Kadınlar şehirde nasıl yürür?

John Berger’in Görme Biçimleri kitabından bir alıntıyla başlayayım. “Kadın hiç durmadan kendini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle beraber dolaşır.’’ Bu yazı, kadınların şehirlerde neden kaybolmayı göze alarak özgürce yürüyemediğini birlikte düşünmeye davet ediyor.

On dokuzuncu yüzyılda Paris’in cam ve çelik kaplı pasajlarında doğan, Baudelaire’in tanımladığı, artık neredeyse herkesin bildiği ama günümüzde pek de karşılığı olmayan bir kentli tipi var: flaneur. Kentte “amaçsızca, aylak aylak dolanan” kişi anlamına gelen Fransızca bir kavram. Kavramın işaret ettiği “aylaklık”, Türkçedeki olumsuz çağrışımlarına rağmen, kentin ipuçlarını takip ederek kaybolmayı göze almayı, kentte ayak basılmamış yerleri keşfetmeyi tanımlıyor. Bu kentli tipi, bugün alışık olduğumuz üzere, gezintisini elinde haritalar veya yapılacaklar listesiyle yapmıyor. Kaygıdan uzak bir halde dolanmakla yetiniyor. Kimin ona nasıl baktığını, izlendiğini, bazı sokakların tehlikeli olup olmadığını düşünmeden, özgürce dolanıyor.

Lauren Elkin ise Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar kitabında “flanör” terimini erilden dişile çeviriyor, “flanöz” yapıyor. Bu hayali kelimenin temsil ettiklerinden yola çıkarak, Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra sokaklarında George Sand, Virginia Woolf, Jean Rhys ve Agnès Varda gibi flanözlerin ayak izlerini takip ederek yürüyor. Hayat hikayesini, gezi notlarını ve edebi eleştiriyi ilham verici bir üslupla birbirleriyle kaynaştırıyor. Kadınların edebiyat, sanat, tarih ve sinema aracılığıyla kentlerle kurdukları ilişkinin seyrini kayda geçiriyor.

Lauren Elkin, Baudelaire’in miras bıraktığı flaneur tipinin kadınlar için yarattığı handikaba işaret ediyor. Baudelaire’in şiirlerinde tasvir ettiği kadınlar, şair sokakta flaneur haliyle gezinirken gözlemlediği ve gelişigüzel izlerini sürdüğü̈ kadınlardır. Şairin gözlem esnasındaki en büyük avantajı da şehirde kadınlara kıyasla görünmeden ve kaygısızca dolaşabilmesidir. Paris’te kadınların sokağa yalnız başlarına çıkmasının normalleşmesi 19. yüzyılın sonlarını bulurken, sokağa çıkan kadınlar kendilerinden daha uzun süredir kenti özgürce deneyimleyen erkeklerle karşılaştılar, bu nedenle başta kendilerini kamusal alanda misafir gibi hissettiler.

Bu geç kazanılan özgürlük, kadınların sokağa çıkmalarını normalleştirse bile kentte kalabalığın içinde kaybolarak gerçek bir “gezgin” olmalarına ne ölçüde müsaade ediyor? Lauren Elkin, izlenen, eleştirilerin hedefi olan ve şehrin tehlikelerini ensesinde hisseden kadınların nasıl flanörlük yapabileceklerini sorguluyor. Berger’i yeniden hatırlayalım, kadınların şehirde zaten değişmeyen birer gözlemcisi var: kendileri. Lauren Elkin, “Bir yerde yalnızca görünmeyip etrafa bakmak, kadının şehirdeki özgür günlerinin başlangıcına delalettir,” diyor. Yani görünmek yegâne eylem değil, ama kadınların kendilerini şehirde var edebilmeleri için önemli bir adım.

Patriyarkal toplumlarda en bariz kurallardan biri pek dile getirilmiyor: Kamusal mekânda görünmeyenin toplumsal hayata etkin katılımı zor. Kamusal alanda sınırlı vakti olanın varlığı, ancak dolaylı yoldan kendini gösterebiliyor. Varlığın temsili de başkalarının hükmüne bırakılıyor. Nihayetinde bir toplumun “kaderine dönüşmüş” tabular da ancak kamusal alanlarda yıkılabiliyor. Örneğin, LGBTİ+’ya ilişkin tabular kapalı kapılar ardında gerçekleşen kuir partilerde veya etkinliklerde değil, kentlerin kamusal alanlarında yıkılabiliyor. Sokaklarda veya meydanlarda yapılan yürüyüşler veya protestolar, yalnızca zulme karşı başkaldırı değil “ben de bu şehrin bir sakiniyim” demenin bir yolu oluyor. Bu nedenle, yürümek de kadınlar için şehirde ve toplumsal yaşamda kendilerini var edebilmenin başlıca pratiklerinden birine dönüşüyor.

Bu noktada kadının toplumsal hayattaki konumuna yönelik iki farklı yaklaşım var gibi görünüyor. İlki, kadını kamusal mekânda görünmez kılmak. Toplumsal yaşamda sınırlı vakit geçirmeye yönlendirmek, korku ve ölçülü bir yaşam hissiyle sadece belli saatlerde ve yerlerde varolmasını sağlamak. Bir sokakta özgürce yürümek, birazdan bağlanacağınız diğer sokağın durumunu düşünmemeyi gerektirir. Fakat yürüyüş sırasında kadınların zihni, özellikle gece vaktiyse, yürümenin hafifliği bir yana kaygının ağırlığıyla doluyorsa, yürümek hararetle yapılan bir eyleme, sokaklar da bir an önce içinden çıkılması gereken kentsel tuzaklara dönüşüyor: Bu sokağa girersem kimlerle karşılaşırım? Bu sokakta beni gören insanlar hakkımda ne düşünür? Bu aynalama, yürümenin özgür bir düşünme eylemi olma özelliğini elinden alıyor.

Şehirlerdeki tekinsiz sokaklar, semtler özellikle dönüştürülmüyor, güvenli hale getirilmiyor olabilir mi? Nihayetinde bu sokaklar en çok kendilerini politik bağlamda güvensiz ve dezavantajlı hisseden grubu etkiliyor. Peki, şehirler gidemediğimiz veya hemen geçip gitmek zorunda kaldığımız bölgeleri olduğu gibi korumaya devam ederse zihnimiz şehri nasıl bütüncül biçimde algılayabilir? Şehri eksik ve sürekli bir savunma halinde deneyimlersek şehre ilişkin fikirlerimiz de eksik kalmaz mı? Sağlıklı bir planlama için dünyada “feminist şehir’” pratiklerinin en çok tartışıldığı yerlerden Barcelona’da birkaç kentsel uygulama var. Örneğin, yeni yapılan binaların hepsinin giriş kotu sokak seviyesinde olmalı, saklanma alanı oluşturmaktan kaçınmalı. Sokaklardaki aydınlatmaların ışığı asla sekteye uğramamalı, bu yüzden hem etrafındaki ağaçların hem de cihazların bakımı düzenli olarak yapılmalı. İki bina arasındaki bir bina yıkılmış, atıl bir boşluk oluşmuşsa güvenliği sağlanmalı ve dışarıdan içeriye erişim olmamalı. İspanya’daki çoğu belediye bu kuralları onayladı.

Kent bağlamında, kadının toplumsal hayattaki konumuna ilişkin ikinci yaklaşım ise, kadını kamusal mekânda ‘”fazlaca” görünür kılmak. Lauren Elkin’in hatırlattığı gibi, şehirde yalnızca “ölçülü bir misafir” gibi değil de ev sahibi gibi hissetmeye cüretiniz varsa, görünmenin bedeli düşündüğümüzden çok daha fazla görünmek oluyor. John Berger, “Bir kadının nasıl göründüğü, ona nasıl davranılacağını belirler,” diyor. Kadının görünüşü, onun sözünden ve davranışlarından önce geliyor. Bu durum, kadınlara çocuk yaştan itibaren benimsetiliyor. Eve gelen misafire nasıl görüneceğimizden kamusal alandaki duruşumuza kadar uzanan nasihatler ve uyarılar, en çok şehirdeki varoluşumuza veya varolmaktan vazgeçişimize sirayet ediyor. Patriyarkal gücün uzattığı aynayı bir süre sonra farkında olmadan içimizde taşımaya başlıyoruz, normalimiz haline getiriyoruz. ‘”Ben göründüğüm gibiyim” sözü güçlü bir ifade gibi dursa da, sakıncalı tarafı kime denk geldiğini bilmediğin bir gözlemcinin yorumuna kalmış olmak anlamına geliyor.

Her iki yaklaşım da  kadını ve diğer dezavantajlı grupları, eril bakışa karşı bir “seyir nesnesi” kılarak şehirdeki varlıklarını kısıtlamaya hizmet ediyor. Tarihte, şehrin bu güç dinamikleri arasında inatla kendi özgün deneyimini arayan kadınlar da var. Örneğin, 19. yüzyılda George Sand şehir hakkından vazgeçmek istememiş ve şehri çok merak ettiği için bir erkek gibi yürümeyi öğrenmiş, kendine erkek kıyafetleri diktirmişti. Otobiyografisinde de “Paris’in bir köşesinden diğerine adeta uçuyordum. Bu halde dünyayı dolaşabilirmişim gibi geliyordu bana,’’ diyor. 20. yüzyılda ise Agnes Varda kendi cüretini ortaya koyuyor. İlk feminist eylemin bakmak olduğunu söylüyor. “Tamam, bana bakılıyor ancak ben de bakabilirim. Bakmaya karar vermek, dünyayı, diğerlerinin beni nasıl gördüğüyle değil benim onları nasıl gördüğümle tanımlamaya karar vermek demek,” diyor.

Üstelik yürümenin toplumsal gücü bir yana, yürümek tıpkı dans etmek gibi kişinin kendi bedeniyle olan ilişkisini de belirler. Dans etmek, bedenimize ezberlettiğimiz gündelik hareketleri bir kenara bırakıp farklı olana fırsat açmak demekse, hesapsızca ve özgürce dolaşmak da zihnimizi sıradışı ve kendiliğinden düşüncelere açmak anlamına geliyor. Yürüyüşlerimiz özgür olduğu sürece, varlığımızın zarif doğasına ulaşmak için yaptığımız yolculuklara dönüşebilir.Emma Goldman’ın “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir,” demesi gibi, yürüyemeyeceksem de yaşadığım şehir benim şehrim değildir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Sevebilmenin iflası

Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas…
daha fazla

Masumiyetin sonu

Bize bazen beklenmedik hakikat anları bahşedilir. Fransa Başbakanı Gabriel Attal, İsrail’e koşulsuz destek cephesinin son uydurma haberinin üzerine…
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et