Marksizme akademide 1980’li yıllardan beri ağır bir baskı uygulandığını ve duvarın yıkılışından sonraki 10 yıl boyunca gelişme fırsatı tanınmadığını biliyoruz. Dolayısıyla 21. yüzyılın ilk on yılına geldiğimizde bir Ekşi Sözlük yazarının tabiriyle Slovenya menşeili düşünürler nezdinde Doğu Avrupa’da “sıkışmış bir gaz” misali biriken entelektüel birikimin patlaması hepimizde bir heyecan yaratmıştı. Batı akademisinin ne kadar kırmızı çizgisi varsa bu patlamayla beraber ihlal ediliyordu.
Bahar, hakkını yemeyelim, uzun sürdü. Slavoj Zizek’in, artık popüler metinleriyle yargılanması ise bana pek doğru gelmiyor. Zizek’in esaslı metinlerini okumuş olanlar göreceklerdir, popüler metinleri en fazla ilk metinlerinde geliştirdiği düşüncelerin basit bir tekrarı. Bir çeşit jestüel metin diyebileceğim bu makaleler, Zizek’in düşüncelerinin eleştirilmeye değer kısmını yansıtmıyor. Zizek’in yaptığı önemli bir şey varsa, o da Batı akademisinin düşünsel sınırlarını göstermek değil, duvarın yıkılışının ardından tarihsel olarak kabul görmüş hegemonyanın kendisine içkin bir tarihsel yenilgi üzerine kurulu olduğunu göstermiş olmasıdır.
Günümüzde dünyanın entelektüel sefalet düzeyini, sağcılar 1968 eylemlerinin üniversite kurumuyla girdiği mücadeleye yıkmaya çabalayadursun, biz esaslı görevimizi, yani eleştiriyi ifade edelim.
Batı akademilerinin Anglosakson merkezli, yeni-sömürgecilikten mürekkep, Alain Badiou‘nun deyimiyle “Viyana’lı bir komando”nun güdümünde dil-merkezci bir alan üzerinden hegemonyasını 1990’lar boyunca tesis etmesinin, bugünkü post-yapısal çözümlemelerin iktidarla girdiği suç ortaklığının temeli olduğunu görmek gerek. Ancak bize akademik krizi işaret etmekten başka bir şeyler gerekiyor. O da akademiyi eleştiren, ancak “akademiye karşı akademi” düşüncesiyle ortaya çıkan bir tavır olabilir.
Zizek’e dönersek, kurduğu merkezi analojik üçleme olan Hegelyen diyalektik, Lacancı artı-keyif ve Marksist artık-değer teoreminin artık entelektüel aşınmaya uğradığını bence kabul etmek gerekiyor. Zizek’e ABD’li entelektüeller tarafından getirilen Hegel ve psikanaliz arasında doğrudan bağlar kurduğu ve bunun yanında psikanalizi toplumsal kurama yatay bir şekilde uyguladığı eleştirisi yerinde. Bunlar üzerine saptamalara devam etmeden önce, bence, Antonio Gramsci‘nin hegemonya tezine bir göz atmakta fayda var.
Gramsci’nin tezine göre organik aydınlar hegemonyanın tesisi için vazgeçilmezdi, işçi sınıfı ancak bu türden bir ilişkilenmeyle örgütlenebilir ve kültürel ağırlığını tesis edebilirdi. Ancak günümüzde Avrupa merkezciliği aşamayan kapitalist döngüde bunun ulusal ölçekte gerçekleşmediği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Zizek’in göçmenlere karşı askeri önlemler alınması gerektiğini söylediği bir yazısındaki beyanına ve sıkça altını çizdiği gibi Marx’ın da “euro-centric” olduğu söylemine bakarsak (ve kendini Marx’la gerekçelendirmeye çalışan bariz kabalığı bir kenara bırakırsak), bu Zizek açısından yalnızca meşrudur. Ancak tutarsızlık sentezin yapısal bir sürüncemeye takılması sürecinde gerçekleşiyor. Göçmenlerin Avrupa’yı da değiştirmiş ve yaratmış olduğunu görmezden gelmek, katı ve esasen beyanın aksine güncel bir kültüralist temellenmeye işaret ediyor.
Marksist çözümlemede siyasal olaylar bir çeşit ivmelenme içerisinde, tekamül halinde ve silsile anlayışına tabi tutularak okunur. Göçmen politikalarına bakıştaki bu arızalı durumu göz ardı etmek ve Avrupa’yı korunaklı bir vaha olarak tutma gayretinden kaynaklanmıyorsa, neyden kaynaklanıyor? Göçmenlerin Avrupa’da başlatmaya muktedir olduğu hareketler daha en başından böyle bir jestle entelektüel ilgiye kapatılıyorsa, burada sekterliğe kayan bir tavrın yürürlükte olduğunu görmek gerekir. Görülmemesi ise olsa olsa devlet aygıtıyla girilen bir işbirliğinin semptomu olabilir.
Bana kalacak olursa, Slavoj Zizek hattında üç kırılma gerçekleşti: İlki, Berlin Duvarı’nın yıkılışından önceki süreçti. İkincisi ise 11 Eylül sonrasında denetim toplumlarının küresel ölçekte tesis edilmesine ilişkin girişimle ilgiliydi. Üçüncüsü ise 2008 krizi sonrasında gerçekleşen kent merkezli ayaklanma dalgalarıydı. Giderek daha da angaje bir çizgi benimseyen Slavoj Zizek, son kriz dalgasından sonraki metinlerinde akademik bir belagata sarıldı. Orta Doğu merkezli ayaklanmaları ortodoks pratikler üzerinden değerlendirmeye tâbi tutması ve ulusal ve hegemonik gerçekliği olan ayaklanmalara ise gerekçesizleştiren bir perspektiften bakmasıyla birleşince bu durum bir çeşit “metal yorgunluğu”na ve pratik geri çekilmeye işaret eder gibi görünüyor.
Bize gereken ise, bu ayaklanmalara karşı peşin hükümlü olmamak ve kafa karışıklığına düşmemek, aceleci olmamakmış gibi görünüyor. Bize yol gösterecek olan da Marksizmin rehberliğinden başka bir şey değil.