Selülit diye bir şey yok

Fotoğraf: Alexander Krivitskiy.

Selülit diye bir şey yok. Bu kadar.

Yeterince açık değil mi? Müsaadenizle açıklayayım: Cildinizin altında derialtı yağ dokusu ve lifli dokular var. Bu gerçek. Gerçekten de insan vücudunda cildin çukurlu veya tümsekli göründüğü alanlar da var. Hep vardı. Ancak yakın zamana kadar bunu tanımlayacak bir kelime yoktu, çünkü “öyle” bir şey yoktu. Yarım yüzyıl öncesine kadar, selüliti kurtulmanız gereken bir sorun olarak tanımlamak şöyle dursun, kimse böyle bir şeyin adını dahi duymamıştı. Bugün, işe yaradıklarına dair hiçbir kanıt olmamasına rağmen, selülit karşıtı tedavilere milyonlarca dolar harcıyoruz. Harcanan bunca paraya rağmen (olmayan bir sorun tedavi de edilemeyeceği için) çözüm de bulamıyoruz.

Vogue, Nisan 1968’de “selülit” terimini kullanan ilk İngilizce dergi oldu, bu sayede hem yeni bir kelime hem de Amerikalı kadınların vücutlarından nefret etmeleri için yeni bir sebep yarattı. Bu muazzam editörlük gafının 50. yıldönümünü çoktan geride bırakmışken, selülitin nasıl tüm zamanların en yaygın ve tedavi edilemez “uyduruk hastalığına” dönüştüğünün hikayesini anlatalım. Her şey bir zamanlar Fransa’da başladı.

Daha doğrusu, Fransızca bir tıbbi terimler sözlüğünde başladı. 1873’te doktor Émile Littré ile Charles-Philippe Robin, Dictionnaire de Médecine‘in 12. baskısında “selülit” kelimesine yer verdi. Selülitin tarihçesiyle ilgili teziyle muhtemelen bu konudaki en geniş kapsamlı kaynağı yazan Prof. Rossella Ghigi’ye göre, kavramın bilinen ilk kullanımı buydu. Ancak asıl önemli olan, selülitin bu orijinal (ve doğru) tanımının çukurlarla veya yağ dokusuyla hiçbir ilgisinin olmamasıydı. Buradaki tanım daha ziyade, iltihaplanmış veya enfekte olmuş hücreler ve dokular için kullanılan genel bir terimdi. Bugün hâlâ güncel bir tanı olan cellulitis ile yakından ilişkiliydi –ki bu tanının da kalça bölgesiyle hiçbir ilgisi yok– ve pelvik enfeksiyonlara atıfta bulunurken kullanılıyordu.

Selülit, 20. yüzyılın başında tıp kitaplarından bildiğimiz sözlüklere ani bir sıçrama yaptı, tam da bu sırada asıl tanımını kaybetti. Ghigi’nin de belirttiği gibi, buradaki değişimin izlerini takip etmek zor çünkü bu dönem tıp biliminin fazlasıyla hızlı ilerlediği bir dönemdi. Aynı anda başka bir endüstri de büyük bir patlama yaşıyordu. Fransa’da güzelliğin tarihi belki de ülkenin kendisi kadar eskidir, ancak Paris’in “dünyanın güzellik başkenti” tanımına kavuşması esasen iki dünya savaşı arasındaki yıllarda olmuştu.

Profesör Holly Grout, bu olguyu incelediği kitabı The Force Of Beauty: Transforming French Ideas Of Femininity In The Third Republic’de Fransa’nın efsanevi güzellik enstitülerinin ilkinin 1895’te açıldığını, bunu hızla çok daha fazlasının takip ettiğini anlatıyor. “Ancak savaştan önce enstitülerin sayısındaki bu istikrarlı artış, savaştan sonraki korkunç büyümenin yanında sönük kalmıştır,” diye ekliyor. Estetisyenleri, masözleri, hatta doktor ve kimyagerler gibi çeşitli yeni uzmanları istihdam eden bu enstitülerde güzellik, bilim, tıp ve sağlık arasındaki çizginin net bir şekilde çizildiğini söylemek mümkün değil. Günümüzde buna “wellness endüstrisi” diyoruz.

Öte yandan, bahsi geçen dönem kadınlar için bir dönüm noktasıydı. Savaş zamanlarında sıklıkla olduğu gibi,  erkeklerin I. Dünya Savaşı’na katılmasıyla geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri değişiyordu. Gittikçe daha fazla kadın, geleneksel olarak erkeklerin egemen olduğu sektörlerde daha yüksek ücretli işler üstlenerek kendi kendilerine yetebilir hale geldiler. Grout’a göre, “Kadınlar ilk kez bu oranda üniversiteye, hizmet sektörüne ve fabrikaya girmeye başlayınca, kadının toplumsal rolü, siyasi önemi ve karşı cinsle olan ilişkisi hakkındaki bildik tartışmalar yepyeni bir önem kazandı.”

Savaştan sonra modern kadınlığın yeni bir arketipi ortaya çıkmaya başladı: Kadın özgürdü, sosyaldi, sınıfına ve eski usul görgü kurallarına artık bağlı değildi. Hepsinin ötesinde, birçok yönden görünürdü. “Fransız kadınlarının görülme biçimini etkileyen sadece kadın bedenlerinin kentin sokaklarında ya da iş yerlerinde olması değil, aynı zamanda bu bedenlerin medyada, pazarlama materyallerinde ve sahnede sergilenmesiydi,” diyor Grout. “Modern kadınlık kavramı, sadece savaşın bir yan ürünü değildi, daha ziyade ‘iç içe geçmiş ticari ve kültürel güçlerin’ ortaya çıkardığı bir üründü.”

Şöyle düşünün: Savaşın ardından Fransa’dayız, güzellik endüstrisi hızla gelişiyor (ve giderek tıbbileşiyor). Üstelik tüm kadınlar sanki buraların sahibi onlarmış gibi ortalıkta dolaşıyorlar. Kısacık saçları ve harcamaya hazır oldukları paraları var! Yetiş ataerki! Ne halt edeceğiz?

“Onlara paralarını nasıl harcayacaklarını söyleyin.”

Profesör Ghigi, popüler bir yayında “selülit” kelimesinin ilk kullanımı olarak Votre Beauté dergisinin Şubat 1933 sayısını gösteriyor. Selülit, yeni tanımını da buradan alıyor. Dr. Debec tarafından kaleme alınan makalede, selülit “su, kalıntılar, toksinler ve yağın bir araya gelmesiyle oluşan zararlı bir karışım” olarak tanımlanıyor. Yani aslında yağ gibi bir şey ancak diğer yağlardan farklı olarak kurtulması imkansız görünüyor. Debec, bunun “kadına özgü” bir sorun olduğunu da ekliyor.

Dr. Debec’in odaklanmak için neden bu kavramı ve bu fiziksel özelliği seçtiğini asla bilemeyeceğiz. Ancak daha öncesinde bir sorun olarak görülmediği kesin (selülitin kadın güzelliğinin bir parçası olarak öne çıkarıldığı, hatta vurgulandığı 17. yüzyıl resimlerine bakmak bile tek başına yeterli). Bu makalenin ardından, diğerleri de kervana katılıyor, mesele çığ gibi büyüyor.

Spa’lar bu “durum” için özel sabunlar, masajlar ve “güzellik taşları” gibi “tedavilerin” reklamını yapmaya başlarken, okuyucular da Votre Beauté‘ye yazıyor, selülitin tam olarak ne olduğunu, kendilerinde olup olmadığını ve varsa nasıl kurtulabileceklerini öğrenmeye çalışıyorlardı. Aslında başından beri meseleye dair bir fikir birliği yoktu. Olası nedenler arasında dar elbiseler, vücuda oturmayan kemerler, aşırı yemek yeme veya salgı bezi sorunları yer alıyordu. Ancak vücudun hangi bölümünden bahsedilirse bahsedilsin, konu her halükarda kadın bedeniydi.

“Gerçekten de 1937-1939 yılları arasında selülit vücudun alt kısmından boyun kısmına taşındı,” diyor Ghigi. Marie-Claire‘in selülitten bahsettiği ilk yazı, selülitin bir boyun sorunu olduğuna dikkat çekiyordu ve “sanki sihirli bir değnek değmiş gibi, okuyucuların boyun tabanında beliren yağlı bir topla ilgili şikayetleri de hızla dergilerde yer almaya başladı.”

Ghigi bu gelişmeyi, boynu aniden görünür hale getiren dönemin stil trendleriyle ilişkilendiriyor. Bob stil saç kesimi savaştan bu yana popülerliğini artırıyordu, 1930’lara gelindiğinde Coco Chanel’in boynu ve omuzları vurgulayan geniş yakalar ve denizci tarzı üstlerle dolu tasarımları revaçtaydı. Ne hikmetse, bakışlarımız vücudun neresine doğru giderse, selülitin de orada ortaya çıkma eğilimi vardı.

Selülit belası, başka bir dünya savaşının patlak vermesiyle bile durdurulamaz bir şekilde Fransa sınırlarının da ötesine yayılmaya başladı. Öyle ki, bazı araştırmacılar II. Dünya Savaşı’nı lipofobinin (şişmanlık fobisinin) kültürel bir tutum olarak gerçekten somutlaştığı ilk an olarak gösteriyorlar. Başka bir savaş, kadınların bir kez daha işgücüne katılması, daha fazla bağımsızlık ve eylemlilik kazanması anlamına geliyordu. Sosyal bilimci Claude Fischler’in şişmanlık fobisi üzerine yaptığı çalışmada altını çizdiği gibi, “Gözlerin kadınlara çevrildiği bu süreç, gıda, yemek yeme ve beden algısına ilişkin tutumları kökten değiştirecek bir dizi akımı tetikledi.”

Kadının görünümüne dair I. Dünya Savaşı döneminde ortaya çıkan yeni fikirler, II. Dünya Savaşı’nda tam anlamıyla güzellik standartları haline geldi: Kum saati şekli, onu sağlayan korseyle beraber kesinlikle dışlanmıştı. Fischler’a göre, artık tercih edilen vücut şekli “boru şeklinde” ve inceydi. Kadınların korselere güvenmek yerine kendi vücut şekillerini kontrol edebilecekleri (ve etmeleri gerektiği) fikri de yeniydi. Diyet kavramı, bu kendi kaderini tayin etme duygusuyla birlikte popüler hale geldi. Hatta bir makale şöyle diyordu: “Eğer diyete başlar ve başarısız olursanız, kendi mutsuzluğunuzun zanaatkârı olursunuz”. Fischler, şu anda bile zayıflığın kişisel bir başarı olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. “Fit ve zayıf olmak bir özdisiplin, adanmışlık ve cesaret meselesi olarak görülüyor.” Bir zamanlar refahın ve vücutta enerji depolamanın işareti olan vücut yağı, bu noktadan sonra artık “işe yaramaz, asalak bir yük” oldu. Şişmanlık artık güçsüzlüğün, tembelliğin, hatta ahlaksızlığın bir simgesiydi. Tam anlamıyla kişisel bir başarısızlıktı, selülit de bu başarısızlığın en görünür ve en nefret edilen belirtisiydi.

Yeni kadın güzelliği standardı Batı dünyasında kök saldıkça, selülit paniği de arttı. “Selülit: Daha Önce Kaybedemediğiniz Yağlar” başlıklı 1968 tarihli Vogue manşeti, Amerikalı kadınları bu kavramla tanıştırdı. Makalede, selülit hastalığına “teşhis konulması” için çok geç olduğundan korkan ancak neyse ki egzersiz, diyet, “doğru durma” ve özel bir oklavanın yardımıyla selülitten kurtulmayı başaran genç bir kadın anlatılıyordu.

Selülit efsanesi çoktan, tıpkı farazi nedenleri ve tedavileri gibi, yayılmıştı. Öyle de kaldı. Bugün bile kadınlar vücutlarında hâlâ oklava kullanıyorlar, üstelik piyasa bir yandan çok daha fazla (ve çok daha pahalı) sözde tedavilerle dolup taşıyor. Federal Ticaret Komisyonu (FTC), L’Occitane, Wacoal, Rexall, QVC, Nivea da dahil olmak üzere, selülit tedavisi satmaya çalışan ürünlerin üretici kuruluşlarına karşı yanlış veya aldatıcı reklam temelinde yasal işlem başlattı. Ancak doğrusu, selülit tedavisini dürüstçe pazarlamanın neredeyse hiçbir yolu yok. Çünkü ortada bir tedavi, hatta tedavi edilmesi gereken bir şey yok.

Özetle, selülit denen şey aslında şu: Cildinizin altında, bir tür ağ oluşturan fibröz doku tarafından yerinde tutulan bir yağ tabakası var. Bazen yağ hücreleri bir araya toplanır ve bu ağdaki deliklerden içeri itilerek cildinizde gözle görülür tümsekler ve çukurlar oluşturabilirler. İsterseniz bu etkinin ayrıntılı bir incelemesini de okuyabilirsiniz, ancak uzun lafın kısası bu. Selülit, kadınların tahmini olarak yüzde 80-98’inde ve erkeklerin çok daha küçük bir yüzdesinde görülen, normal ve oldukça yaygın bir fiziksel özellik.

Peki, neden öncelikle kadınları etkiliyor? Buna sahip olmayan kadınların küçük bir yüzdesinin özelliği ne? Bu sorularla ilgili birçok teori var, pek de fikir birliği yok. Ancak mesele şu ki, selülit hiçbir yere gitmiyor ve esasında zaten hep oradaydı. Profesör Ghigi, “Selülit ‘icat edilmeden önce’ yalnızca kadın etiydi” diyor.

Bugün “selülit” pek çok sözlükte karşımıza çıkıyor. Her ne kadar halk arasında kullanılan, tıbbi olmayan bir terim olarak tanımlansa da benlik algımız (ve elbette cüzdanlarımız) üzerinde etkisi olduğu kesin. Histeri ya da buhran gibi, selülit de yoktan var edilen ve kadınları hastalıklı olduklarına inandırmak için kullanılan bir kavram. Aradaki yegane fark, diğer rahatsızlıkların sahte olduğunun uzun zaman önce kabul edilmiş olması. Selülit efsanesinin kökenleri hakkında bilgiye ulaşmak da fazlasıyla mümkün. Öyleyse neden hâlâ buna inanmakta ısrar ediyoruz?


*Bu yazı, Ece Balekoğlu tarafından Kelsey Miller’ın Refinery29’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Exit mobile version