İnsan yeteri kadar ve yalnız kendi kendine konuşursa, yağan yağmurda bile kendisinin payı var sanıyor.
Belediyenin çay bahçesindeyiz. İnandığımdan değil ya, denk geldiğinden, biraz da yaşça büyük kadın akrabalarımla konuşma, hayatı paylaşma yolumuz bu olduğundan, halama fal baktırıyorum. Bu anıyı saklayalım istiyorum ikimiz de: “Hanende böyle uzun boylu biri var, yüzün ondan yana dönmüş, bak, görüyor musun? Aranızda bir melek. İkinizi de koruyor.”
Suratımda yarım gülümseme, aklıma gelen isimlerin boylarını hatırlamaya çalışıyorum. Daha doğrusu spesifik olarak birine on santim ekliyorum. Kim bilecek? Düşünce tarihinin en bayat sorularından biriyle karşı karşıya kalıyorum o an, insan inandığı için mi görür, gördüğü için mi inanır?
Epey karamsarım bu aralar. Dünyanın çürüdüğünü bir an düşünmeyeyim, nereye gitsem burnuma bir koku geliyor. Bu kokuyla baş etmek, onu açıklamak için herkesin bir yöntemi var. Örneğin, her şeyin ardında kirli işler olduğunu düşününce, burun çöp kokusu alıyor. Muhakkak CIA bir ülkede gizli çamaşırlarını yıkıyor, başka nasıl bir açıklaması olabilir ki? En sevdiğim açıklama bu. En doğruya yakını da bu. Çok sevmediğim bir başka yöntem, kokuyu bastırmak için tamamen başka şeyler koklamak, baştan aşağı parfüm boca etmek olabilir. Yahut taze salatalık kokusu gibi inceliklere, bir salatalığın taşıyamayacağı kadar ağır kokuları bindirmek, küçük şeylerle mutlu olma kandırmacasına dahil olup herkesi hıyar koklamaya çağırmak… Yakın arkadaş çevremde en çok duyduğum ise yıkama isteği, dünyayı şöyle bir çitilesek, bu pislik aksa gitse, tertemiz çarşaflar serip üzerinde boylu boyunca yeni bir dünya düzeni için sevişsek.
Yani dünyanın döndükçe çürüyen bir elma olduğuna herkes hemfikir, bunu hiç sorgulamıyoruz. Bu elma benzetmesini ilk nerede duyduğumu hatırlamaya çalışıyorum. Belki çok eskidir, belki dünyanın çürüdüğüne inanmamızın yarattığı fanteziler benim faldaki kısa aşığıma benziyordur. Önce bu değişmezliğe, sonra da o değişim için kaçış fantezilerine inanmamız içindir. Bu benzetmeleri kim veri olarak işliyorsa, değişmez değişim onların işine geliyordur?
Algoritmalarla işleyen sanal bir dünya. Dahiyane bir buluş. Belki ucu Antik Yunan’a dayanan bu paradokslu soruya, insanüstü matematiksel yanıt. Tabi ya, içinden çıkamayacağın kadar görüntüye boğulursan, soru önemsizleşir, kendi kendini fesheder. Seçtiğini ve elediğini dahi bilmeden, karşına gelen düşünceye, insana, elbiseye baktığında aşman gereken bir mesafe varken, o mesafe atlanır.
Dokunmanın, kavramanın, hissetmenin kendisi, eleyerek ve seçerek gerçekleştiğinde temas çift yönlüdür. Bazen komiktir ama bir elbise de sana geri dokunuyor. Hikâyeleşiyor, dokulanıyor. Zihinde yetişkinleştikçe saniyelik reflekslere inse de aşılması gereken yollar hep var. Bilincin ve bilinçdışının el ele elektrik akımlarıyla canlandırdığı görüntüler, hafızanın derin köşelerinden çıkan kokular, öğrenilmiş, tercih edilmiş, ifade edilmiş kavramlar var. Bunları bulup çağırmam gerekiyor bakarken. Bu sayede gelecek var. Gelecek gelecekte değil, şimdi içinde geçmişle birlikte, bir kararı çağıran gelecek olarak var. Geleceği var eden şey, fal baktıran merakım, soruları atlamadan beni zihnimde dolandıran zamanların toplamı.
Ama ne zaman sosyal medyaya girsem bu temasın bir yönü sekteye uğramış hissediyorum. Abartılı bir benzetmeyle söylemek gerekirse, bir savaşta kolumu kaybetmişim ama bazen onu hâlâ yerinde hissediyorum gibi. Kaybolan şey kolum değil de zaman duyum. Her şey donmuş gibi.
Burada eksik kalan bir yan var, teknolojinin suçu yok, onların sahiplerinin bizim içimizde yok etmek istediği bir şey var, başarıya da çok yakınlar. Yüzyıllardır aşağı yukarı aynıydı. Hatta kısa bir tarih kesiti alırsak, sahipler arasında miras ilişkisini bile bulabiliriz.
Bugün şirketler yapıyor bunu, tüketimin esasları buradan güç alıyor. Rıza buradan üretiliyor. Bu denli hayatları ele geçirmişken bunun dışında kalma çağrısı yapan bir ilkel anarşizm ise dünya çitilemekten hallice bir fantezi.
Zaten neden dışında kalasın ki, bu mesafeleri zihnim kat etseydi objektif mi olacaktım, umurumda değil ki objektif olmak. Ben, falımı dinlerken, acaba diyorum, sözün kitleselleşen, eyleme dönen hali, gerçeğin donmamış bir habercilerinin devingenliği yok olan kolumla mı ilgili?
An donuyor, kafamı ekrana eğiyorum, dönenmeye başlıyorum.
Bir şaka, bir cinayet, bir yardım çığlığı, bir tespit… Kafamı kaldırıyorum, an devam ediyor.
Benim derdim düşünceden, eyleme, eylemden düşünceye giden diğer mesafelerde nasıl yol alınacağını çözmek. Çünkü zaman duyusu olmadan, bu yolda ilerlenmiyor.
Gözünü buraya diktiğin dakika, bir demeç bütünü oluyorsun, bir tutarlılık anıtı.
Gördüklerine bir kıyafet dikiyorsun, bir temsil veriyorsun, bir çocuk oyunu gibi giydiriyorsun onu, ekler yaparak, keserek, biçerek. Uyumsuz yerleri göz ardı ederek, hatta göz ardı etmeyi kendi algoritmana öğreterek. Sonra tesadüfen minik bir çatlak olursa evreninde, bir uyumsuzluk çarparsa gözüne varlığın hedef alınmışcasına o uyumsuzluğu yok etmek istiyorsun. Oradaki kişisel sahiplenişini bile öğretiyorsun zihnine, karşına artık çatlak diye de hep aynı uyumsuzluk çıkıyor.
Sen kendinin bir karikatürüsün; ötekin de, ötekinin bir karikatürü.
Bireylerin ne olduğu umurumda değil, sermaye sahiplerinin ve ona muhalif örgütlerin de gözü burada olmasaydı, onlar da bireylerin gözünün içine bakmasaydı.
Kitleler böyle yetilerini kaybettiğini bile bile neden buna devam eder, anlamak güç. Oysa yanıt tarihin kendisinde duruyor, milyarların falla ilişkisinin bundan bir farkı var mıydı?
Algoritma işleten yazılım fikrine bir kez daha hayran kalıyorum, dünyanın en eski sorusunu, dünyanın en eski eğilimlerinden birinden ilhamla yanıtlamış. İstemeden ikna edildiğimiz, bağımlı hâle geldiğimiz büyü, kehanet bu. Geleceği kontrol edemiyorsan, biraz rahatlamaya ne dersin, biraz aklını dağıtmaya ne dersin, biraz deşarj olmaya ne dersin, biraz oyun oynamaya ne dersin, zaman duygusunu yok ederek geleceğin yükünden tamamen kurtulmaya dersin?
Bununla, kahinlerle kavga edildiği gibi kavga edilemez mi?
Falı bakan halam, söylediklerini onaylamam için gözümün içine bakıyor. Nerelere gitti aklım, en son ne dedi bilmiyorum ama epey bir şey bildi. Evet ben de geleceğin yükünden kurtulmak isterim. Halam benim için endişelenmesin diye söylediklerinden kendime çıkardığım sonuçları çaktırmamam gerek, fakat çabaladıkça, gerçekle ne kadar ilgisi var bilmediğim kehanetler beni ele geçirdikçe büyüyorum. Fiziksel olarak büyüyorum. Oysa küçük bir beldenin, belediye çay bahçesindeyiz. Her şey içe çekilerek küçülmüş, insanlar, masalar, masa ayaklarının altında gayretle yürüyen karıncalar. Kendimi korkunç iri hissediyorum. Aşığımı daha da kısa. Oturduğum plastik sandalyenin bacakları esnemiş olmalı. Sıcak var, kalkamam, sandalyenin benimle bacağıma yapışık şekilde kalkma ihtimali var. Halamın her sözü içimdeki dert tahtasının tam ortasına isabet ettikçe iyice genişliyorum hem ben hem sandalye. Yabancılık hissi bu sefer fiziksel olarak göğsümün tam ortasında, memelerim bile büyüyor nefes aldıkça.
Bir hışımla kalksam ufalacağım yeniden. Kendi boyutlarıma, kendi gerçeğime döneceğim. Beni bu hislerden kurtaran hatıraları çağırıyorum, sıradan insanların en iyi yaptığı şey bir hışımla kalkmaktır.