Yoksullar neden sağcılara oy verdi?

Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi mitingi. Saraçhane Meydanı, 1961.
Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi mitingi. Saraçhane Meydanı, 1961.

AKP’nin 21 yıllık iktidarında neler yaptığı, rejimi nasıl değiştirdiği, toplumu nasıl dönüştürdüğü, yoksulluğu nasıl pekiştirdiği, mutluluğumuzu nasıl yok ettiğine dair birçok yazı kaleme alındı. Kalemi yeten herkes bunu yazdı, fikri yeten herkes elinden geldiğince anlatmaya çalıştı. Ne var ki, sıra seçimlere gelince oy verme davranışı sanki bu 21 yıllık dönüşümden azadeymiş gibi değerlendiriliyor. İktidarın yıllara yayılan örgütlü saldırısı bir anda yok olmuş, hiçbir köklü dönüşüm yaşanmamış da yurttaşlar seçim günü sandığa heybesindeki türlü yüklerle gitmemiş gibi analizler yine havada uçuşuyor. “Karşı” tarafı suçlamanın verdiği dayanılmaz haz ve konfor çoğunluğu ele geçiriyor, “bunlara müstahak,” veya “bu toplum cahil” gibi kestirmeci ve maliyetsiz analizler bütün ülkeye zehir gibi yayılıyor. Deprem bölgesinde iktidarın oylarında gözle görülür bir düşüş olmasına rağmen, bu şehirlerdeki birinci partinin AKP olması depremzedeleri suçlamak için yeterli bulunuyor. Dayanışma sanki bir borçlandırma stratejisiymiş gibi, depremden sonra sivil inisiyatiflerle bölgeye yapılan yardımların hesabı bile soruluyor. Toplum olarak ikiye bölündüğümüz öyle veya böyle kabul ediliyor, ikiye bölen bıçağın yıllardır kimin elinde olduğu unutuluyor.

Türkiye, 2000’lerin başından bu yana ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak kuşatılmış durumda. Bu kuşatma, etrafıyla iletişimi koparılmış, sessiz bırakılmış ve baskılanmış bir işçi sınıfı öngörüyordu. Yıllara yayılmış, özenle planlanmış bu kuşatmanın birçok sonucu olacaktı. 14 Mayıs seçimlerine yansıması da milliyetçi ideolojiye gösterilen teveccüh oldu. Peki, sandığa giden işçilerin heybesinde neler vardı? Daha açık bir şekilde sormak gerekirse, ülkenin çoğunluğunu oluşturan yoksullar neden sağcılara oy verdi?

AKP, iktidara geldiği günden bu yana çalışma hayatına dönük düzenli saldırılar gerçekleştirdi. Güvencesizlikle insanları parçaladı, birbirinden ayırdı, esir aldı. Güvencesizlik ne demek? Depremde varını yoğunu kaybetmiş insanlara “yarın işe geleceksin” demek. Ekmeği için çalışanı tehdit etmek, geleceksiz bırakmak, hasta olduğunda doktora bile gidemeyeceği koşulları dayatmak demek. Emniyetsiz, belirsiz, kırılgan koşullar altında yaşamak demek. İşsizlikle tehdit edilmek, iş cinayetlerinde katledilmek demek. Böyle acımasız bir emek rejiminde, işçiler bir de muhafazakâr ve milliyetçi ideolojiyle kuşatıldı. Teşkilatlar eliyle yaratılan sadaka kültürü sayesinde, AKP de kendini servetini yoksullarla “karşılıksız paylaşan” hayırsever bir siyasi özneye dönüştürdü. Yoksulluğu yönetilebilir, savaş ekonomisini kabul edilebilir hale getirdi.

Çalışma hayatında yarattığı karanlığı, yani iş cinayetlerini, işsizliği, güvencesizliği, borçluluğu ve örgütsüzlüğü bu hayırsever özne formülüyle kapattı. “Sosyal haklar” ve “sosyal devlet” gibi kavramların yerini belediyelerin, vakıfların, tarikatların saha çalışmaları aldı. Yoksulluk her geçen gün artarken, yoksullar iktidara bağımlı hale getirildi. Emekçilerin gündelik yaşamı neoliberalizmin ve siyasal İslam’ın saldırısına alabildiğine açıldı. Yoksullar tüketici kredileriyle alabildiğine borçlandırıldı, ücretler azaldı, sağlık ve eğitim özelleştirildi, yığınlar iktidara ve istikrara bağımlı hale getirildi. Borçla yaşamaya mahkum edilen yurttaşların da değişime cesareti kalmadı. Ekonomik ve kimlik kaygılarını harmanladıkları bir ruh haliyle sandığa gittiler. Çıkış yolunu şimdilik istikrarda buldular.

Bu koşullara rağmen yoksul kesimlerin AKP’ye ve diğer sağ partilere gösterdiği teveccühü iktisadi temellerden azade biçimde okuyan analizler, hem siyasi hem de vicdani olarak çürümeye mahkum. İktidarın yoksul kesimlerde hâlâ bunca rıza üretmesinin ardındaki gerçek, toplumdaki bazı gruplara sunduğu başarı hikayesinden ziyade emek-sermaye çelişkisini ideolojik olarak muhafazakarlığın ve milliyetçiliğin araçlarıyla onarıyor olması. Bu onarım, iktidar ile işçi sınıfı arasında ortak bir dil üretilmesini sağladı ve sandıktan sağ partilerin görece güçlü çıkmasını sağladı.

Yoksulların sağcılara yönelmesinin cahillikten ziyade ekonomik, ideolojik ve psikolojik nedenleri vardı. Bu karanlığın ortasında “Peki, biz bir umut ışığı yaktık mı?” sorusunu kendine yöneltemeyen, “Bu toplum nasılsa sağcı, o halde biz de sağcı argümanlar üretelim” diyen, mevcut durum tarafından imkansız ilan edileni mümkün kılmayı denemeyen, toplumu dönüştürmekten ziyade şimdilik ikna etmeyi hedefleyen tüm politik öznelerin yenilgisine şaşırmamak gerek.

Bu yazının derdi umut tacirliği değil ama umudun nerede olabileceğine işaret etmek olabilir. İktidarın gördüğü teveccühe rağmen önündeki krizlere yanıt üretememesi, Türkiye’de her şeye rağmen iktidarın bütünüyle teslim alamayacağı toplumsal kesimlerin bulunması, deprem bölgesinde iktidarın oylarında anlamlı bir düşüşün yaşanması, toplumun direniş kanallarını adalet aracılığıyla besleyen Can Atalay’ın Hatay’dan vekil olması birer işarettir. Umut hâlâ bu toplumda. Sabırla, sebatla, mücadeleyle bu umudu büyütmeye hemen bugün başlamalıyız ki birbirimize pamuk ipliğiyle değil kalın örgülerle bağlanalım.

2 yorum
  1. Barış’ın şövalyeliği CAN’ın yeniden (Umarım Mücella abla-ki yaşıtımdır- ve diğerleri de) aramızda olması….

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
ChatGPT. Fotoğraf: Leon Neal, Getty Images.
daha fazla

ChatGPT bir ideoloji makinesidir

16 Şubat’ta ABD’deki Vanderbilt Üniversitesi’nin eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık birimi, kısa süre önce Michigan State Üniversitesi’nde gerçekleşen silahlı…
daha fazla

Umut arayan aynaya baksın

29 Mayıs’ta uyanacağımız sabaha dair hepimizin uzun zamandır biriktirdiği özlemler, umutlar, korkular ve beklentiler vardı. Bazıları anlaşılır, bazıları…
Total
0
Share