylemeye korktuklarımızı söyledikleri için içeridelerse, biz ne kadar dışarıda sayılırız ki? Korkuyu delip geçen güç acı olsun istemezdik elbette, ancak bu korkuyu artık üzerimizden atmak zorundayız. Enkaz başında ailesinin cenazesini bekleyen bir depremzede cümleye “Beni de içeri atarsanız atın…” diye başlamamalı. Milyonlar “duygularını hapse girmeden ifade edemiyor” olmamalı. Cesareti büyük harflerle birkaç milyon lira bağışta bulunan timsah gözyaşlı sermayedarlardan değil, sendikasına güvenip iş bırakarak afet bölgesinde can kurtaran madencilerden öğrenmeliyiz.

Onurlu bir yaşamı düşlemek, bunu savunmak, bunun için mücadele etmek korku duyulacak bir şey değil. Toplumsal hafızamıza kazınmış bu düşünceyi söküp atalım artık. Tek bir yurttaşın dahi böyle hissetmesine izin vermeyelim. Anayasal hakkımız olduğunu adımız gibi bildiğimiz cümleleri kurarken bin kere düşünmeyelim. Yıllardır tanıdığımız o sorumluların isimlerini fısıldamayalım, bağıralım.

Korkmayalım artık, korkmak için fazla kalabalığız.

1 Yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et