Yorgos Lanthimos’un sinematik evreni nasıl işliyor?

Dogtooth (Yorgos Lanthimos, 2009)
Dogtooth (Yorgos Lanthimos, 2009)

Deniz: Bir çeşit deri koltuk. Otoyol: Kuvvetli bir rüzgâr türü. Seyahat: Bir çeşit kaplama maddesi. Tüfek: Güzel, beyaz bir kuş. Bu tanımların hiçbiri tabii ki doğru değil, ama baştan böyle öğretilse rahatlıkla olabilirdi de.

Dogtooth’un (Yorgos Lanthimos, 2009) açılış sahnesinde tam olarak böyle. Bir ses kaydı aracılığıyla bazı sözcüklerin, mevcut anlamlarından farklı öğretildiğine şahit oluyoruz. Bizim dünyamızın kurallarıyla değerlendirildiğinde tuhaf gelebilir, ama Yorgos Lanthimos’un dil üzerinden kurduğu ve kendi içinde kusursuz bir sistematiği olan sinematik evrende tıkır tıkır işliyor. Nitekim bu açılış sahnesi Lanthimos’un diğer filmlerini anlamlandırmak için de önemli, çünkü onun seyircisiyle kurduğu ilişki de buna çok benziyor. Kurallarını dil aracılığıyla oluşturuyor, yargılama ve değerlendirmenin sınırlarını dilediğince belirliyor, seyirci de etik anlayışıyla bağdaşmayabilecek rahatsız edici durumların dil aracılığıyla meşru hale geldiğini fark ediyor. Bunun işleyiş biçimini anlamak için biraz dilin nasıl öğrenildiği üzerine düşünelim.

Saussure’e göre dil söz aracılığıyla evriliyor ve insanlar konuşmayı başkalarını duya duya öğreniyor. İnsana doğal bir dil becerisi atfeden bu görüşü ifade etmenin daha afili bir yolunu Darwin’de buluyoruz. Onun deyimiyle bu “içgüdüsel eğilim”, insanın arka plan sesini dile dair işaretlerden ayırt edebilecek bilişsel donanıma halihazırda sahip olduğu anlamına geliyor. Bununla birlikte henüz konuşmayı denememiş çocukların dili anlayabilmesinin insan iletişimine denk olmadığını savunan görüşler de mevcut. Lev Vygotsky’ye göre çocukların düşüncesi kavramsallaşmış bir gerçeği yansıtmıyor, yani aşina oldukları sözcüklerin neye karşılık geldiğini bulmaları oldukça zor.

Sözcüklere biraz ara verelim, davranışların nasıl öğrenildiğine bakalım. Burada karşımıza Wittgenstein ve onun “ağrı” sözcüğünü öğrenme sürecine ilişkin tasviri çıkıyor. “Sözcükler duyumun kökensel, doğal ifadesi ile bağlanır ve onun yerine konur. Canı yanan çocuk çığlık atar, büyükler çocuğu teselli eder ve ona ünlemleri, daha sonra da tümceleri öğretirler. Yani yeni bir ağrı davranışı öğretirler. (…) Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın yerini alır, onu betimlemez.” Ağrıya karşı ilkel bir güdüyle gelen ağlama ya da haykırma gibi tepkiler yerine “ağrı”yı “söyleme” eylemi, yani ağrı için gösterilmesi gerektiği üzerinde uzlaşılmış bir davranış sergileniyor.

Bir diğer Yorgos Lanthimos filmi The Lobsterda (2015) bekar insanlara 45 gün içinde bir eş bulmaları, aksi takdirde hayvana dönüştürülecekleri söyleniyor. “Dönüşüm Odası” denilen ve içini hiç görmediğimiz, giren insanları hayvana dönüştürdüğü söylenen bir yer var. Baş karakter bir köpekten kardeşi olarak bahsediyor. Dünyanın kurallarının yanı sıra her türlü his ve eğilim de sözel olarak ifade ediliyor. Bunun seyircinin gözünde kimi zaman mizahi bir boyut kazanacağı yadsınmazken film dünyasının etik standartları da bu şekilde oluşturuluyor.

The Killing of a Sacred Deer’da (Yorgos Lanthimos, 2017) filmin adının referansta bulunduğu mitolojik hikâye, sosyopat bir karakterin tehditvari kehanetleri aracılığıyla anlatıdaki yerine oturuyor. Ailenin başına gelenler için tıpkı The Lobster’daki Dönüşüm Odası’nın işleyişi gibi bu dünyanın paradigmalarını kullanan bir sorgulama yapmaya lüzum yok. Büyü mü, ileri teknoloji mi, tesadüfen denk gelen bir tahmin mi, yoksa mantıklı bir açıklama var mı? Bu soruların hiçbir önemi kalmıyor. Bu durumda Martin’in babasının gerçekten doktor hatasıyla ölüp ölmediği de önemsiz, annesinin Colin Farrell’ın canlandırdığı karaktere yönelen başarısız girişimleri karşılık bulsaydı bir şeyin değişip değişmeyeceği de. Çünkü “başlangıçta söz vardı”, söz ağızdan çıktı, kurallar belirlendi.

The Lobster evreninde şehirdeysen eşinle birebir aynı olacaksın, ormandaysan kimseye fazla yanaşmayacaksın. The Killing of a Sacred Deer’da ise öldürmek için karından ya da iki çocuğundan birini seçeceksin. Karakterler de sözün üzerlerindeki tahakkümünün farkında, olmayanlar da kısa süre içinde kendisini adapte etmek zorunda kalıyor. The Lobster’da  “aksak adam”ın “burnu kanayan adam”a dönüşme çabası da The Killing of a Sacred Deer’da herkesin baba başkasını öldürsün diye ona yaranma çabası da bundan. Lanthimos’un sinematik evreninde sözün hükmünden kaçamıyorsunuz.

Öyleyse bu evrende sağır ve dilsiz olmanın birtakım özgürlükler sağlayabileceğinden bahsedebiliriz. Bilhassa henüz dil öğrenmeye yönelik hiçbir deneyimi olmamış çocuklar için geçerli olabilecek bir varsayım bu. Çünkü bu çocuklar kavramları oluşturabilmek için ihtiyaç duyulan temel araçlardan yoksun ve yetişkinlerle kurulan sözel iletişimden uzak. Hatta Vygotsky’ye referans verip bir adım daha ileri gidersek daha nezih bir düşünce yapısına sahipler. Böylelikle The Lobster’da eşiyle birebir aynılaşmak için gözünü kör edip etmeme ikilemi yaşayan karakterin hapsolmuşluğuna ikinci bir katman daha ekleniyor. Kör etmek söylemden kurtulmasını sağlamayacak. Stratejik bir hata diyebilirdik, ama çift olmak üzerine kurulu daha büyük bir normu takip etme zorunluluğumuz söz konusu. Benzer şekilde The Killing of a Sacred Deer’daki çocuğun gözlerinin kanamasının da onu kurtarmadığını not etmek lazım.

Dil, Dogtooth‘un anlatısında yeni bir boyut daha kazanıyor. Açılış sahnesinde işaret edilenle ifade edilen seyirci nezdinde bağdaşmıyor, seyircinin kafasında bir yönde kodlanmış sözcükler anlatıda başka kavramlara benzetiliyor. Bir başka deyişle, çocukların bilinçlerinin nasıl şekillendirildiği dil örnekleri üzerinden aktarılıyor ve nesnenin yerine geçen kavramın karşılığı olarak başka bir kavram çıkarılarak metafora ikinci bir katman ekleniyor. Etik standartların oluşması konusu da burada devreye giriyor. Özlem Köprülü’ye başvuralım: “Çocuğun cinsel farklılığını ve dili neredeyse aynı anda keşfetmesi anlamlıdır. (…) Çocuk dili öğrenmeye başlayınca, göstergenin ancak öteki göstergelerle arasındaki farklılık dolayısıyla bir anlamı olduğunu ve göstergenin anlamlandırdığı nesnenin namevcudiyetini öngerektirdiğini bilinçdışı olarak öğrenir. Dil, nesnelerin yerine geçer. Bütün diller, o nesneye sahip olmak yerine kendilerini o nesnenin yerine koydukları için metaforiktirler.”

Yeri geçmişken üç filmde cinselliğin nasıl işlediğine de kısaca bakalım. Dogtooth’taki “hayat kadınlığı”, The Lobster’daki otelde misafirlere çalışanlar tarafından sunulan “hizmet”, The Killing of a Sacred Deer’da “genel anestezi” diyerek cinsel ilişki sırasında anestezi altındaymış gibi hareketsiz yatan kadın, yani sözle şekillendirilmiş bireyin o söyleme uygun olarak şekillendirilmiş cinselliği söz konusu.

“Dilin sahibi kim?” sorusunu sorduğumuzda, devreye Derrida ve mahrum kaldığı bir dili konuşmak zorunda kalan “öteki” kavramı giriyor. Burada bahsedildiği haliyle “öteki”, yaratım sürecinin parçası olmadığı bir dili konuşmaya, yani parçası olmadığı yaratım sürecinin sorumluluğunu taşımaya mecbur bırakılıyor. Dogtooth’ta ailelerinin yarattığı dili konuşan çocukların durumu da bundan farksız değil. Yunancada halihazırda olanlar dışında yeni sözcüklerin üretilmediği, birtakım sözcüklerin farklı nesnelerle bağdaştırılmasıyla yaratılan bir dil bu. Bu bağlamda da bir çeşit afaziye, yani konuşma bozukluğuna eşdeğer.

Hayvanlar için mesele biraz daha farklı. Onlarda insan dili gibi uzlaşı sonucu belirlenmemiş, doğuştan edinilen, her yerde aynı ve hiç ilerlemeye göstermeyen birer dil mevcut. Örneğin organ yapıları insan iletişimi için yeterli ve sessel teçhizatları gelişkin olsa da şempanzeler, insan dilinde “konuşma” olarak bilinen eylemden ziyade “sesli tepkiler” olarak nitelendirilen davranışlar sergiliyor. Bunun nedeni olarak da eğilimlerinin sesleri değil eylemleri taklit etmeye yönelik olması gösteriliyor. Dolayısıyla teorik olarak şempanzenin zekasıyla papağanın taklit eğilimi birleşse ortaya insan diliyle iletişim kurabilen bir hayvanın çıkacağı söylenebilirse de dil bilgisine tamamıyla haizken hayvana dönüşmek, The Lobster evreninde böyle bir iletişim kurma ayrıcalığı sağlamıyor. Söylem, kuralları böyle koymuş.

Yeni bir dil öğrenmenin dili ilk defa öğrenmeye benzeyen bir yanı olduğunu söylemek mümkün. Yeni dil öğrenmek, öğrenme sürecinin baştan deneyimlenmesi anlamına geldiği için uzlaşıyla belirlenmiş ve sürekli evrilerek farklı bir uzamda farklı bir yapı kazanmış yeni dille ifade edilen sözcükler, çoğu zaman iletişim kurmayı yeni öğrenen bir çocuğun ağzından çıkanları hatırlatıyor. Bu bağlamda yeni öğrendiği dili konuşan kişi, çocuksu ifadelere mecbur kaldığı için konuşmayı bilmiyormuş gibi algılanabilir. Yabancı bir dil konuşmak, konuşmamaya eşdeğer de görülebilir. Slavlar, benzer bir refleksle Cermen dillerini konuşan komşularından bahsederken “nemtsy” (dilsiz) sözcüğünü kullanmış. Yorgos Lanthimos’un bu tuhaf dünyasındaki karakterlerin kendine özgü dillerini anlamlandırmak veya anlamlandıramamakla başa çıkmak için de bundan daha iyi bir sözcük bulmak zor.


Kaynaklar

Chomsky, N. 2008. On Nature and Language. New York: Cambridge University Press.

Derrida, J. 1998. Monolingualism of the Other; or, The Prosthesis of Origin. Stanford: Stanford University Press.

Köprülü, Ö. 2014. “Bilinçdışı Ve Dil.” International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic 9/3(Winter): 951-958.

Saussure, F. d. 1985. Genel Dilbilim Dersleri. B. Vardar (Çev.). Ankara: Birey ve Toplum.

Vygotsky, L. S. 1973. Thought And Language. Cambridge: The M.I.T. Press.

Wittgenstein, L. 2007. Felsefi Soruşturmalar. H. Barışcan (Çev.). İstanbul: Metis.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share