Neolojizm, “valla” diyen Foucault, dedelerimizin mezar taşları ve Türkçe üzerine: Savaş Kılıç’la söyleşi

İllüstrasyon: Joan Wong.

Okuyacağınız söyleşideki sorularımı yanıtlama ve yorumlarıma katlanma inceliğini gösteren değerli dostum Savaş Kılıç’tan kısaca bahsetmem gerek: Savaş bir kitap çevirmeni ve editörü. İngilizce ve Fransızcadan çeviriler yapıyor. Epey zamandır Metis’in editörlerinden; Saussure, Foucault, Ranciere, Badiou ve Lacan gibi pek çok düşünürün eserlerini Türkçeye kazandırdı; yayına hazırladığı kitapların yekununu hesaplayacak sabırdan yoksunuz ne yazık ki –ya da neyse ki. Çevirmenler Meslek Birliği’nin (ÇEVBİR) üye ve örgütçülerinden biri; akademiye bulaşıp tövbe etmişliği de var, dil üzerine kalem oynatmışlığı da. Son aylarda da Artı Gerçek sitesine Türkçe üzerine yazılarıyla katkıda bulunuyor. Türkçeye ve birtakım başka meselelere dair (bazen keyif bazen kederle) söyleşmek üzere kolları sıvamış bulunduk.


Eski metinlerden bahsederken, “Hayat bizi Yahya Kemal’e çevirdi,” demiştin şakayla (belki de cidden). Seninle her sohbetimiz –kâh çay içerken kâh işret meclisinde– 500-600 yıl evvel yazılmış Türkçe metinlere saygı duruşuna dönüşüyor. Bir yandan anlaşılır bir şey bu, yazılı Türkçenin ilk sistemli adımlarını seyretmeye ve sevmeye değer buluyoruz. Öte yandan şimdiki zamandan kaçmaya çalışıyor gibiyiz, ihtiyarın yaptığı gibi. Bana enteresan geliyor. Bu müşterek Türkçe aşkımız şimdiye dair bir umutsuzlukla lekelenmiş gibi mi, ne dersin?

Bizzat Yahya Kemal adı bizi nostaljiye gönderiyor: Şimdi’den memnun olmamak ve geçmişte, en azından dilinde güzel bir şeyler bulmak. Hiç nostalji yok desem herhalde doğru olmaz. Şimdi’ye dair umutsuzluk ya da memnuniyetsizliğin de bunda payı vardır mutlaka. Ama geçmişin (dilinin) kendi içinde, kendi başına da bir değeri olabilir. Sen de ben de geçmişe ait her türlü metni sevmiyoruz, yanılmıyorsam. Belli bir tat aldığımız metinleri Yahya Kemal gibi okuyoruz. O belki içeriğine daha çok önem veriyordu, okuduğu metinler (Naima, Peçevi) de bizimkilerden daha yakın tarihliydi. Peki, biz nasıl bir tat buluyoruz okuduğumuz o eski metinlerde? Ben kendi sevdiğim şeylerden söz edeyim biraz: Özellikle 14 ve 15. yüzyıllarda yazılmış, sonra yazılmışsa bile daha “sade” dilli metinleri seviyorum ben. Orada, divan edebiyatında ya da “yüksek” nesirde, bulunmayan Türkçe kelimeler, deyimler, söyleyiş biçimleri görünce mutlu oluyorum. Bir bakıma kayıp bir geçmişi ya da en azından eski edebiyat anlayışında hor görüldüğü için el üstünde tutulmamış bir geçmişi bulduğumu hissediyorum. Çok özel bir anlamda, dil açısından, “yenilen”lerin tarihini görüyorum orada. Lafı çok büyütmemek şartıyla, “geçmişteki umuda” benzer bir şeyler: Bu dil başka türlü yazılabilirdi, bugün de yazılabilir.

Bir diğer yönünü şöyle anlatmaya çalışabilirim: O metinlerde ses düzeyinde olsun ek veya çekim düzeyinde olsun farklı olan biçimlerde başka bir estetik buluyorum, hani biraz arkeologların ya da belki fosillerle uğraşanların aldığı türden bir haz alıyorum. Buna benzer bir estetik duyguyu yerel ağızlar da verebiliyor. Ben özellikle kendi büyüdüğüm ortamın ağız özellikleriyle ya da ona benzeyenlerle karşılaştığım zaman ayrı bir lezzetle dinliyor, o sesleri çıkarmaya, özgüllüklerini belirlemeye, anlamını bilmediğim kelimeleri araştırmaya çalışıyorum. Bu ikincisinde de kayıp bir geçmişin izini aradığımı kabul ederim: kendi çocukluğumun dilini. Burada da bir nostaljiden söz edilebilir, hatta psikanalitik bir yorum yapılabilir. Öte yandan bunu benim kişisel özelliklerime bağlamak da yeterli bir açıklama değil, çünkü buna benzer bir şeyi Ataç’ta da gördüğümü hatırlıyorum: Aşık Veysel’in “karnın yardım kazmayınan belinen” dörtlüğünde sondaki yerel söyleyişin ne kadar hoşuna gittiğini, onu öyle söylemekten ayrı bir keyif aldığını yazmıştı bir yerde. Ataç ki doğma büyüme İstanbullu bir seçkinzadedir ve halk edebiyatından pek hazzetmez, burada başka bir tat bulmuş, nedenini çok iyi analiz edemiyorum ama anlamlı geliyor bana.

Şimdi’den memnuniyetsizliği düşününce aklıma ortak dostumuz Dehri Efendi geldi, o da sever dil cambazlıklarını, mevcut standart dilden hiç keyif almadığını söyler durur. Belki de standart dilin sorunu tam da fazlasıyla standartlaşmış, fazlasıyla öngörülebilir hale gelmiş olmasıdır. Bir arkadaşımın güzel tabiriyle, “betonlaşmış” bir dil. Kaçağı, sızıntısı, çatlağı az. Hal böyleyken toplumsal değerlerle başı hoş olmayanlara pek bir şey vaat etmiyordur bu dil. İçine sığmak imkânsız olduğundan değil, sığmak istemediklerinden. Farklı stilistik araçlarla “Colourless green ideas sleep furiously” demek istiyoruz. Dede Korkut’un ya da Arapçadan çevrilmiş metinlerin, halk edebiyatının pastişini yapmak istiyoruz ki bu da hem ayrı bir estetiğe ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor hem de “Biz sizden değiliz” demeye yarıyor olabilir.

Değindiğin mesele üzerinde biraz duralım istiyorum. Dar bir elit zümre için yazılmış klasik “yüksek” nesirdeki zanaatkârlığa [dâru’n-nedve-i herze-i zarîfan ve mecma‘-i tiryâkiyân-ı cerb-i zebân olan kârgâh-ı kahve-fürûşânda yâve-gûyân-ı zebân-âlây-ı hezeyân olup örneğindeki gibi] ve divan edebiyatındaki bıktırıcı biçim ve metafor tekrarına denk geldikçe, “Türkçe en azından yazılı olanı bundan başka bir yataktan da akabilirdi” duygusuna kapılmamak mümkün değil. Yine de elit edebiyatı (Osmanlıca mı diyelim?) cüretkârlık ve güzellikten tamamen mahrum değil, haksızlık etmeyeyim. 

Değil, haklısın. Gerek şiirinde gerekse nesrinde hep bir zarafet var. Bunu inkâr etmiyorum ben de. Cüretkârlık, isyan, alay, eğlence de var yazıp çizdiklerinde. Ama sonuçta başka bir estetik o. Bugün benimsediğimiz değerlere daha uzak: bile isteye dışlayıcı, yapay, zorlama; büyük ölçüde tekrara dayalı –tıpkı hat sanatında olduğu gibi. Yenilik diye bir değer yok, yeniliğin kendiyse oldukça sınırlı çerçeveler içinde. 17. yüzyılın şiiri 15. yüzyılın nesrinden daha uzak bize. Bu da halkın intikamı bir bakıma.

Yine de hoş söyleyişler var mı? Var. Daha az da olsa, insana dair içgörüleri yakaladıkları olmuş mu? Olmuş.

Kesinlikle… Buradan ilhamla: Türkçeye gramerci mantıkçılığın kesinliğiyle değil retoriğin yardımıyla bakmayı önemsiyorsun, son dönemde yazdıklarından da anlaşılıyor. Merhum Niçe’nin dilde ilk öğrenilmesi gereken şeyin retorik ve üslup olduğu yönündeki tespitini de akılda tutarak soralım: Retorik ve üslup bize ne kazandırır?

Niçe’nin o aşamada beklentisi dilin iyi kullanılmasıdır: Retorik ve stilistiği bilirseniz daha iyi yazarsınız, gibisinden. Ki kendisinin ne kadar iyi bir yazar olduğu, bunun da felsefesinin bilinmesinde etkili olduğu malum. Ama Niçe’nin retorik meselesine dair başka metinleri de var, bunlardan birinde dili bir “sönmüş metaforlar” yığını olarak görüyor ve dilin bu niteliğinin insanın “hakikat”i bilmesine engel olacağı yönünde fikir yürütüyor. İşte bu noktada temkinli yaklaşmak gerekiyor. Çünkü bunu bir yandan insanın kibrine darbe indirmek için kullanıyor –insanı sineğe benzetiyordu: yanlış anlamadıysam ve yanlış hatırlamıyorsam, uçunca dünyanın merkezinin de kendisiyle hareket ettiğini zanneden bir sineğe. Öte yandan metaforları hakikati bilmeye engel olarak görmek için, belki hiç farkında bile değildi, pozitivist bir hakikat tasavvuruna sahip olmak lazım. Nesnenin kendisinin bilinemeyeceğine dair bir varsayım da bulunuyor olabilir altında. Bu durumda “çok sevdiği” Alman felsefesinden pek uzakta konumlanmış olmuyor belki de. Tabii sonradan Niçe’den ilhamla tepetaklak ve tersyüz edilen derinlik metaforları da geliyor insanın aklına. Dilden hareket ederek bilinemeyen bir öz varsayımını korumuş olsa bile (ki buna daha iyi bakmak lazım) öz ile biçim gibi ikiliklerin yerinden edilmesinin, –kabaca söyleyecek olursam– biçimden başka bilme nesnesinin kalmamasının yolunu açan da yine Niçe olmuştur herhalde.

Üsluptan devam edeyim. Barthes’ın “Yazı” kavramından yola çıkıp Sol Kemalist Yazı’yı değerlendirirken (Birikim, 384), 1930’larda düzyazıda devrik dizime, yazı dilinde öztürkçe sözvarlığına yaslanma sürecini analiz etmiştin; Sağ Yazı’nın karşıtı olan bir Yazı. Üslup ancak başka bir üslupla karşıtlık içinde mi varolabilir?

Güzel bir soru bu. Benim de kafamı meşgul ediyor. Bir yandan Saussure’cü olduğum için dilde her öğenin karşıtlık içinde ele alınması gerektiğini kabul ediyorum, bu ilkeyi üslup ve Yazı’ya uyarlayabildiğim için memnunum. Öte yandan bu ilkenin arkasında, bizde “Her şey zıddıyla kaimdir” formülüyle ifade edilene benzer, Batı’da Hegel’den kaynaklandığı düşünebilecek bir ontoloji olduğunun farkındayım. Ama bu ontolojiyi de aslında, benim izlediğim güzergâhta, bir bilme biçiminin, –lafı büyütmek pahasına– bir epistemolojinin, bir yöntem düşüncesinin yarattığının da farkındayım. Bir başka deyişle, karşıtlıklar halinde ele almak gerektiği için x üslup ya da Yazı’nın karşıtını keşfedebildiğimin. Kısacası üslup ancak başka bir üslupla karşıtlık içinde mi var olabilir bilemiyorum ama bu şekilde ele almanın benim tümdengelimle kurduğum ve uyguladığım yöntem açısından bir gereklilik olduğunu söyleyebilirim.

Bu arada senin “Sağ Yazı” dediğine ben “Yeni-Klasik Osmanlı Yazısı” ya da “Son Osmanlı Yazısı” diyorum, belki ikisi arasında da bir dönem ayrımı yapılabilir. Bunun üstünde çalışıyorum ama henüz yazımı ya da bölümü bitiremedim. Belki bu yıl biter.

Osmanlı Yazısı demişken… “Dedelerimizin mezar taşları”, harf inkılabı, dil devrimi gibi bitmeyen tartışmalarımız var. Senin gibi ben de “dedelerimizin mezar taşlarını” okuyabiliyorum, hatta mezar taşlarından daha fazlasını okuyabiliyoruz Arap-Fars harfleriyle yazılan Türkçeyi hasbelkaderbildiğimiz için. Ancak, harf devriminin (ve tüm arızalarına rağmen Dil Devriminin) geniş halk kitlelerinin sonsuzca yararına olduğunu düşünüyorum. Ne dersin?

Tek tek gidelim. Alfabe değişikliği belki zorunlu ya da kaçınılmaz değildi ama Türkçenin yararına olduğunu kabul ederim. Eski yazı, senin de bildiğin gibi, bir Sami dilinin alfabesiydi, ünlüsü az ve ünsüzü boldu. Türkçede herhangi bir şekilde bulunmayan epey bir ünsüz harf özellikle Arapça kelimeleri doğru yazmak için kullanılıyordu. Temel ilkesi mümkün olduğunca ünlü kullanmadan yazmaktı. Türkçede 8 ünlü varken Arap yazısında ancak uzun a, uzun i, uzun u ve kısa a/e’den ibaret 4 ünlü gösterilebiliyordu, Türkçedeki ünlü sesleri göstermek için çok uğraşmak gerekiyordu. Ünsüzlerle ilgili değer belirsizliği gibi sorunlar da vardı. Türkçenin bu alfabeyle imlası ise Anadolu’da esas itibariyle 14. yüzyılda oluştuğu için o dönemin ses özelliklerini yansıtıyordu, dolayısıyla 20. yüzyılın başı için arkaik sayılacak epey özellik vardı. Bunların hiçbiri illaki alfabeyi değiştirmeyi gerekmiyordu belki, ama ciddi bir reforma ihtiyaç olduğu aşikârdı. Neden mi? Çünkü okuma yazmanın eskisi gibi bir avuç seçkinin tekelinde olduğu bir toplum olamazdı modern toplum. Kentlerde yaşayan bir toplumun başka türlü örgütlenmesi, kişilerin hemen her konuda kendi başının çaresine bakması gerekiyordu, bunun için de okuma yazma bilenlerin sayısının artması şarttı. Yanılmıyorsam 1890’lardan itibaren gündeme gelen önerilerden biriydi Latin alfabesinin benimsenmesi. Arada “Enverî yazı” denen başarısız bir reform denemesi de olmuştu. Mustafa Kemal, Halaskâr Gazi unvanından gelen meşruiyetle toplumu bir çırpıda modernleştirmek istiyordu, alfabe değişikliği de bu konuda atılmış radikal adımlardan biriydi. Yolu yordamı ve sonuçları tartışılabilir. Kemalizme yönelik başlıca eleştirim faaliyet alanını öncelikle kültür olarak kabul etmiş olması. Tabii bunun da maddi ve ideolojik sebepleri vardı.

Ben dile meraklı birinin gözüyle bugünkü alfabemizin Türkçeye çok uygun olduğunu düşünüyorum. Belki bir iki kusur bulunur ama onların da o kadar önemi yok. Harika bir yazımız var, kıymetini bilelim. Bugün de’yi/da’yı doğru dürüst yazmayı öğretemeyenlerin (Türk dili ve edebiyatı bölümlerinin büyük kısmı o “dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz” diye sızlanan koronun elinde) imkân olsaydı bile okunması o kadar dertli Osmanlı yazısını bugün temel alfabe olarak öğretebileceklerini de pek sanmıyorum doğrusu. Nitekim Türk dili ve edebiyatı ya da tarih bölümlerinde bu alfabe öğretiliyor, o bölümlerde hazırlanan yüksek lisans ya da doktora tezlerinin kahir ekseriyetinin konusu eski metinlerin okunmasından oluşuyor, çoğunun tel tel döküldüğünü biliyoruz. Bu da alfabe değişikliğinden değil sağcıların asıl derdinin bilgi, eğitim vb. olmamasından, üniversite sıralarında bile doldur-boşalt yapmalarından kaynaklanıyor. Asıl dertleri dedelerinin mezar taşları da değil. O taşları hep sağcılar tahrip etti 50’lerden beri. Solcular tarihi yaşatmak peşinde koşmazlar ama tarihe kültür olarak değer vermeyi bilenler vardır içlerinde, sağcılarsa yaşatmak iddiasında oldukları o tarihi siyasi çıkarları uğruna tepe tepe kullandıktan sonra gördükleri her yerde üç kuruş için tahrip ya da talan etmeye utanmazlar. Acı ama böyle. Yaptıkları sözümona restorasyonlar, “turizme kazandırmalar” falan ortada.

Dile gelince, bu çok daha uzun ve zorlu bir konu. Ama Türkçenin 16. yüzyıldan itibaren aldığı biçim bir imparatorluk merkezinin yüksek kültürünü temsil ediyordu. Hem alfabe yüzünden hem de saray çevresinde örgütlenmiş bir yüksek kültür olduğu için giderek Türkçeden uzaklaşıp büyük kısmı gereksiz bir Arapça-Farsça sözvarlığı yığınına döndü. O dille kendi aralarında eğleniyorlardı. Ama işte matbaa kurup kitap, gazete, dergi yayınlamaya başladıkları anda gördüler ki o dille kimseye ulaşmaları mümkün değildi. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın yazılarında çok açıktır bu şikâyet. Saray çevresinde goygoy yapan müteşair ve mütenasirlerin secili, müteselsil cümleli, bol tekrarlı nesrini artık yaşatamazlardı. “Dil devrimi” denen şey bu “sadeleştirme” sürecinin bir parçası büyük ölçüde. O nispeten uzun tarihin içinde ırkçı kanadın baskın çıktığı bir sapma, ne yazık ki. Tanzimat’ta ve II. Meşrutiyet’te yazı dili enikonu “sadeleşmiş”ti. 1932’deki reform bunu daha ileri taşımak istiyordu. Alfabe komisyonu azalarından Yakup Kadri’nin yazılarında ipuçlarını gördüğümüz üzere, yeni biçim (alfabe) eski içeriği (dil) taşımaya müsait olmadığı için, yani Arapça-Farsça kelimeleri yeni alfabeyle eskisi gibi yazmak mümkün olmadığı için, dilin de değişmesi gerekiyordu. Ataç’ın geç katıldığı dil “hareketi”ni gerekçelendirirken söylediği önemli bir nokta var: O eski dille modernliği var etmek zordu, modern kültürün modern bir dile de ihtiyacı vardı. Sorun burada değişimin nasılında oldu: M. Kemal’in düşüncesinde ve kararlarında ırkçı Türkçülerin bu kadar etkisi olmasaydı daha makul bir gelişim olabilirdi. Kısacası radikal tasfiyecilik epey sorunluydu ama Türkçeyi saray çevresinde kullanılan günü geçmiş estetik teamüllerden kurulu yazı dilinden kurtarmak da şarttı.

Bugüne gelirsek: Osmanlıcayı diriltmenin imkânı yok, Öztürkçecilik de öldü. Öyleyse elimizde kalanı iyi bilip iyi kullanmaya bakmanın tam zamanı.

‘Elimizde kalanı iyi bilip kullanmaktan’ dilsel pürizme mesafeli olmak kadar neolojizme pek o kadar da müstehzi yaklaşmamayı anlıyorum. Öyle mi sence?

Evet, aynen öyle. Bu konuda yazmak da istiyorum, henüz beceremedim. Kısaca anlatmaya çalışacak olursam: Dilin yapısına uygun olduktan sonra neolojizmlerin diğer kelimelerden bir farkı yok. Her kelime bir aşamada neolojizm olmuştur belki de. Daha da önemlisi dilin kendisini yenilemesinin başka yolu yok: Her konuşan mevcut birtakım kelimeleri örnek alarak (“analoji”, “örnekseme”) yeni kelimeler üretir, bu bireysel “öneriler” tutup yaygınlaştıkça neolojizm olmaktan çıkar. Çeviri yoluyla epey bir neolojizm ortaya çıkmıştır: laptop için “dizüstü bilgisayar” karşılığını ilk kullananlar sevaba girdiler mesela.

Burada sorun şu: Eski TDK’nın neolojizmleri dönemin okumuşlarının önerileriydi, o okumuşlar da dilin yapısından başka faktörleri göz önünde tutarak kelime türetebiliyordu. Ya da dilin yapısını iyi bilmedikleri için yanlış önerilerde bulunabiliyordu. Bunların bir kısmı hiç yaşamadı zaten, ama yapısı sorunlu olduğu halde yaşayanlar da var: “ilginç” gibi. Türkçede “-ginç” şeklinde bir fiilden isim/sıfat yapma eki yoktu. Hâlâ da yok. Ne gam! Yaygın şekilde kullanılıyorsa artık Türkçede böyle bir kelime vardır. TDK neolojizmlerine başka eleştiriler de getirilebilir. Ama artık anlamı yok bunun, kazanımları kabul edip yolumuza devam edebiliriz.

Osmanlıcanın Türkçe gramer üzerinde tahrip edici bir etkisi oldu. Bu nedenle belli türden çok az eki kaldı Türkçenin. İsimden isim, isimden sıfat yapmakta zorlanıyoruz örneğin. Aşırı sağcıların eline geçen TDK’nın bazı yayınlarında “dilsel” (ki çok iyi bir neolojizm olmayabilir ama nispeten yerleşik ve anlamı açık) yerine “dillik” dendiğini görürsünüz, bu kadar beceriksiz, zevksiz ve gülünç olmak için Türkolog olmak gerekiyor.

Neolojizmlerle ilgili bir başka sorun şu: Eskiden çevirilerde daha sık karşılaşırdım, herkesin kelime uydurmaya hakkı varmış gibi, Türkçede yerleşik bir karşılığı olup olmadığına bakmaksızın neolojizm kullananlar olurdu. Neolojizm ancak hiç karşılığımız olmadığından emin olduğumuz takdirde başvurabileceğimiz bir çözüm oysaki.

Neolojizme tam ters bir örnek ama sosyal medyada iki-üç ayda bir hortlayan “Foucault valla der mi?” tartışmasını aklıma getirdi söylediklerin. Son sekiz yıldır, Büyük Yabancı çevirisinde senin Foucault’ya “valla” dedirtmenin şaşkınlığıyla dile getirilen kınayıcı mesajları okuyorum. (Bundan biraz keyif almıyor da değilim.) Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, halkımızın Foucault okuyan kesimlerinin önemli bir kısmına göre Foucault -zinhar- “valla” demez.

Bu çok önemli bir mesele değil ama madem seni eğlendiriyor, kısaca üstünde durmaya çalışayım. Neden Foucault valla demezmiş? Çünkü “valla” fiilî kullanımıyla olmasa bile kökeni itibariyle dine gönderme yapıyor, Foucault da dindar, hele ki Müslüman hiç olmadığına göre ağzına yakışmaz –herhalde karşı çıkanların bilinçli olarak dile getiremedikleri ama onların yerine bizim söze döktüğümüz açıklama bu. Burada iki tane basit karşı-açıklama getirebiliriz: Birincisi, “valla” din (İslam) alanından kopmuş, dinli dinsiz herkesin kullanabildiği bir sözlük birimi. İkincisi, Foucault’yu Türkiye’de doğmuş büyümüş bir sekülarizm (ya da laiklik) yanlısı/militanı gibi konuşturmak zorunda değiliz, din konusundaki tavrının bu kadar düzayak olduğunu da düşünmüyorum.

Bu karşı-tezlerin ikincisi çeviri anlayışıyla ilgili bir soruna açılıyor: Çoğunluk çevirinin harfi harfine yapılması gerektiği zehabında. Ayrıca Hıristiyan Batı’nın kavramlarının İslam’la hiçbir alışverişi de olamaz (sanki bin yıl boyunca bu iki din bu topraklarda yan yana, hatta iç içe yaşamamış gibi). Kültürel öğeler çok çok dipnotla açıklanabilir onlara göre. Sözgelimi, God ya da Dieu’yü görünce Tanrı’yı yabıştıracan, yoksa hem laikliğe hem İslam’a göre günaha girmiş olursun.

Tabii bu anlayış gökten zembille inmiş bir şey de değil. Muhatapların yıllar yılı sinema ve kitap alanında uygulandığını gördüğü, dolayısıyla alıştığı “poetika” bu. Dışına çıkılınca yadırgamaları da okulda öğrendiklerinden farklı bir uygulamayla karşılaşınca tepki veren öğrencilerin haline benziyor. Ben de başka birtakım kişiler gibi metinleri, teorik olanları da dahil, olabildiğince Türkçe konuşturmaya çalışıyorum, sonuçta anlaşılabilmeleri için belli ölçüde “yerelleştirmenin” (bu pratik de ölçü birimlerini uyarlamaktan ibaret değil elbette) kaçınılmaz olduğunu kabul ediyorum. Dahası, çeviriyi makine çevirisinin aksine, az da olsa yaratıcı bir faaliyet olarak görüyorsanız mekanik poetikadan bu tür kopuşlara açık olmanız gerekiyor. Genel okurun dil “bilinci” cümle düzeyindeki uygulamaları, –konumuz bu olduğuna göre– yerelleştirmeleri algılamaya yetmiyor, anca kelime düzeyinde bir şeyi fark edince tepki veriyor: Bu “Foucault ‘valla’ der mi?” meselesi bunun bir örneği. Benzer bir durum bilmediği neolojizmlerle karşılaşınca da oluyor. Mesela bir sebeple “bunaltı” kelimesini kullanmışsındır, ona ihtiyaç vardır, her şey gibi çeviriyi de çevirmenlerden iyi bilenler celallenir: “‘Bunaltı’ ne ya?!” diye atıp tutarlar. Metnin ekonomisi içinde ayrı bir yeri olması gerektiği için öyle söylenmiş olabileceği akıllarına gelmez. Bu da normal sayılır. Her metin birden fazla çevrece okunur. Yolu düşüp okuyanın zamanla metin tasavvurunun gelişmesi beklenebilir. Biraz gevşeyip metnin tadını çıkarmak lazım.

Senin bahsettiğin tür kapalılıklar (ya da tepkiler) dili de tıpkı ideoloji gibi dışsal görmekle ilgili sanırım biraz… Bizde olan, bizim de ürettiğimiz bir şey değil de hep sunulan bir şey.

Evet, adamın birinin yaptığı o güzel benzetmede olduğu üzere, kötü kokan nefes gibi hep başkasında olduğu sanılıyor ideolojinin. Burada temel sıkıntı bütün önkabullerden sıyrılarak bir nesneye yaklaşmanın çok zor, hatta imkânsız olması. Nesnenin kendisiyle baş başa kalmak diye bir şey yok herhalde. Ama önkabullerimizin hiç olmazsa farkında olduğumuz kısmını askıya alarak düşünmeye çalışabiliriz ve o anlarda baş dönmesiyle başa çıkabilirsek haşmetli bir manzaranın önümüzde uzandığını hissedebiliriz. Bu önkabuller sonuçta kültür dediğimiz şey, nesneyle ilişkimizi dolayımladığı için kültürün eleştirilmesinin özel bir önemi de var. Ama kültürü eleştirdik diye de çok şey değişmiyor. Konumuz dil olduğuna göre, ideolojinin tezahür ettiği mecralardan biri olarak dil kullanımlarını eleştirmenin, bu kullanımlardaki sapmanın kültür eleştirisiyle kesişmesi kaçınılmaz.

Şu örnekten bahsetmek için sordum aslında sana bunu: Bir ara modern yapay dil yaratma örneklerine merak salmıştım. Amerikalı dilbilimci David J. Peterson’ın bir söyleşisine denk gelmiştim bu vesileyle. Peterson’dan (bir dizi için) yapay göçebe “barbar dili” yaratmasını istemişler, o da yaratmış. Linguistik manada “barbar dili” diye bir şey olmaz. Her dilin konuşucuları barbarlık yapabilir. Ama barbarla fonolojik (ve ideolojik) olarak kastedileni hemen anlıyoruz: Arapçaya, Aramiceye, Kuzey Afrika dillerine ya da Kürtçeye benzeyen, bol bol (teknik terimle) gırtlaksıl patlamalı, ötümsüz artdamaksıl sürtünmeli ünsüzün olduğu bir dil. Hassasiyet sergilemek için söylemiyorum, ama sipariş verenin de dili yaratanın da belki de çok da farkında olmadığı dehşetli bir ideolojik örüntü yok mu burada?

Aynen öyle. Üzerinden epey geçti, şimdi hatırlamıyorum neredeydi: 20. yüzyıl başlarında Avrupalı bir dilbilimci Arapçadaki ayn sesini ilkel bir ses olarak tanımlıyordu. Ses tellerinin sırf açılıp kapanmasıyla çıkan bir ses yanılmıyorsam bu. Başka bir-iki dilde de varmış düşmüş. Demek ki ilerlemeyle birlikte yok olmuş. Buna benzer bir akıl yürütme. Tabii ki ilkel ya da barbar herhangi bir ses yok. Dilde kavimmerkezcilik daha gizli ama daha güçlü. Bir nevi “doğal” geliyor birinci dillerimizin sesleri. Başka dillerin sesleri ise hele ki konuşanlar barbar sayılanlardansa “garip”, “komik”, vb sayılabiliyor. Buna karşılık hayranlık duyulan uluslar söz konusuysa orada da seslere bile değer yükleniyor.

Biliyorsun, Türkçede eskiden “hı” diye bir ses ve harfi vardı, hani bugünkü transliterasyon alfabesinde kh diye gösterilen ses: artdamaksıl sürtünmeli. Bu sesin bugünkü Türkçede sadece ağızlarda yaşaması da muhtemelen İstanbul ya da saray ağzında kaba ya da köylü sayılmasından. Nasıl bir kabalıksa, Osmanlıların yüzyıllar boyu iç içe yaşadığı kadim Yunanın vârislerinin, yine çok eski bir uygarlığı olan Ermenilerin, hayranlık duydukları dindaşları Araplar ile Farsların dillerinde hâlâ yaşıyor. Bu tür durumlarda tutumluluk ya da en az çaba yasasının halk dilindeki adı “güzellik” olabiliyor. “Hı” türemiş bir sesti ve Osmanlıcada anlam ayırt etme özelliği kalmamıştı, atılması sesletim kadar anlam bakımından da tasarruf demekti. (Bugünkü Türkçede yumuşak g harfiyle gösterilen ses de düştü, başka birtakım ses özelliklerine dönüştü. Yazıda etimolojik/geleneksel sebeplerle koruyoruz.) Senin betimlediğin “barbar” seslerin bir dezavantajı bu olabilir: Efor istiyorlar 🙂 Belki sırf bu durum üzerinden bir barbarlık tasavvuru okuyabiliriz: Barbar fiziksel olarak daha çok çaba harcayandır. Bu bakımdan hayvana yakındır. Uygar sayılansa o kadar çaba harcamak zorunda olmayan, bu nedenle kendini zarif hissedendir.

Öyleyse son soru geliyor: Ülkemizin ve dünyanın hali karşısında kapıldığımız (bazen benim de hevesle iştirak ettiğim) derin karamsarlık hakkında ne söylemek istersin? Enseler kararmamalı mı? Umut var mı?

Umut yok. İnat var, sabır var, kin ve hınç var. İyi duygularla kötü edebiyat yapıldığı gibi, dünyada da ancak kötü siyaset yapılır. “Güzel Ruh”ların, woke‘ların dünyasıdır umudun, hayalin, tatlışlıkların dünyası. Düşmanlık her zaman kazanır. Düşman tarafların ise yalnızca biri. Düşmanlığın olmadığı bir dünya hayali siyasetin sonu hayali olsa gerek. Şu anda da kazanan belli. Kaybeden de. “Sınıf bilinci” düşük olan kaybetti. Muazzam bir direnişle karşılaştı yaklaşık 150 yıl. Aleyhine kullanıldı her şey. Bindiği dalı kendi kestiği de oldu. Nihayetinde kaybetti. Bugün “geri dönme” ihtimali pek yüksek görünmüyor. Ama karanlık dönemlerde meşaleyi söndürmeden bir sonraki kuşağa aktarmak lazım. Bizim şu anda yapabileceğimiz bu gibi geliyor bana. Umut yok ama yeis de haram.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share

vesaire sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et