Teknoloji ellerimize ne yapıyor?

İnternet çağının, akıllı telefonların ve bilgisayarların kim olduğumuz ve birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuz üzerinde köklü etkileri oldu. Gündelik yaşamı yapılandıran dijital teknolojiler sayesinde zamanın ve mekanın eski sınırları ortadan kalkmış görünüyor. Başka bir kıtadaki akrabamızla Skype görüşmesi yaparak veya yan masada oturan arkadaşımıza mesaj atarak hem çok uzak hem de çok kısa mesafelere aldırmadan iletişim kurabiliyoruz. Videolar ve fotoğraflar tek dokunuşla dolaşıma giriyor, sosyal medyada hem kamusal hem de özel yaşamın her ayrıntısı paylaşılıyor. Trende, otobüste, arabada veya kafelerde insanlar bunu yapıyor; ekrana dokunuyor ve konuşuyor, geziniyor ve tıklıyor, yukarıya-aşağıya veya yana kaydırıyor.

Filozoflar, sosyal bilimciler, psikologlar ve antropologlar bu değişimlerin bir sonucu olarak içinde yaşadığımız yeni gerçeklikten çokça bahsettiler. İlişkilerimiz tartışmaya açık biçimde artık daha yüzeysel veya derinlikli, daha kalıcı veya geçici, daha kırılgan veya sağlam olabilir. Peki, ya insanlık tarihinin bu aşamasına farklı bir mercekten bakarsak ne olur? Çağdaş uygarlığın yeni vaatlerine ya da hoşnutsuzluklarına odaklanmak yerine günümüzdeki değişimleri her şeyden önce insanların ellerine yaptıkları olarak görsek nasıl olur? Dijital çağ, deneyimlerimizin pek çok yönünü dönüştürmüş olabilir, en belirgin ama ihmal edilen özelliği de insanların ellerini daha önce görülmemiş biçimlerde oyalamalarına imkan tanımasıdır.

Paris’teki Shakespeare and Company kitabevinin sahibi, gençlerin artık sayfaları kaydırarak çevirmeye çalıştığını, Apple’ın belirli el hareketleri için patent başvurusunda bulunduğunu hatırlatıyor. 2007’de yapılan 7844915 numaralı patent başvurusu yukarı-aşağı kaydırma ve iki parmakla yakınlaştırma hareketini kapsarken, 2008’de yapılan 7479949 numaralı başvuru bir dizi çoklu dokunma hareketini kapsıyordu. Her iki başvuru da hareketler patentlenemeyeceği için değil, önceki patentler tarafından zaten kapsanmış oldukları için geçersiz sayıldı.

Parmaklarımız ve bileklerimiz hiç hazırlıklı olmadığımız yeni hareketler için kullanıldığından, doktorlar da bilgisayar ve telefonla ilişkili el şikayetlerinde büyük artışlar gözlemliyorlar. Bu yeni düzenin sonucu olarak ellerimizin hem sert hem de yumuşak dokularında değişimler öngörülüyor. Nihayetinde gelecekte farklı ellere sahip olacağız, ısırmanın topografyasını değiştiren çatal bıçakların kullanmaya başlamamızın ardından ağız yapımızın değişmesi gibi. Yaklaşık 250 yıl öncesine kadar becerebildiğimiz uçtan uca ısırık, sofra bıçağının mümkün kıldığı yiyecek kesme yöntemleri sayesinde üst kesici dişlerin alttakilerin üzerine sarktığı üst ısırığa dönüşmüştü. Bedenin teknolojiye göre ikincil konumda olması, günümüz ürünlerinin markalaşmasına da yansıyor: iPad ve iPhone’da kullanıcıyı simgeleyen “i” (ben) yerine “Pad” ve “Phone” büyük harflerle yazılıyor.

Ellerimizi kullanma şeklimiz değişiyor olsa da elimizden bazı işlerin gelmesi hiç de yeni değil. İnsanlar, dokumacılıktan mesajlaşmaya kadar her zaman ellerini oyalayacak bir şeyler bulmuştur. Oyun parkındaki ebeveynler bir zamanlar örgü örüyor veya gazete sayfalarını çeviriyorlardı, bugün ekranları kaydırıyorlar ve internette geziniyorlar. Bilgisayar oyunları da elleri ve parmakları oyalıyor (dünyanın en çok oynanan oyunlarından Minecraft’ta oyunculara gittikleri her yerde meraklı bir el eşlik ediyor). Aynı şekilde, Lego’nun olağanüstü popülaritesi de yalnızca akıllıca bir pazarlama stratejisinden değil elleri oyalayan işlevinden kaynaklanıyor.

Ellerimizi oyalamanın önemini anlarsak, bu tuhaf gerekliliğin nedenleri hakkında düşünmeye başlayabiliriz. Boş duran ellerin tehlikeleri nelerdir? Dur durak bilmeyen el faaliyetinin nasıl bir işlevi vardır? Ellerimizi kullanmamız engellendiğinde ne olur? O zaman yaşayabileceğimiz endişeli, asabi, hatta umutsuz haller, elleri oyalamanın heves veya boş zaman meselesi olmadığını, bedensel varoluşumuzun kalbindeki bir şeye dokunduğunu gösterir.

Bu da bizi bir paradoksla karşı karşıya bırakır. Yukarıdaki soruların en açık cevabı, bir şeyler yapmak için ellerimize ihtiyaç duymamızdır. Ellerimiz bize hizmet ederler, bir şeyler icra etmemizi sağlayan araçlardır. İsteklerimizi gerçekleştirmek için dünyayı ellerimizle işletiriz. Ellerimizle oy verir, anlaşmaları imzalarız, kavuşmaları pekiştiririz; öyle ki, eller çoğu zaman onları taşıyan insanı temsil etmek için kullanılır. Zombi ve Frankenstein filmlerindeki yaratıklar ellerini önlerinde tutarak yürürler, bu da görme güçlüğüne değil bilakis saf bir amaca işaret eder.

Bazen de ellerimiz bize itaatsizlik eder. Göz, ayak, hatta kulak gibi bir uzvun canlandırıldığı veya ele geçirildiği hikayeler, kendi başına ve neredeyse hep ölümcül biçimde işlev görmeye başlayan (vücuda eklenmiş ya da kopmuş) ellerin olduğu örneklerle kıyaslanamaz. The Hands of Orlac’tan (1924) The Evil Dead’e (1981) kadar çoğu korku filminde uzuvlar ele geçirildiğinde, şeytani bir güç tarafından kontrol edilenler ayaklar, gözler ya da ağızdan ziyade ellerdir.

Bu kurmacaların çoğunda, eller kişinin iradesine karşı hareket eder. Kişinin bir düzeyde arzuladığı, ancak toplumun ve kendi öz-imajının yasakladığı cinayeti işleyebilir veya intikamı alabilir. The Hand (1981) filminde Michael Caine’in canlandırdığı çizgi romancı, ona haksızlık edenlere karşı giriştiği katliamın aslında kendi kopmuş elinin eseri olduğunu keşfetmek zorunda kalır. Bazı senaryolarda eller başka birinin, belki başka bir ruhun veya ameliyatla organı nakledilmiş donörün iradesini somutlaştırabilir. Ne olursa olsun, bu hikayelerin mutsuz kahramanları kendi bedenlerine karşı savaşmak zorunda kaldıkları için kişilik bölünmesi yaşarlar.

Peki, bu türden bölünmeler günlük yaşamda olmaz mı? Eşimizin veya arkadaşımızın söylediklerine odaklanmaya çalışırken, ellerimiz mesaj yazmadan, e-postalarımızı kontrol etmeden veya sosyal medyada paylaşım yapmadan duramaz. İnsanlar telefonlarından ve tabletlerinden uzak duramadıklarından, sanki ellerini kontrol edemediklerinden şikayet ediyorlar. İnsanın failliğinin sembolü olan eller, aynı zamanda benliğimizden kurtulabilen bir parçamızdır. Tüm zamanların en başarılı kültürel ürünlerinden birine dönüşen Disney yapımı Karlar Ülkesi (2013), elleri istemediği şeyleri yapan bir kızın ikilemini ele alır. Elsa’nın elleri dokunduğu her şeyi buza dönüştürür. Elsa’nın hikayesi, Aziz Augustinus’un ifadesini uyarlayacak olursak, “ondan daha çok o” olan uzvunu sansürleme, kontrol etme, belki de kabul etme gayretiyle ilgilidir.

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter, 2015’te beyin kanserine yakalandığını açıkladığında, kaderinin artık “tanrının elinde” olduğunu söylemişti. Sanki eller motivasyonun kendisini temsil etmeye başlamış gibi, failliğe ve iradeye odaklanmak üzere zihin ya da beyinden ziyade eller öne çıkarılır. Terminatör (1984) filminde, yegane amacı Sarah Connor’ı ortadan kaldırmak olan cyborg’un, gövdesinin yarısı yok edildikten sonra bile parçalanmış elini kullanarak ilerlemeye devam ettiği final sahnesini hatırlayın. Hatta serinin sonraki filmlerinde bu “korunmuş el” geleceğin yeni ölümcül teknolojilerini üretecektir.

Elin faillik ve güçle ilişkilendirilmesi, kutsal metinlerden Galen’e, Calvin’in “el teolojisinden” Adam Smith’in “görünmez eline” ve ötesine uzanan, uzun bir geçmişe sahiptir. İncil’de elden diğer tüm vücut parçalarına göre daha fazla bahsedilir, Eski Ahit’te iki binden fazla kez geçer. Erken dönem Hıristiyanlıkta, Tanrı genellikle bulutlardan çıkan devasa bir el olarak resmedilir, taş tabletler aslında el şeklindedir ve her birinde beş emir yazılıdır. Bu “ilahi el” simgesinin her yerde bulunmasına bazen ikonoklastik bir yorum getirilir: Tanrı’nın yüzünü göstermek yasak olduğundan, yerine bedensel bir uzuv seçilmiştir. El, yalnızca Tanrı’nın vücudun kalanını görmemize izin verilmediği için ortaya çıkar.

Elin failliği çoğaltmaya hizmet eden bir araç olduğu fikri klasik zamanlarda da yaygındı. Anaksagoras insanların elleri olduğu için zeki olduklarını savunurken; Aristoteles ve sonrakiler insanlar zeki oldukları için ellere sahip olduklarını savunmuştu, eller irademizin araçsal olarak sürdürülmesini sağlıyordu. Ortaçağ etimolojisi, gerçekten de “el” (manus) terimini “hizmet” (munus) teriminden türetmişti. Aynı fikir Romalı hatiplerin derlediği retorik kitaplarda da yoğun biçimde yer alıyordu. Bu elkitaplarında konuşmayı göstermek, noktalamak ve vurgulamak için ellere yönelik karmaşık protokoller ayrıntılı olarak anlatılırdı. Quintilian, ellerin “rica etmek, söz vermek, çağırmak, kovmak, tehdit etmek, yalvarmak, nefret ya da korku göstermek, sorgulamak ve reddetmek” için kullanılabileceği yolları tarif etmiş, Cicero’nun konuşurken hangi noktalarda jestler kullanacağını sadece onu okuyarak söyleyebileceğini iddia etmiştir.

Halka açık bir konuşma hazırlarken parmakların açılımı, elin açısı ve vücuda göre nasıl konumlandırılacağı dikkatlice prova edilirdi. El hareketleri konuşmanın, Cicero’nun sermo corporis, yani “beden dili” dediği şeyin ayrılmaz bir parçasını oluştururdu. Bazen konuşmanın içeriğinden veya kompozisyonundan bile daha önemli oldukları düşünülürdü. Klasik jest tarihçisi Gregory Aldrete’nin gözlemlediği gibi, öldürüldükten sonra Cicero’nun hem kesik başının hem de ellerinin halka sergilenmesi muhtemelen tesadüf değildi.

Ellere atfedilen bu özel değer günümüzde de aynı biçimde devam ediyor. Neredeyse her bilimkurgu, casusluk veya macera filminde, kahramanlarının bir bilgisayarı elleriyle işlemez hale getirmek zorunda kaldığı bir sahne bulunuyor. Bunu makinelerin üzerimizdeki gücünden duyulan insani rahatsızlık olarak yorumlayabiliriz, ama kontrolün en uç noktası olarak ellerimize olan inancı sürdürmek anlamına da gelmez mi?

Failliğin somutlaşmış hali olarak ellere yapılan vurgu o kadar güçlüdür ki, faili olmayan eylemler gibi görünen şeyleri açıklamak için elin varlığı ileri sürülebilir. Nöroloji, bir elin diğerinin tersi yönde hareket ederek hastanın bilinçli komutlarına itaat etmediği “yabancı el” sendromunu tanımlar. Akademik bir araştırma, Peter Sellers’ın sağ elinin Nazi selamı vermesini engellemek için sol elini tekrar tekrar kullanmak zorunda kalmasını Dr. Strangelove (1964) filminin ardından “Dr. Strangelove sendromu” olarak adlandırmayı ummuştu, ancak hakemler bundan hoşlanmadı. “Yabancı el” genelde elin itaatsizlik ettiği ancak yine de bedene ait olarak deneyimlendiği “anarşik elden” farklıydı.

Nöroloji kayıtları, ellerin birbiriyle savaşırmış gibi göründüğü örneklerle doludur: bir el kitabı kapatırken diğeri açmaya çalışır, biri sigarayı yakarken diğeri söndürmeye çalışır, biri televizyonu açarken diğeri kanal değiştirmeye çalışır. Daha beter örneklerde, bir el kişiyi boğmaya çalışırken diğer el tutuşunu gevşetmeye çalışır, bir el yiyeceği ağza zorla sokarken diğeri bunu durdurmaya çalışır veya bir el yüzen hastayı boğmaya çalışırken diğeri onu zapt etmeye çalışır.

Nörolog ve psikiyatrist Kurt Goldstein’ın 1908 tarihli makalesinde, sol eliyle kendi boğazını tutup sıkan hastanın “yapıyorum” yerine “el yapıyor” dediğini yazmıştı. Hasta, boğazına yapışmış elini diğer eliyle kurtarmak için mücadele vermişti. Bu travmatik itaatsizliği de “kötü bir ruhun onu ele geçirmesiyle” anlamlandırmaya çalışmıştı. Goldstein’a “elim normal değil, canı ne isterse onu yapıyor” demiş, sanki aynı bedende iki kişiymiş gibi hissettiğini söylemişti: eli ve kendisi.

Böyle yabancılaşmış ellerden muzdarip olanlar, itaatsiz uzuvlarını yatıştırmak için birçok strateji geliştirmişlerdir. Askı gibi fiziksel kısıtlamalara da başvurulmuştur, ama insanların itaat etmeye başlaması umuduyla elleriyle konuşmayı denemeleri daha yaygındır. Goldstein’ın hastası sanki bir çocukla konuşuyormuş gibi elini tokatlıyor ya da sakinleşmesi için ona yalvarıyordu: “Küçüğüm, uslu dur,” diyordu.

Bazı araştırmacılar elin mülkiyetinin reddedildiği vakaları, görünürdeki otonomisine rağmen kabul edildiği vakalardan ayırmaya çalışır, ama bu ayrımları ve sonrasındaki serebral hasarın lokalizasyonlarını birbiriyle ilişkilendirme girişimi de her zaman ikna edici değildir. Aslolan, hastaların elin amaca yönelik bir şey yaptığını algıladıkları ama Goldstein’ın hastası gibi “ben yaptım” değil “el yaptı” diyebilmeleridir.

Asıl büyüleyici olansa bazı durumlarda yabancılaşmış elin tuhaf davranışını açıklamaya çalışırken kişiye itaatsiz olanı kontrol eden üçüncü bir eli hatırlatmasıdır. Bir başka vakadaki “kötü el”, birinin hareketleri başkası tarafından yönlendirilirmiş gibi hastanın iki elinin ayrı telden çalmasına neden oluyordu.

Bu, bize elin mülkiyet ve özerklik fikirlerinden nasıl ayrıştırılamayacağını gösterir. Bir şeyler yapmak istiyorsak, ampirik elimiz bize itaatsizlik etse bile diğer elimiz etkin olmalıdır. Elle yapılan faaliyetin bu paradoksu, modern özgürlük anlayışının tuhaf dönüşümlerinde de yankılanır. Özgür olma ve kendi seçimlerimizi yapma mecburiyeti, dışarıdan gelen ve bize özgür olmamızı emreden zorunluluklar ağıyla çevrelenmiştir. Bunun sonuçları fazlasıyla açıktır: özerklik ve kendi kaderini tayin etme ne kadar değer görürse, eksiksiz bilinçle denetlenemeyen tüm temel insan faaliyetleri de o kadar patolojik hale gelecektir.

Bu da sözde “bağımlılık” literatürünün neden bu kadar hızla genişlediğini açıklıyor. Tanı pazarını dolduran alışveriş bağımlılığı, seks bağımlılığı, internet bağımlılığı ve telefon bağımlılığı, belli ki bilinçli bir zihinle denetlenemedikleri için “bağımlılık” olarak görülüyor. Ancak tüm bunların arkasında yatan gerçek bağımlılık özerklik bağımlılığıdır, yani kendimizin efendisi olabileceğimiz yanılsaması. Buna ne kadar çok inanırsak, o kadar çok davranış bozukluğu ortaya çıkacaktır.

Bu güçler o kadar etkili hale geldi ki, bugün hayatta kalmak bile bir seçim, yani üzerinde etki sahibi olabileceğimiz bir şey gibi görülüyor. Kendimizi sağlıklı bir yaşam tarzına adayarak, iyi beslenerek ve egzersiz yaparak ömrümüzü uzatabiliriz. Bunu yapacak parası olanlar yaban mersini, brokoli, tahıl ve kurt üzümü tüketiyor, zamanlarının büyük kısmını formda kalarak geçirebiliyor. Neden diye sorulduğunda yanıtları da bellidir: sağlıklı kalmak, bu kişinin asıl yaşamının büyük kısmından daha uzun yaşamak için vazgeçmesi anlamına gelse bile. Doğru beslenmek ve egzersiz yapmak zevkten ziyade zorunluluk olarak deneyimlenebilir, böylece asıl yaşam bütünüyle soyut başka bir yaşam için feda edilir: biyolojik yaşam için duygusal yaşamdan vazgeçilir. Samuel Johnson’ın felsefi aşk romanında Imlac’ın Rasselas’a söylediği gibi: “Bana öyle geliyor ki, siz yaşamınıza dair tercihler yaparken yaşamayı ihmal ediyorsunuz.”

El sanatlarının yeniden moda olması da bu çelişkilerin çoğunu yeniden üretiyor. Dokuma, örgü, maket yapımı, bahçecilik, heykeltıraşlık ve genel olarak tamirat gibi geleneksel faaliyetlere dönerek sanal dünyanın aşırılıkları nedeniyle yaşadığımız bariz yabancılaşmaya karşı koymamız bekleniyor. İş görmek için ellerimizi kullanmayı, içinde yaşadığımız bu manevileşmiş evrene karşı geçmişin iyileştirici ve tatmin edici bedensel tekniklerinin bakiyesi veya yeniden canlanması olarak görmemiz bekleniyor.

Yine de bu türden işler ne kadar övgüye değer ve keyifli olursa olsun, tam da savuşturmak istedikleri ideolojinin içinde yer alırlar. Küreselleşmiş markalar tümüyle aynı pazarlama ve tanıtım stratejilerine yaslanır: her bireyin eşsizliğine, yaratma becerisine, kendine zaman ayırmanın önemine, aile ve halk geleneklerinin devamına yapılan vurgu. Evinde emek harcayarak sevgiyle kahve demleyen birey ile Starbucks gibi devasa bir şirket, kahveleri ne kadar farklı olursa olsun, gitgide aynı değerleri paylaşmaya başlar.

İnsanlar neden el sanatlarıyla uğraştıklarından bahsettiklerinde, konuşmanın anafikri genelde modern piyasanın fikirleri oluyor: kişisel seçimin önemi, özerklik duygusu, keyif arayışı ve kendini geliştirme. Asıl mesele, bu faaliyetlerden herhangi birinin özünde iyi ya da kötü olması değil günümüzün yaşam tarzı gurularının vaaz ettiği kişisel el sanatları ile seri üretilen mal ve hizmetler arasında bir karşıtlık olduğu fikrinin yanılsamadan ibaret olmasıdır.

Bu değerlerin iş dünyasında sergilenmesi elbette arkasında yatan şiddeti de gizler, özenli ve titiz el faaliyetinin bir kısmının en zalim diktatörlerle nasıl bu kadar sık ilişkilendirildiğini görmezden gelmek zordur. Hitler’in suluboya resimlerini ya da Açlık Oyunları’ndaki Başkan Snow’un özenle gül budamasını hatırlayabiliriz. Kişiselleştirilmiş el sanatları ile otomatikleştirilmiş yıkım garip bir şekilde birbirine bağlıymış görünüyor. Günümüzün en büyük çokuluslu şirketlerinin CEO’larının profillerinde de aynı mantığı görmüyor muyuz? Onlar da kültürleri bütünüyle yok ederken maket veya çömlek yapıyorlar.


*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Darian Leader’ın The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et