Avukatlık lisansı askıya alınmış, meteliksiz kalmış bir savunma avukatı, ölen ağabeyinin kurduğu köklü hukuk şirketinin toplantı salonunda oturmaktadır. Yönetim kurulu üniversite bursu için başvuranlarla mülakat yapmak üzere toplanmıştır, aralarında mağaza hırsızlığından sabıkalı genç bir kadının da bulunduğu birkaç etkileyici aday görürüz. Oylama sonuçlandığında, avukat kötü haberi vermek üzere kızın peşinden koşar. Hiç sözünü sakınmadan, “Alamadın,” der. “Asla alamayacaktın. Bu tarz şeylerle gözünü boyarlar, bir şansının olduğunu söylerler ama… Maalesef bu bir yalan… Yüzüne gülerler, sırtını sıvazlarlar, ama seni asla aralarına almazlar.” Bunun bir önemi olmadığını söyleyerek kızı teskin eder: “Akıllı olacaksın, kestirmeden gideceksin ve kazanacaksın.”
Better Call Saul’un (2015-2022) kahramanı Jimmy McGill, aslında burs başvurusu yapan genç kadınla değil kendisiyle konuşmaktadır. Dördüncü sezonun final bölümünde yer alan bu monolog, moral konuşması gibi başlasa da kısa sürede tutkulu bir itiraza dönüşür; rahmetli abisi Chuck’a, onun dalkavuk ortağı Howard Hamlin’e ve ikisinin temsil ettiği “soylu” değerlere karşı Jimmy’nin birikmiş öfkesini açığa çıkarır. Binbir düzenli (polytropos) Odysseus’tan Melville’in Sağlam Adam’ına uzanan bir üçkağıtçı soyundan gelen düzenbaz Jimmy (belki de karşısındaki genç kadın için aşikâr olan) meritokrasinin kendi deyimiyle “yalan” olduğuna dair acı gerçeği nihayet özümsemiştir. Utanç verici geçmişi ve Amerikan Samoa Üniversitesi’nden aldığı hukuk diploması nedeniyle, Chuck ve Howard gibileri onu “asla aralarına almazlar.”
Bu anlamda, Jimmy’nin konuşması tıpkı onun gibi hayata yenik başlayan Better Call Saul dizisinin manifestosu olarak işlev görebilir: çok beğenilen Breaking Bad (2008-2013) dizisine yapılmış bir ilave, kimsenin talep etmediği ve ödül törenlerinde hep göz ardı edilen bir spin-off dizi. Dizi, ana karakterinin “köşeyi dönmek” uğruna giderek daha fazla suç teşkil eden eylemlerini ya da Çakal Jimmy’nin iftiharla ahlaksız Saul Goodman’a dönüşmesini onaylamasa da hile yapanın yalnızca oyuncu olmadığını, oyunun da hileli olduğunu söylüyor. Vince Gilligan’ın geçen sonbaharda altı sezonluk yayın hayatına son veren devam dizisi, Saul’u, asıl adıyla Jimmy’yi, yani başarılı olma hayallerinin ele geçirdiği ve nihayetinde yok ettiği birini ete kemiğe büründüren toplumsal ve yapısal güçlere ışık tutuyor.
Elbette, dizi Jimmy’nin hırslarını onaylamasa da hırslarına dair merak uyandırıyor. Başka bir deyişle, Better Call Saul için Lauren Berlant’ın “zalim iyimserlik” diye adlandırdığı olgunun televizyon ekranlarındaki en uzun soluklu araştırması denebilir.[i] Berlant’a göre bu kavram, arzulanan nesne “esasen gelişiminizin önünde bir engel olduğu” için nihayetinde yıkımla sonuçlanan “canlandırıcı ve cesaret verici fantezilere” bağlılığı ifade ediyor.” Berlant’ın 2011 tarihli kitabında olduğu gibi, Better Call Saul’un 21. yüzyıl başına ait neoliberal dekorundaki yıkıcı fantezileri arasında Jimmy’nin neredeyse patolojik biçimde bağlı olduğu servet edinme ve sınıf atlama hayalleri de bulunuyor. Beyaz, bedenen güçlü, heteroseksüel bir erkek olması, Jimmy’nin bu fantezilere bilhassa (ona öğretildiği gibi) hakkı olduğunu düşündüğü anlamına da geliyor.
Bu açıdan, Jimmy’nin dizideki diğer karakterlere göre aykırı bir kişilik olması dikkate değer. Karakterlerin çoğu daha açık görüşlü, Jimmy’nin profesyonel takma isim olarak “It’s all good, man” cümlesinin sesteşini benimsemesine neden olan türden cahilce iyimserliğe pek de eğilimli görünmüyorlar. Better Call Saul’un başlıca karakterlerinden ikisi (duygusuz uyuşturucu kaçakçısı Gus Fring ile onun ölü bakışlı iş bitiricisi Mike Ehrmantraut) gerçekler ile hayalleri birbirinden ayırmayı fazlasıyla beceriyorlar. Bir de Kim Wexler var, Jimmy’nin sevgilisi, kimi zaman da suç ortağı: Başarılı bir avukat, sevgilisinin dalaverelerini bir benimsiyor, bir kınıyor. En uzun süreli ve en çetrefilli dalavereleri felaketle sonuçlanınca, kabahatini de hemen anlıyor.
Zalim gerçekçiliğin azınlıktaki karakterlere (Latin veya kadın) kalması, dizinin beyaz adamın yükü hakkında bir düşünce egzersizi olarak okunmasına da olanak tanıyor; Jimmy’nin kırgınlıkları geçmişte açık kalmış müzakere kapısının artık hükümsüz olmasına öfkelenmiş bir nesli temsil ediyor. Ne de olsa, Jimmy’nin altında ezildiği hayallerin ona çoğunlukla eski dünya düzeninden başarıyla menfaat sağlayan ağabeyi Chuck tarafından bahşedilmiş olması tesadüf değil. “Kazanan” (Winner) başlığını taşıyan dördüncü sezon finalinde, Jimmy ABBA’nın “The Winner Takes It All” şarkısında ağabeyiyle karaoke düeti yapmak istediği sırada Chuck’ın mikrofonu çalmasını izliyoruz. Bu sekans, bize sinir krizinden mustarip halde bireyci amentüsünden vazgeçmese de Jimmy’nin ona bakıcılık yapmasına muhtaç olan Chuck hakkında bilmemiz gereken her şeyi söylüyor. “Jimmy, kendi kimliğini oluşturmak istemez misin? Niye başkasının adından nemalanasın ki?” OK, Boomer.
İlk bakışta, bu türden “iyi yaşam fantezilerinin” sonuçlarına yönelik tematik ilgi nedeniyle Better Call Saul’un televizyondaki eşdeğerlerinden farksız olduğu düşünülebilir. The Sopranos ve Mad Men’den Better Call Saul’un selefi Breaking Bad’e kadar internet sonrası dönemin en ünlü dizilerinden bazıları kontrolsüz hırsın bedellerini araştırıyordu. Bu sırada, popüler kültür (Muhteşem Gatsby’den Dert Etme Sevgilim’e kadar) cazibesini henüz bütünüyle yitirmemiş Amerikan rüyasının çöküşünden ilham almayı sürdürüyordu. Nitekim Better Call Saul’un altıncı sezonunun (çölde yaşadığı maceranın ardından) kızarıp bozaran Saul’un cafcaflı kravat koleksiyonunun ekranda uçuşmasıyla açıldığında Gatsby’nin harikulade gömlekleriyle övündüğü sahneyi çağrıştırır.
Ne var ki, Better Call Saul’u diğerlerinden ayıran, anlatının aşağı yönlü hareketinden vazgeçmemesidir. Jimmy söz konusu olduğunda yükseliş ve düşüş yoktur, yalnızca düşüş vardır. Toni Pape’nin ileri sürdüğü gibi, Breaking Bad “Amerikan orta sınıfının yavaş ama istikrarlı bir şekilde güvencesizliğe mahkum oluşunu” öngördüyse Better Call Saul da esasen bu noktada başlıyor, hâkim toplumsal eğilimi reddedip yasadışı yollara başvuran talihsiz karakterlere yaslanıyor.[ii] Anlatı, Berlant’ın “uzatılmış şimdiki zaman” dediği bir zaman aralığında, kolektif fantezilerimizi ayakta tutan kurumların çürümesinin çoktan başladığı geçici bir zamanda gelişiyor.
Better Call Saul, başından itibaren bu ilerleyememe ve başarısızlığa yakın olma hissini aktarmaya özen gösteriyor. Dizinin pilot bölümünde, Jimmy’nin art arda kaybedişini izliyoruz: Önce mahkemede bir davayı kaybeder, sonra istediği müşterileri alamaz, son olarak da iki kaykaycının çevirdiği üçkağıda maruz kalır. Kaykaycılar, yaptıkları numarayla Jimmy onlardan birine çarpmış gibi, para koparmaya çalışırlar ama Jimmy yokluk içinde olduğuna dikkat çeker. Paslanmış arabasını göstererek “Bu hurda yığını size ‘para’ diye mi bağırıyor?” diye sorar. Dördüncü sezonda, Jimmy çok daha fazlasını (kardeşini, avukatlık lisansını ve neredeyse sevgilisi Kim’i) kaybettiğinde, kaderinden yakınır. Kim’e “İşte böyle, düşene bir tekme de sen vur,” diyerek sızlanır. Kim “Jimmy, sen hep düşmüş haldesin,” diye yanıtlar. Dizideki diyaloglar sık sık bu türden acımasızca seçici, analitik ve ardışık düşünme biçimini yansıtır. Bir karakter, Kim’le tanıştıktan sonra, Jimmy’ye bu kadar “yukarıdan” biriyle evlendiği için üstü kapalı iltifat eder.
Better Call Saul’un biçimsel yapıları da bu hiyerarşik mantığı aktarmak üzere çalışır. Özellikle sonraki sezonlarda kamera sık sık yere yakın yerleştirilir. Bu alçak kamera açılarına çokça yer verilir: Eriyen dondurmalar, kırılmış camlar, karakterlerin ayakkabıları, çöl çalılıkları, yanaşan veya uzaklaşan arabalar. Bu estetik eğilim, beşinci sezonda Salamanca karteli için para kaçırmaya çalışan Jimmy’nin hem gerçek hem de mecazi anlamda en düşük seviyeye indiği, hayatı için çamurda süründüğü sahnede doruk noktasına ulaşır. Sheila Liming’in belirttiği gibi, bu kümülatif görsel ısrarın John ve Barbara Ehrenreich’in kuramsallaştırıldığı biçimiyle profesyonel-yönetici sınıfın kültürel düzeninin merkezinde yer alan “kolektif düşme korkularını” betimlediği iddia edilebilir.[iii] O halde Jimmy’nin “kazanmayı” daha fazla yükselmekle bir tutması mantıklıdır. Yazının başında yer verdiğim konuşmasında, profesyonel- yönetici sınıfın üstünden atlayarak geçtiğini hayal eder: “Onlar 35. kattaysa, sen 50. katta olacaksın. Onlara tepeden bakacaksın.”
Breaking Bad’in sona ermesinden yıllar sonra, Nick Estes diziyi eleştiren bir tweet paylaşmış, diziyi “siyahi uyuşturucu satıcılarının mantıksızca şiddet uyguladığı, beyazların… da dünyaya suçun nasıl işleneceğini gösterdiği, beyaz orta sınıf narko-emperyalist bir fantezi” olarak nitelendirmişti. Bu değerlendirmeye ister katılın ister katılmayın, ama Better Call Saul’un suç girişiminin bir fantezi olmaktan ziyade çoğunlukla bir eziyet olduğu farklı bir vizyonu temsil ettiğine şüphe yok. Gus’ın zarif manevraları haricinde, gördüklerimizin çoğu fazlasıyla bayağı: cep telefonu sahtekarlığı, huzurevi dolandırıcılığı, gig ekonomisi işçileri ve manikür salonu avukatları. Breaking Bad’de, James Poniewozik’in deyimiyle, Walter’ın “hem kötü hem de başbelası” olmasını sağlayan cazibe kırıntıları olsa da Better Call Saul’da “suç çoğunlukla hüzünlüdür.” İlk bölümden itibaren Jimmy’nin sonunu biliyoruz, Gene Takovic adıyla Nebraska’da bir Cinnabon dükkanında çalışıyor. Poniewozik’in deyimiyle “uzun bıyıklarıyla ikinci el bir Walter White gibi görünüyor.” Walter’ın aksine, Jimmy şan şöhret içinde ölmez, bilakis bir çöp kutusunun içindeyken polislere yakalanır. Dizinin finalinde bir karakter Jimmy’ye “Seni bir çöp kutusunda bulduklarını söylediler,” der. “Sana yakışmış.”
Twin Peaks: The Return’ün David Lynch’in özgün dizisinin nostaljik yönlerini opioidler, karavan parkları ve kronik hastalıklarla karıştırarak karmaşıklaştırdığı gibi, Better Call Saul da Vince Gilligan’ın önceki dizisinden artakalan, özellikle başkarakterinin anti-kahramanlığında görülebilen (Walter’ın viral olan “Ben kapıyı çalan adamım,” sözünü hatırlayın) romantizmi dışlıyor. Howard, bir noktada Kim’e “Açıkçası, şirketin eski itibarı yok,” diye itiraf ediyor. Ama Better Call Saul’da hiçbir şey eskisi gibi değil. Jimmy ile Kim’in eski filmleri izlemeyi sevmelerine şaşmamalı. Klasik Hollywood filmleri, onların acımasız zaman çizelgesinin sunamadığı türden bir romantizm sunuyor.
Çelişkili bir biçimde, dizi yayına başladığı dönemde bir komedi oyuncusu olarak tanınan Bob Odenkirk’ün başrole uygun görülmesi dizinin kendine özgü trajedi duygusu için belirleyicidir. Jimmy hızlı konuşan, tuhaf bir karakter; ancak dizi kara filme (film noir) de çok şey borçlu. Dizinin görsel dünyası düzenli biçimde bu türü çağrıştırıyor, belki de en çok Jimmy ile Kim’in hem ilk hem de son bölümde, gölgelerin arasında aynı sigarayı paylaştıkları planlarda. Vince Gilligan, dizi boyunca Bob Odenkirk ile David Cross’un birlikte çıkış yaptığı komedi programı Mr. Show’daki sevilen skeçlerinden bazılarını hatırlatarak sanki bu gerilimi bilerek canlı tutuyor. Örneğin, bir sahnede Jimmy Senatör Tankerbell’e benzeyen huysuz bir Güneyli karakteri canlandırarak yatakta Kim’le dalga geçiyor. Hep değişen jenerik sekanslarından birinde de Saul’un “Dünyanın En İyi İkinci Avukatı” yazılı kupasının ağır çekimde yere düştüğünü izliyoruz, bu da “Dünyanın En Büyük Dedesi” kupasının yanında oturan Odenkirk’ün telefonda “Kupayı çoktan kullandım!” diye yakındığı Mr. Show ânını çağrıştırıyor. Belki de yalnızca bir komedi oyuncusu, bu karakterin sonunun kaynağı olan, gittikçe artan umutsuz ve miyop iyimserliğini yansıtabilirdi.
Dizinin sonunda Jimmy bir aydınlanma anı yaşar, ama artık çok geçtir. Pilot bölümün Breaking Bad sonrası “şimdiki zaman”da açılan ve siyah-beyaz çekilen sekansında, artık Gene olan Jimmy’nin pencereden dışarı bakarak Nebraska’nın kış manzarasını seyrettiğini görürüz. Arka planda, televizyondaki haber spikeri “Kar, bölge genelinde yağmaya devam edecek,” diye bildirir. Bu cümle, James Joyce’un Ölüler romanının finalinde bir başka yaşlanmış erkek kahramanın geçmişine acıyarak bakışını hatırlatır. Jimmy’nin, uzun hapis cezasını kabul ettiği ve ismini geri aldığı dizi finaline kadar, önceki hayallerinin yoğunluğuyla yüzleşebildiği görülmez. Jimmy, Kim’in son hapishane ziyareti sırasında “Seksen altı sene,” diyerek düşünür. “Ama belki iyi halden çıkarım.” Bu sözler hem bir şakadır hem de bir zamanlar nasıl bir mantıkla yaşadığını gösteren bir örnektir. Bir gün kazanacağına dair fantezileri gerçekleşmemiş, bilakis onu hüsrana uğratmıştır.
*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Elizabeth Alsop’un Public Books’ta yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.
[i] Lauren Berlant. Cruel Optimism, Duke University Press, 2011.
[ii] Toni Pape, Figures of Time: Affect and the Television of Preemption (Duke University Press, 2019), p. 6.
[iii] Sheila Liming, Office (Bloomsbury, 2020), p. 64.
Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.