Kadim bir cezalandırma yöntemi olarak sürgün, getirdiği manevi yükle yüzyıllardır bireysel psikolojilerin ötesinde sanat ve siyasetle de yakından ilişkili. Farklı düşünsel alanlarda bambaşka kapılar açabilme potansiyelinden emin olduğum sürgünü, bu yazıda ölümle ilişkilendirip kapsamını giderek daraltarak 44 hektarlık bir mezarlığa sığdırmayı deneyeceğim. Farklı coğrafyalardan, farklı amaçlara sahip, farklı alanlarda üretim yapan sanatçıları sonsuza kadar ortak bir mekânda buluşturan Paris’teki Père LaChaise mezarlığı turistik bir uğrak noktası olmanın ötesinde bir anlama ve ilginç ortaklıklara ev sahibi olabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle en yalın hâliyle sanatçı ve sürgün ilişkisini ele alalım.
Sanatçının ne iş yaptığı sorusuna basitçe “yaratıcı üretim” yanıtını verecek olursak hem yaratıcılığın hem de üretimin zaman zaman güç dengeleriyle çatışabilmesi olası iki kavram olduğu konusunda da hemfikir olabileceğimizi sanıyorum. Sanatçının yaratıcı üretiminin engellenmesine ya da kısıtlanmasına olanak vermeyecek kadar “gerçek” bir sanatçı olduğu kırılma noktalarındaysa sürgün kaçınılmaz bir çare olarak bazen güç unsurları tarafından bazen de sanatçının bizzat kendi kararıyla tarih sahnesinde yerini alıyor.
Bu noktada “sürgün” ile “gurbet” arasındaki ince çizgiyi belirlemekte fayda var. Sürgün mutlaka bir cezai yaptırımın sonucuyken, gurbet süreçlerinin ve nedenlerinin daha dolaylı olduğu bir uzaklık durumunu ifade ediyor. Ele alacağımız örneklerden bazılarının bu ayrımdan ötürü tam anlamıyla sürgün olarak tanımlanamayacağını bilsem de, yine de sürgünün kriteri olan cezai yaptırımın salt hukuki olmadığını, bazen bir zorunluluk olarak vuku bulabileceğini de belirtmekte fayda var.
Bu bağlamda bir sürgün şehri olarak Paris’i ele aldığımızda karşımıza çıkan manzara ise oldukça kalabalık. Şehir başlı başına dünya sanat üretiminde hatırı sayılır bir rol oynamasının yanı sıra aynı zamanda yüzyıllarca sürgündeki sanatçılara ve sanat eserlerine ev sahipliği yapmış. Kimi siyasi, kimi kişisel, kimi de sanatsal kaygılar güderek sürgüne gönderilen birçok sanatçının yolu bir noktada bu şehre düşmüş. Şehri gezerken de diğer turistik şehirlerin aksine sadece yerel sanatçıların değil, dünyanın birçok yerinden birçok sanatçının hikâyelerine ya da eserlerine “Parislilik” üst kimliğinde denk gelmeniz bu yüzden.
Şimdilerde adını anmaktan pek haz etmediğimiz Woody Allen’ın da Paris’te Gece Yarısı filmine konu ettiği bu iştah açıcı sanatçı zenginliği kervanına sonraki yıllarda Türkiye’den katılanlar arasında ise liste uzayabilecek olmakla beraber kısa bir dönem için Nazım Hikmet, Güzin ve Abidin Dino, Tülay German ve Erdem Buri, Dario Moreno, Fikret Mualla, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya var. Türkiye’nin siyasi çalkantıları ve bu çalkantıların sanatla yakın ilişkisi düşünüldüğünde Türkiye sanat camiasının, diğer dünya halklarının yoğunlukla II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında yaşadığı Paris göçüne tarihsel olarak biraz daha geç katıldığına dikkat çekilebilir.
Şehrin en büyük mezarlığı Père Lachaise ise hem mezar taşları ve abideleriyle bir açık hava müzesi havası taşımasından hem de Balzac, Chopin, Molière, La Fontaine, Edith Piaf gibi yüzlerce ünlü ismin mezarlarının burada olmasından dolayı oldukça meşhur. Paris Komünü’nde kurşuna dizilenler ve Auschwitz’te ölen Yahudiler için yapılan anıt mezarlar da aynı mezarlıkta yer alıyor. Mezarlık spesifik bir dine ait değil, herkes kendi dini ritüelleriyle ya da herhangi bir ritüel olmaksızın gömülebiliyor. Şehrin ve mezarlığın bu kapsayıcı altyapısı, burada yatan bazı ünlü simaların birbirinden farklı hikâyeleri coğrafyayı ve zamanı aşan bir konumda ortaklaşmalarına sebep olmuş.
Oscar Wilde (1854-1900)
Dublin doğumlu yazar Oscar Wilde’ın Britanya’nın zengin mahallelerinden Paris’te mütevazi bir otel odasında ölümüne uzanan yolculuğunu ateşleyen, Wilde’ın homoseksüel ilişkilerinin ortaya çıkışı olur. Ahlaksızlık suçu ile iki yıl kürek cezasına çarptırılan yazar, cezasının bitiminden sonra karşılaştığı tehditlere karşı daha fazla ülkede kalamayarak Paris’e taşınır. Homoseksüelliğin Britanya’ya nazaran daha doğal karşılandığı bu ortamda Wilde, Andre Gide, Victor Hugo ve Emile Zola gibi ünlü dostlar edinir. O yıllarda Paris’te karşılaştığı ortamı gazetecilere “Herkes nereye isterse oraya gidebilir ve hiç kimse hiç kimseyi eleştirmeyi aklından bile geçirmez,” diye anlatır. Ancak bu yıllarda geçimlerinin büyük bir kısmını sağlayan eşinin ölümü ve eski saygınlığını kaybetmesi gibi nedenlerle yeterince para kazanamayarak Paris’te ucuz bir otele taşınır. 1900’de burada menenjitten ölür ve önce Cimetiere de Bagneur mezarlığına gömülse de mezarı kısa zaman sonra Père Lachaise’e taşınır. Mezar taşı hayranları tarafından uzun yıllar yaşadığı hayata bir selam duruş olarak ruj izleriyle kaplanır.

Isadora Duncan (1877-1927)
Modern dansın kurucusu, şahsına münhasır özgür ruh Isadora Duncan için Paris bambaşka bir anlamla var olur. İrlandalı bir ailenin kızı olarak ABD’de dünyaya gelen Duncan’ın dansa olan yeteneği henüz çocuk yaşlarda keşfedilse de, ilk andan itibaren balenin ve dolaylı olarak kadınlığın alışılagelmiş kurallarını yıkmaya niyetlidir. Bu doğrultuda modern dansın ilk adımları olan, ilhamını bedeninden ve doğadan alan kuralsız dansıyla genç yaşlarda Avrupa’da adından söz ettirir. Birçok aşk yaşar, birçok ülkede turneye çıkar ancak tarihin omzuna yüklediği trajik sanatçı rolünden o da kaçamaz. Önce 1913’te iki çocuğunu da Paris’te yaşanan talihsiz bir kazada Seine Nehri’nde boğulmaları sonucu kaybeder. Etkisinden kolayca kurtulamadığı bu hazin olaydan sonra adeta hayata tekrar tutunur gibi ünlü şair Sergey Yesenin ile tanışır ve Sovyetler’e yerleşir. Bu dönemde Sovyetler’de gördüğü büyük ilgi ve ülkeye dair söylediği övgü dolu sözler nedeniyle eleştirilir. Gazetecilerin “Bolşevik mi oldunuz?” sorusuna “Bolşevik olup olmadığımı bilemem. Bildiğim tek şey şu ki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, insanlığın iki bin yıldır tanık olduğu en büyük mucizedir. Platon’un, Nietzche’nin, Walt Whitman’ın kehanetleri artık gerçekleşmek üzere,” yanıtını verir. Ancak bu rüya da uzun sürmez ve Sergey Yesenin inişli çıkışlı ilişkilerinin de etkisiyle 1925’te, Duncan’ın Paris’te olduğu esnada Leningrad’da intihar eder. Bu dönemden sonra ekonomik ve ruhsal olarak ciddi bir çöküntüye girerek kendini alkole veren Isadora Duncan, 1927’de fularının bindiği arabanın tekerleğine takılması sonucunda Paris’te can verir ve Père Lachaise mezarlığına defnedilir.
Jim Morrison (1943-1971)
Rock müziğe, gençliğe ve başkaldırıya dair en erken hatıralarımızı süsleyen “Kertenkele Kral” Jim Morrison’ın 1971’de tıpkı şehre ilk ayak bastığında öldüğü otelde konakladığı Oscar Wilde gibi mütevazı bir odada ölümü karşılayacağı Paris ile olan ilişkisi ise bambaşkadır. Bu tesadüften yaklaşık 3 yıl önce, ABD’de gerçek bir deliliğe dönüşen The Doors’un konserlerinin Jim Morrison’ın sıkça bahsettiği şamanik ritüellerin de etkisiyle bir ayin havasına bürünmeyi ötelere taşıdığı bir dönemde, bardağı taşıran son damla Morrison’ın bir Miami konseri esnasında seyircileri kışkırtıcı müstehcen hareketlerde bulunduğu gerekçesiyle sahneden indirilerek tutuklanması olur. Bu davadan sıyrılsa da halihazırda ağır alkol ve madde kullanımı hem yasal hem de mental olarak başına bela olmaya başlayan Morrison, işin içine popülerliğinin açtığı dertler de karışınca, çıkışı (sevgilisi Pamela Courson’ın da önerisiyle) süresiz olarak Paris’e taşınmakta bulur. Bir yandan şair kimliğiyle de bilinen Morrison için daha az tanındığı, sanatıyla bütünleşebileceği yeni bir ortam fikri ilaç gibi gelir. Hatta Paris’teki ilk günlerinde egzotik rock yıldızı tarzından tamamıyla uzak bir görünüşte olduğu da sıklıkla yazılır. Ancak ne bağımlılıklardan ne de şöhretten kaçmak, uzaklaşmak kadar kolay olmaz. O dönem tıpkı Los Angeles gibi Paris’te de sıklıkla kullanılan çeşitli uyuşturucular ve toksik çevre Jim Morrison’ın peşini bırakmaz. Bu yaşam tarzına daha fazla dayanamayarak kalp krizi geçiren bedeni, 1971’de banyosundaki küvette, üç yıl sonra kendisiyle aynı sonu paylaşacak hayat arkadaşı Courson tarafından ölü bulunur.

Morrison’ın Père Lachaise’deki mezarı hala mezarlığın en sık ziyaret edilen bölümlerinden biri, hatta bir süredir de hayranlarının mezarı başında alkol ve uyuşturucu kullanarak mezarlığın düzenini bozduğu gerekçesiyle etrafı güvenlik önlemleriyle sarılı durumda.
Ahmet Kaya (1957-2000)
Mezarlıkta bir de Türkiye topraklarında yetişen, birbirlerini hiç tanımayan ancak memleket hasretiyle dolu sürgünlerinde Paris’te vefat edip Père Lachaise’e gömülerek ortaklaşmış iki yoldaş sanatçı yatıyor: Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya. Onların sürgün hikâyeleri de tıpkı topraklarına dair umut dolu hayalleri gibi benzer olsa da, bu yazıda hem daha güncel olması adına hem de Yılmaz Güney’in kadına yönelik şiddetle anılan geçmişinin bambaşka bir yazının konusu olabilecek kadar geniş bir başlık olduğunu göz önünde bulundurarak Ahmet Kaya’dan bahsedeceğim.
1980 darbesi sonrası Türkiyesi’nin neoliberalizmle tanışarak darbe hükümetinin üzerinde bıraktığı her türlü baskıcı etkiyi hem siyaseten hem de kültürel olarak aşırılıklarla atlatmaya çalıştığı Televole‘lerin ve beyaz Torosların 90’larında, Ahmet Kaya’nın sistematik biçimde hedef tahtasına yerleştirildiğini biliyoruz. Kamuoyunda sürekli karşılaştığı tepkiler, giderek açık tehditlere dönüşünce olaylar son 1999 Şubat’ında Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği ödül töreninde patlak verir. Sözlerine Cumartesi Anneleri‘ne selam yollayarak başladığı konuşmasında Kürt asıllı olduğunu, yeni albüm çalışmasında Kürtçe bir şarkı söyleyeceğini, bu şarkıya bir klip çekeceğini ve klibi yayınlayacak televizyon kanallarının varlığına inandığını belirten Ahmet Kaya’ya gecede bulunan ünlüler tarafından düzenlenen linç ve devamında sürdürülen aşırı milliyetçi suçlamalar saniye saniye kameralardan ekranlara yansırken bir sürgünün temelleri herkesin gözleri önünde atılmış olur. Hakkındaki suçlamaların ve sürdürülen linç kampanyasının adil olmadığını, ölünce değil yaşarken anlaşılmak istediğini her fırsatta aktaran Ahmet Kaya, Haziran 1999’da Türkiye’den ayrılmak zorunda kalır ve Kasım 2000’de vefat ederek Père Lachaise’de toprağa verilir. Diğer örneklerin aksine belki de sonsuza kadar yaşayacağı bu şehri henüz tanıma fırsatı bile bulamadan, sürgünü bambaşka bir hâliyle, tanımadığı bir şehrin toprağı altında sonsuzluğa karışmak zorunda kalarak deneyimleyecektir.
***
Birbirinden farklı tarihlerde ve farklı ülkelerde doğmuş, farklı sanat dallarıyla uğraşan, farklı nedenlerle bir sürgün şehri olarak Paris’e gelmiş bu insanların arasında tüm bu farklılıklara rağmen saklı olan benzerlik ise bir o kadar tanıdık. Bazen cinsel yönelimlerden bazen kişisel bunalımlardan bazense siyasi düşüncelerden kaynaklanan tüm bu sürgünlerin altında yatan ve belki de ancak kaybedenlerinin sürgün yükünü sırtına almayı göze alabileceği özgürlük. Père Lachaise’de karşımıza çıkan her neyse, güzel bir doğanın, müze benzeri bir atmosferin ya da ünlü düşkünlüğünün ilginç bir hâlinin ötesinde, hayatın belki de en sarsıcı gerçeği ölümü dahi aşarak bize inatla seslenebilmesi işte bu güçten.