Bir süredir İstanbul’da müzik adına heyecan verici şeyler olduğundan daha önce bahsetmiş, birtakım grupların arasındaki benzerliklerin ve akrabalıkların kültürel bir akıma işaret ediyor olabileceğini iddia etmiştim. Bu kez aynı meseleyi bu akımın bizzat parçası olan, son dönemin afili rock gruplarından, “şarkı çizip resim çalan” Yok Öyle Kararlı Şeyler‘den (YÖKŞ) Erdem Topsakal’a sordum.
Üzerinde kafa patlatmaya, konuşmaya, yazmaya değer şeyler yapıyorsunuz. O yüzden bir karşıma alıp konuşmak istedim.
İyi yapmışsın, ben saatlerce konuşabilirim bu konu hakkında. Çünkü sürekli kendi aramızda konuştuğumuz, her gün gündemimizde olan bir konu. Diğer gruplarla bir araya geldiğimizde de konuşuyoruz. Aslında hala ne olduğunu tam anlamış değiliz, “5-10 yıl sonra daha net göreceğiz” diye yazmışsın sen, aynen öyle bir durum var. Ama yine de şimdiden uzaktaki resme bakabiliriz gibi geliyor bana, çünkü gelecek planlarımız var. Bu iş bizi heyecanlandırıyor ve bunu daha da ileri götürmek istiyoruz. Seni haksız çıkarmak istemeyiz, hakikaten on yıl sonra ortaya çıkacak kayda değer bir şey benim hayalim oluverdi. Eskiden hevesimdi, şimdi gerçekleşebilecek bir hayal olduğunu görüyorum. O açıdan da umut verici.
Bu hayali, umudu destekleyen şeyler daha ziyade konserler oluyor diye tahmin ediyorum. Yoksa albümlerin dinlenmesi mi?
Ya dinleme oranları pek güvenilecek şeyler değil aslında. Konser müzisyenin para kazandığı tek alan, albümden filan kazanan kimse yok maalesef, gelecekte de olmayacaktır bence. Konserler bu açıdan tatmin edici. Hem seyirciyi bizzat görüyorum hem de iyi sahneler görmek ve şehirleri görmek insanı daha çok tatmin ediyor.

Orada burada çalmalarınızın dışında İstanbul’da düzenli bir yerlerde de çalıyorsunuz. Bir sefer Mojo’da denk gelmiştim, cayır cayır Yavuz Çetin çaldığınızı gördüm. Yavuz Çetin bizim nesil için çok özel bir adamdır.
Aslına bakarsan, bizim Büyük Ev Ablukada, Son Feci Bisiklet, Yüzyüzeyken Konuşuruz gibi gruplardan farkımız bar müzisyenliği yapmamız. Ben lise 1’de başladım barlarda çalmaya. Çorlu’da büyüdük biz, Çorlu’da tek mekân vardı ve oranın tek grubuyduk. İlgi o zamanlar da iyiydi, ama besteler yoktu tabii. Yavuz Çetin, Athena, Mor ve Ötesi, Duman, Muse, Arctic Monkeys, hatta bazen Metallica çalıyorduk. Şimdi bakınca, bize epey sahne tecrübesi kattığını görüyorum. Repertuvar anlamında da bayağı bir şey katmış. Sonradan üniversitenin ilk yıllarında ben bu yolun pek doğru olmadığını anladım. Yani hiç ünlenen bir bar grubu hatırlıyor musun sen? Veya Türkiye’de “abi, çok iyi bar grubudur” diyeceğin bir grup var mı? Ben bilmiyorum. Kaybolup gidiyorlar, yaşlanıyorlar ve bu işi yapmak istemiyorlar. Çünkü tamamen ticari bir iş, insan eğlendirme işi. Sarhoş eğlendiriyorsun yani… “Yeter abi” dedim ben, çok sıkıldığımı söyledim ve kendi şarkılarıma başladım. “Gelişigüzel”di grubun adı, ilk şarkıları o adla yayımladım. Çok az dinlendi ve çok kötü şarkılardı (gülüyor). Sonra mesele YÖKŞ’e kadar geldi işte.
Bu “Gelişigüzel” hangi yıllara tekabül ediyor?
2006 ile 2009 arası. 2009’da İzmir’e gittim, İzmir’deyken YÖKŞ’e şarkılar yazmaya başladım. Bar grubum vardı, şu anki grup arkadaşlarımın hepsi duruyordu ama herkes farklı şehirlere üniversiteye gidince müzik işi de aksadı ve ben tamamen aslında “Tişört Yakışmayan Adam”, “Tanısan İyi Çocuk”, “Evde Ekmek Yok” şarkılarını kendim yazıp kaydettim.
“Evde Ekmek Yok” herhalde ilk yaptıklarınız arasında en öne çıkan oldu, değil mi?
Evet öyle. “Tanısan İyi Çocuk” çok amatör bir şarkı, yani kaydettiğimizde ses kartı bile yoktu, davullar tamamen elle yazma, anlamadığım halde yaptığım şeylerdi. “Evde Ekmek Yok” tam evden stüdyoya geçiş şarkısı oldu, ondan sonraki şarkıları ağırlıklı olarak stüdyoda yaptık.
Amatörlükten bugüne kadar envai çeşit ses mühendisiyle, prodüktörle karşılaşmışsınızdır. Genel olarak onların da alışkın olduğu türde bir şeyler yapmadığınız için çeşitli tepkilerle karşılaşmış olabileceğinizi öngörüyorum.
Aslına bakarsan, dediğin doğru. Adamlar o kadar sıkılmıştı ki… Çalıştığımız prova stüdyoları, ses mühendisleri… Tek prodüktörle çalıştık o yüzden. Farklı prodüktörleri gözlemleme şansımız olmadı, ama Serdar Ataşer’le de aynı şey oldu. Hepsi alışılagelmişten biraz farklı bir şey yaptığımızı söyledi. Müzik olarak değil belki, ama dil, algı, ulaştığı kesim bakımından. Yine de pek olumsuz bir tepki yaratmadı. Hatta albümün miksini yaptıracağımız sırada üç-dört tane ses mühendisinden miks-mastering konusunda teklif geldi, “biz yapalım abi, çok sıkıldık,” gibisinden. Biz de sonunda Volkan Gürkan’ı seçtik.
Ben Volkan’la konuştum. “Bu adamlar farklı mı?” dedim, “Farklılar, müzikal iletişimi doğrudan yapıp sözle iletişimi daha dolaylı yapan adamlar” dedi. Bir de sizin bu “şarkı çizip resim çalma” haliniz çok basit gibi geliyor kulağa ama altı da doluyor şarkılarla, ondan da etkilenmiş ve özellikle “Ayaz’a” ve “Dokun Yere”de kendi yaptığı işle albüme bir katkıda bulunabildiğini düşünüyor.
Aynen öyle, o şarkılar o kadar hamdı ki biz ona teslim ettiğimizde. O albümdeki şarkılar güzelse, Volkan sayesindedir. Biz ilk kez profesyonel birisine miks yaptırdık. Çok tecrübeli biri, çok emeği var hakikaten. Olumsuz ne diyorsa haklıdır, olumlu ne diyorsa da mutlaka bir dayanağı vardır.
Biraz “Ayaz’a” hakkında konuşmak istiyorum. Gerek müzikal gerek söz olarak albümdeki en iyi şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum. Mevzuyu biliyordum ben, ama biraz araştırmadan önce bağlantıyı kurmamıştım.
Evet, biraz dolaylı. Çok öne çıkarmak istemedik aslında onu. “Nefret Söylemi” de çok muhalif bir şarkıdır aslında, ama mesela ismini “Gezi Parkı Şarkısı” yapsan, “Cumartesi Anneleri Şarkısı” yapsan veya “Bu şarkıyı ölen Ayaz bebek için söylüyoruz” diye her konser dile getirsen, insanlar belki “ha bunun için mi” der. Ama Volkan’ın da bahsettiği gibi dolaylı yapmayı daha çok seviyorum. Bu da aslında Harun Tekin’den öğrendiğim bir şey, çünkü Harun Tekin şarkılarını ilk okuyuşta anlamıyorsun. Babasına mı yazmış, sevgilisine mi yazmış, topluma mı yazmış pek belli değil. Ve bu çok güzel, çok dolu bir şey. Keskin olmaması benim hoşuma giden bir yöntem. “Ayaz’a” da aslında inceledikten, üzerine konuştuktan sonra derinleşiyor ve benim için çok değerli bir şarkı.
Suya sabuna rahatlıkla, kör göze parmak demeden dokunuyorsunuz. “Kökler” öyle, “Ayaz’a” öyle, “Nefret Söylemi” öyle. Bizim nesilde Gezi’yle beraber “her şeye Gezi katma” durumu var. Ama gerçekten etkilerini de görmeye başlıyoruz. Gezi’den de önce müzik yapan insanlarsınız, bir kitle değişimi görüyor musunuz?
Tabii canım, olmaz mı? “Nefret Söylemi”ni Gezi’den önce yazmıştık ve bana Çorlu’da Nem grubunda çalan bir müzisyen abimiz “muhalif şarkı yapın, çok önemli” diyordu. Gezi nasıl bizim toplumda bir katalizör etkisi yarattıysa, o adam da bende aynı etkiyi yaratmıştır. O gaz verdi diyebilirim “Nefret Söylemi”ni yazmam için. Çünkü ben biraz çekingendim. Şimdi bir şekilde dinleniyor. Açıkçası benim gitmek istediğim nokta biraz daha ötesi. İçi dolu herkesin tek yürek olduğu şarkılar yapmak istiyorum sadece cam kenarında dinlenen şarkılar yapmak istemiyorum. Dinleyene etkisini sordun, Gezi’nin bizim nesile şöyle bir etkisi oldu: bir cümle okuyorsa artık bir daha okuyor, “ulan burada kaçırdığım bir şey mi var, sanırım bu bir mesaj veriyor, sanırım bu şuraya gönderme yapıyor” gibi algıda bir lamba yaktı. Şarkı yazanlar için de böyle. Bilhassa şimdilerde müzik yapanların neredeyse her albümünde muhalif bir şarkı var.
Bu 6-7 grup, çok birbirinizden haberdar olmadan, hem kültürel hem de özellikle sözler bakımından -müzik olarak ayrışmanıza rağmen- aynı kefeye konabilir işler çıkardınız. Siz, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Son Feci Bisiklet, Büyük Ev Ablukada… Bunu fark ettikten sonra bir sınıflandırmaya, isimlendirmeye gittiniz mi kendiniz yoksa bu tamamen yanlışlıkla oldu ve öyle gidiyor mu?
Ben biraz tesadüfe bağlıyorum bu işi, çünkü öncesinde uzun isim mi vardı Türkiye’de? Bulutsuzluk Özlemi, Düş Sokağı Sakinleri… Bolulu Hasan Usta diye örnek veriyorum bazen (gülüyor). Red Hot Chili Peppers var yurtdışında. Uzun isim son dönemde sadece biraz moda olduğu için bu kadar ön plana çıktı. Duruş olarak, biraz Büyük Ev Ablukada örnek oldu bize sanırım. Diğer grup arkadaşlarımızla da konuştuk bunu, hepimize bir şekilde ilham kaynağı oldular. Bana Büyük Ev Ablukada’dan çok Bartu Küçükçağlayan ilham verdi diyebilirim. Çünkü Büyük Ev Ablukada’nın doğrudan “evet abi çok aşığım” diyebileceğim bir durumları yok. Ama Bartu Küçükçağlayan’ın oyuncu kimliği, söz yazarlığı, kendini geri planda tutması, tarzı filan daha çok etkilemiş beni, onu fark ediyorum. Nasıl bir adam olabileceğime dair beni etkileyen birkaç figürden biri Türkiye’de, Umut Sarıkaya vardır bir de mesela (gülüyor)…
İşin mizah kısmına girecek olursak o açıdan diğer gruplardan biraz farklı bir yerde duruyorsunuz. Yok Öyle Kararlı Şeyler’in dinleyicisiyle mizah dergisi okuru aynı aslında. “Evde Ekmek Yok” çok Umut Sarıkaya’ya ait olabilecek bir cümle mesela. Boğaç’ın da bir sürü mizahi işi var. Nasıl bir yere çekiyor bütün bunlar müziğinizi?
Evet, güzel tespit. Aynı dönemleri yaşadığımız için sen de bilirsin, ben mesela Kemik‘ten başladım, evde de duruyor hala Penguen, Leman, Uykusuz dergileri filan… Şu dönemler biraz daha Ot‘a, Kafa dergisine filan kaydı ama… Bence biraz nesille ilgili, yani bizim nesli temsil eden karikatüristler kimler dediğimizde bunları sayıyoruz. Biraz bireysel alakam herhalde, ben Penguen ve Uykusuz‘a karikatür de götürmüştüm mesela, yayımlanmamıştı. Lise döneminde bize nasıl müzikte Ankaralı rock grupları denk geldiyse, mizahta da Umut Sarıkaya denk gelmişti. Tespitleri çok iyi, orta direk bir aileden gelişi, çizerlik artistliğini bir türlü beceremeyişi (gülüyor)… Adam sonuçta popüler bir çizer ama artist değil mesela. Çünkü mahcubiyet var adamda, “tırt” bir adam kendi deyimiyle (gülüyor), mühendis kafasında filan… Bu çok yakın geldi bana. Çünkü olduğun gibi görünmek çok konforlu bir şey, samimiyet de buradan çıkıyor. Umut Sarıkaya’nın bir lafı var benim çok hoşuma giden: “Samimiyet moda oldukça cehalet meşrulaştı.” 2008’de Ege Üniversitesi’nde ona bir soru sormuştum: “O kadar içten, o kadar samimi tespitlerin var ki gündelik yaşama dair, herkes artık bir şeyi başaramayışını, beceriksizliğini samimiyete vuruyor. Samimiyetin nereye doğru gittiğini düşünüyorsun?” demiştim, o da “Enseye tokat, g.te parmak” demişti (gülüyor).
Özellikle enstrümanlara olan hakimiyetinizle ve müzikal bilginizle o -mütevazılık baki kalır belki ama- boynu bükük halden çıktığınızı düşünüyorum.
Bir ara Gonca Vuslateri’yle çok görüşüyorduk ve onunla konuşuyorduk bu samimiyet meselesini. Ben eskiden daha çok çekiniyordum sahnede, seyirciye sürekli “çok teşekkürler, çok sağolun” diyordum, sürekli bir teşekkür borcum varmış gibi hissediyordum. Sahneye çıkıyordum, dinlemeye gelmiş bir 50 kişi filan, “abi yorduk sizi de” filan diyorum içimden (gülüyor). Gonca’nın şey lafı var: “Artistliği sahneye sakla, sahnede mütevazı olma, sahneden indikten sonra mütevazılığı başlatabilirsin” demişti. Hakikaten nerede nasıl davranacağını bilmen lazım, sahne onun yeri değilmiş ben yeni fark ediyorum. Sahnede o yüzden biraz daha iyi giyinip, daha “cool” görünüp, az konuşup, işini çok iyi yapıp in aşağı, sarıl o adama, dertleş, “abi teşekkür ederim”i filan o zaman söyle. Bunu çünkü sahneden yapınca insanlarda “Bizim grup ya, gitmeyelim bu sefer, dinlemeyelim bizim çocuklar zaten” ya da “Hacı bugün para vermeden dinleyelim, yaz bizi, on kişi geliyoruz”. Buraya kadar geliyor iş, yaşadık bunları.
Sizin de iki albüm oldu, üçüncü albüm…
Üç olacak bu yaz sonu.
“Ağustos Gökleri” olacak mı onda?
Olacak evet, güzel versiyonu olacak hem de (gülüyor).
Şimdi artık şöyle bir baskı vardır sizde diye tahmin ediyorum: İlk ikisinden birazcık daha fazla bir şey olmalı.
Tabii canım. Dinleyende zaten var, yapımcı kimse onda illaki oluyor, grup içinde de öyle. Boş konuşmaya benziyor biraz sıradan bir şarkı yapmak. Çok şart mı bilmiyorum, ama ben bayağı kasmış durumdayım, bu da üretimimi azalttı. Eskiden çok daha kolay şarkı yazıyordum, çünkü “kimse zaten dinlemeyecek” diye yazıyordum. Kendi kendime birkaç tespit yapıp güzel cümlelerle birleştirince, iyi de bir altyapı hazırlayınca, melodiyi de güzel bulunca bir şarkı çıkıyordu ortaya. Ama şimdi iyi bir şarkı göreceli değil, onu anladım ben. İyi bir melodi, güzel bir söz göreceli değil. O yüzden yazdıklarımı beğenmemeye başladım, bir sürü taslak var elimde, hiç bu kadar olmamıştı şimdiye kadar, çünkü yapar yapmaz yayımlıyordum. Şimdi on beş tane şarkı var yaptığım, muhtemelen üç tanesini filan albüme koyacağız.
Vizyon geliştikçe üretkenlik azalıyor doğal olarak. “Yaptığımız hiçbir şeyi beğenmiyoruz, o zaman yapmayalım” noktasına gelmemenizi ümit ederim. Biraz daha az oluyor herhalde, çünkü beş tane adamsınız ve birbirinizin psikolojisini düzeltebilecek durumdasınız. Zaten dördünüz Çorlu’dansınız, yalnız Boğaç İstanbul’dan. Gördüğüm kadarıyla yakın arkadaşsınız. Her grupta böyle değildir bu, bir “frontman”in etrafında toplanılır, ama sizde birbirine daha bağlı, daha yakın bir durum var herhalde.
Normalde evet, şarkı yazabilen bir adam vardır ve o adam “gitarist arıyorum” der, “davulcu arıyorum” der ve bir grup oluşturur. Bizde her şey eskiye dayandığı için benim zaten şarkı yazmadan önce de bir grubum vardı, o benim avantajım oldu. Bu adamlar çok eski arkadaşım olduğu için de birçok şeyi aşmış olduk biz. Herkes aynı düşünürse tek bir yöne çeker, ama farklı düşündüğümüz, farklı duygu durumlarında olduğumuz için sabit kalabiliyoruz. Boğaç’ın mizah konusunda etkisi çok güçlü. Çünkü onun kendine ait dünyası var, kendi izleyicisi var. O konuda ben de Boğaç’ın hayranıydım açıkçası. Educatedear’ı ben Boğaç’ı tanımadan önce de biliyordum ve arkadaşlarımla paylaşıp bayağı tükürükler saça saça gülerek izletiyordum. Davul çaldığını biliyordum, tamamen Facebook ekleşmesi. İzmir’den İstanbul’a taşınırken davulcumuz İzmir’de kalmayı tercih etti, ben de Boğaç’a “çalar mısın?” dedim, kabul etti. Grup elemanlarını da tek tek anlatayım. Ayhan Akbaş gitar çalıyor. Emrah çalıyordu eskiden, Emrah Fıçıcı. Emrah’la Ayhan yan komşulardır, evleri çok yakındır. Ben bir Emrah’a, bir Ayhan’a çalışmaya giderdim, sonra buluşup beraber bir şeyler kaydederdik. Emrah’ın ayrılığı aslında çok kırıcı bir ayrılık olmadı, Çorlu’ya gitmesi gerekiyordu ve Ayhan da ukde kalmıştı içimizde, çünkü albümlerde çalıp konserlerde çalmıyordu. Ayhan daha tecrübeli konserler konusunda ve artık Ayhan’layız. Ayhan aramızda tek müzik okumuş insan, teknik konularda da ona güveniyoruz. Çağrı Özer klavye çalıyor. Çağrı da üç tane üniversite okuyup bitirememiş bir arkadaşımız. Dünyanın en üşengeç ve en çok sigara içen insanı olabilir. Çok duygusal bir adam ve olumsuz bakma yeteneği var. Tek olumsuz bakan insan, iyi anlamda bir olumsuzluk tabii o, “abi acaba şöyle yapmasak mı?” veya “abi biraz kötü mü oldu?” diyen insan. Bizim gözardı ettiklerimizi o yakalıyor. Bence gerekli bir şey, her grup için lazım bir figür. Ramazan Kırdım bas gitarda. En sevdiğim arkadaşlarımdan biri.
Kazaklarıyla da ünlü.
Umut Sarıkaya’nın bas çalan hali diyeyim sana. Adam çok saf, çok iyi niyetli, bir tane kötü bir hamlesi, hareketi olmamış. Ailesine, sevdiklerine çok bağlı bir insan ve çok mütevazı. Ben “mütevazı rock yapıyoruz” diyorsam Ramazan başka bir şey, master yani. Ben de bu ekibin biraz başını çekmeye çalışıp, biraz toparlayıp, biraz lokomotif görevi görüyorum aslında. Bunu da seviyorum, zoraki yapmıyorum. Kardeşim var, abilik duygusu biraz fazla baskın herhalde bende. Arkadaş ortamlarında da etkisi oluyor onun. Kararsızlık oldu mu işleri ele almaya çalışıyorum.
Ama yok öyle kararlı şeyler.
(gülüyor) Çok kararsızım; ama çıkmaza girdiğinde ilk aklıma geleni yapan bir adamım. Yürümesi lazım bazı şeylerin, “durmak bize yakışmış” motto, yakışmaması lazım, silkelememiz lazım. O yüzden sürekli “üretelim”, “daha iyisini yapalım”, “hadi bugün içelim”, bu konularda sürekli bir şeyler üretip insanları sıkılganlıktan kurtarmaya çalışıyorum.
İşin biraz ekonomik boyutunu sormak istiyorum. Benim gözlemleyebildiğim şu var, siz albüm satışlarından çok bir şey kazanmıyorsunuz.
Sıfır.
Ama konserden geçiminizi sağlayacak kadar bir şeyler kazanabiliyorsunuz. Haftada 2-3 gün konser vererek, insani standartlarda müzisyen olunabilir mi İstanbul’da?
İstanbul’da olunamaz abi. Zaten bu iş İstanbul’da oluyor, o yüzden cevap hayır. Yani Kenan Doğulu değilsen, Sıla değilsen, yeni isimlerden saymak gerekirse Model ya da Mabel Matiz değilsen olamazsın. Bu insanları yermek için söylemiyorum. Bu insanlar üçüncü-dördüncü albümlerini yapıp bizim geçtiğimiz yollardan geçip bizim bir üst gömleğimiz olan insanlar. Oraya gelince kazanılıyor biraz. Bizim bir döneme daha ihtiyacımız var geçinebilmek için.
Aslına bakarsan bu durumun dinleyici bakımından şöyle bir avantajı var, müzisyenleri sürekli konser vermek zorunda tutuyor. Sizin için bir noktadan sonra keyifli de olsa zor bir hayata dönüşüyor, onun farkındayım, ama bu sayede sürekli erişilebilirsiniz. Ben bir-bir buçuk ay içinde gitmek istesem İstanbul’da bir YÖKŞ konseri bulabileceğimi biliyorum. Ama işte bir noktada konserlerden dişinizin kovuğunu doldurabilecek kadar kazanabiliyor olmanız lazım. Böyle bir ekonomiye gelmesini umalım bu işin.
Bir de şöyle bir şey var, sahne de çok profesyonel bir iş aslında, iyi yapmak lazım, kötü yapınca olmuyor. Roadie’n, tonmaister’ın, ışıkçın, ekipmanların, ulaşımın, bunlar da hep maliyet. Biz şu an taksiyle veya dolmuşla gidiyoruz, bir tane roadie’miz, bir tane de tonmaister’ımız var. Ama Mor ve Ötesi ya da Duman’a bakıyorsun, dün Redd’e baktık mesela, adamların on tane teknisyeni var. Bu da erişmek istediğimiz şey. Şu an biz bayağı her şeyi sahneye taşıyıp, seyircinin önüne çıkıp çıkıp geri gidiyoruz. O da bozuyor biraz imajı (gülüyor). İyi para kazanırsan profesyonellik de yanında geliyor yani, oraya varmak istiyorum.
Ki siz artık amatör bir grup olmayan, yeni ama beğenilen profesyonel bir grup olarak bunu söylüyorsunuz.
Amatörlükten yeni sıyrılıp profesyonelliğe doğru tırmanan eteğin yamaçlarından birindeyiz.
Aslında bizim nesille beraber bu işin biraz daha olumlu yere gidebileceğini düşünüyorum, çünkü siz büyüdükçe bu işin ekonomisi de büyüyor.
Doğru, olay öyle yürüyor. Yani Büyük Ev Ablukada şu an 100 TL’ye konser yapsa gidilir, giden olur daha doğrusu. Bunun için bizim daha vaktimiz var. Konserlere çoğunlukla öğrenci geldiği için “abi paramız yok, yazar mısınız?” diyorlar, biz de “tabii ki yazarız” diyoruz. O konuda biraz halden anlıyoruz diyeyim. “Kusura bakmayın” demiyoruz veya menajer gidip “güvenlikle halledin” demiyor. Dinlemeye gelmişse bizim için önemli olan o, yani işin parasında olmadığımızı anlatmaya çalışıyorum. Çünkü zaten ortada para yok. Çok sık konser yaparsan, evet, para kazanırsın. Arka arkaya konserler de ilkbahar ve sonbahar dönemlerinde, yani okulların kapanış ve açılış dönemlerinde oluyor. O zaman bize iyi harçlık çıkıyor, ama harbiden sadece harçlık. Maddiyat açısından hiç bel bağlanmaması gereken bir kara delik. O yüzden hepimizin mesleği var, şu an yapmasak da. Ben parasız kaldığım zaman dönem dönem yapıp çekiliyorum veya “freelance” sürdürüyorum.
Ne yapıyorsun?
Endüstriyel tasarım okudum, ama piyasada hiç bu işi yapmadım. Grafikerlik yaptım, reklam yazarlığı yaptım, jingle yaptım…
Reklam dünyasına girip çıkıyorsun arada gerekli olduğu zaman. Ne kadar çirkin alan olduğunu anlatmama herhalde gerek yok. Etrafta kendini birazcık gösteren “kreatif” adamları toplamaya çalışıyorlar. Herhangi bir reklam şirketi size “ben Yok Öyle Kararlı Şeyler’in duruşunu, ismini, popülerliğini kullanmak istiyorum” diye geldi mi?
Evet geldi, iptal oldu sonra. Kırtasiye ve resim malzemeleri üreten büyük bir markanın bir reklamında oynayacaktık grup olarak. Hem Educatedear’dan hem de bizim “şarkı çizip resim çalma” muhabbetinden yola çıkıp çizgili bir klip yapacaklardı. Güzel de bir bütçesi vardı, ama iptal oldu. O sırada tam sergiyi yapıyorduk hatta, “bari sponsor olun” dedik, onu da yapmadılar.

Biraz sergiyi konuşalım o zaman. Ben aslında sizin nesilden bu bağlamda yeni bir şeyler bekliyorum. Bu lansman da bana “bu adamlar yeni bir şeyler deniyorlar” dedirtti. Sizin bu kafalara ne kadar yakın olduğunuzu da dinlemek isterim. Bunun gibi başka yeni şeyler hiç düşünür müsünüz?
Aslında düşünürüz. Şu an için hepsi beyin fırtınası aşamasında. Şarkı sergisi ilk cesaret örneğimizdi, riskli de bir şey aslında, çünkü hiç olumlu geri dönüş almayabilirdi. Lansman dediğin nasıl olur, çıkarsın sahneye çalarsın, “hoş geldiniz” filan. Biz çalmadan lansman yaptık ve “şarkı çizip resim çalma” mottomuzu hakikaten hayata geçirdik. O motto sadece benim bir eskiz defterine şarkı yazarken şarkının dünyasını çizip, söz bulamıyorum mesela bir nakarata, ” bu şarkı nerede geçiyor” diyip sayfaya çizerim. “Aa burada geçiyormuş, böyle bir şey de varmış” diye bulabiliyorum, görmek daha iyi yazmaya yarıyor aslında. Yaptığımız tüm şarkıları 17 farklı kişi çizdi, bir tanesini de ben çizdim. Kulaklık ayarladık, monteledik arkasına sakladık. Tabloya bakarak dinledi herkes, yapınca anladık ne kadar güzel olduğunu aslında.
Artık pazarlamanın daha insani, daha yaratıcı ve o kadar geniş bir kitleye ulaşmasa da değerli bir sonuç ortaya çıkaracak yöntemleri var.
Çok haklısın, bu vizyondur, perspektiftir, sadece müzik grubu olmadığının bir kanıtıdır ve bunu ben çok isterim. O yüzden mesela biz piknikler yapıyorduk, “Ne Var Ne YÖKŞ?” diye buluşmalar yapıyorduk. Çok konser veremediğimiz zamanlarda çıkmıştı bu. Bizim dinleyenlerimiz var, farklı düşünebilen güzel insanlar bunlar, onlarla tanışıp fikir alışverişi yapmamız lazım. Buluşalım dedik, adını “Ne Var Ne YÖKŞ?” koyduk ve Büyükada’da piknik yaptık. 40-50 kişi geldi ve bilet yerine “en ön sucuk, orta sıra domates, arka sıra kola” filan yazdık. Hakikaten uydu da gelenler, sucuk alıp gelmiş en öndekiler, oradan izlediler (gülüyor). Farklı şehirlerde de yaptık bunu, İzmir’de Kordon’da yaptık mesela. Sonra şapka yaptık, “beni kafana takma” şapkası… Kendimize logo yaptık, kendi pena tasarımımı yaptım. Posterler, grafik tasarımlar, tişörtler, hepsiyle ben uğraşıyorum ve zevkle uğraşıyorum. “Kendi Kendine Röportaj” diye bir seriye başlamıştım 2012’de, kimse röportaj yapmıyordu o ara bizimle. Kendim soru sorup efendi gibi oturup cevapladım (gülüyor). Sonra bu sergi en güzeli oldu, yeni albümde de yeni bir şey yapmak istiyoruz. Bir dizi projemiz var. Mocumentary diyor yabancılar, müzik belgeseli gibi, The Office dizisini izlediysen ona benzeyen, beş dakika, stüdyo halleri, konser halleri, backstage halleri…

Biraz yeni albümden bahsedelim. Benim en sevdiğim şarkınız “Ağustos Gökleri”, albümde yer almasına sevindim. Neler farklı olacak, ne yapıyorsunuz bunda farklı olarak?
Bu elimdeki taslaklardan bahsetmiştim ya, boşa atış yapmak istemiyoruz. On şarkı mı olacak mesela, güvendiğimiz şarkılar olsun istiyoruz. Çünkü geçmişe bakınca, zaten hepi topu iki albüm var ki ilki albüm bile değil, evde yaptığımız şarkıların CD bulmuş hali, hepsini akla gelir gelmez yapıp, ilk bulduğumuz melodiyle çalıp, ilk bulduğumuz kayıt ortamında kaydedip, kendimiz miks yapıp yayımladığımız işler. Bundan kurtulmak istiyoruz, ilk karar verdiğimiz şey bu oldu aslında. Daha profesyonel, daha güvenilir, daha içimize sinen bir albüm olacak. Şarkılar da biraz daha muhalif, yine ayrıntılar ve tespitlerle dolu, biraz da duygusal. Ben aşk şarkısı yazamıyorum, bayağı duygusalım aslında. En azından çoğu şarkı yazarı kadar duygusalım diyeyim, ama bu kadar çok yapıldığı için bıkkınlık geldi artık. Sadece aşk şarkılarıyla dolu bir dünyamız var. Yurtdışında da öyle, pop şarkılarına ya da rock şarkıları bakıyorsun, hep “oo bebeğim çok üzdün, neden gittin?”, “sensiz gömleğimi yırttım, yastığıma sarıldım…” Bunlar ilk akla gelen şeyler be abi. Tamam, hepimizin sevgilisi oldu, ayrıldık, seviştik… Ben mesela sevgilime duyduğum özlemi halının desenine benzetmiştim bir şarkıda, pek anlaşılmamıştı. Herhalde ben beceremiyorum bu işi dedim, biraz soğumuştum. Şu an biraz onu kırıyorum, duygusal şarkılar yazmaya başladım. “Ağustos Gökleri” ilk kırışlarımdan biriydi aslında. Albümdeki sözlerin ona yakın olacağını söyleyebilirim. İmkân olarak çok iyi bir stüdyo bulduk ve ilk defa sound arıyoruz, “bu ton mu olsun?” diye üç gün, bir hafta filan uğraşıyoruz. Davulda farklı bagetler, farklı setuplar, farklı mikrofonlama teknikleri deniyoruz; çünkü ilk kez tonmaister olarak tüm aşamalarda bir mühendisle çalışıyoruz. Meriç diye çok yetenekli biri o da. Konserlerde, soundcheck’lerde bile beste deniyoruz her fırsatta. Dolayısıyla başarabilirsek şimdiye kadar yaptığımız en tutarlı, en rahat anlaşılabilecek ve müzikal açıdan en çok tatmin eden albümü yapmaya çalışıyoruz. Acelesi de yok, baktık yetişmiyorsa olana kadar erteleriz. Tek tük şarkı yayımlarız yine, soğutmayız arayı. İyi bir albüm yapmak istiyoruz.
Yakın zamanda bir konseriniz var mı?
Şu an şenlik dönemi, şenlikler var bolca. Haziran’da zaten kapanıyor.

Ben ne olursa olsun bu kadar samimi konuşacağını düşünmemiştim, eyvallah.
Özlüyoruz oğlum böyle şeyler konuşmayı. Genelde röportajlarda iş yapmak için geliyor insanlar, çok temel şeyler sorup, özellikle isimle ilgili bir dolu soru sorup gidiyorlar. İsme çok takılıyorlardı, o yüzden hiç takılmadığın için teşekkürler, yıldık çünkü. İşin komiği, ben artık isme takılmasınlar diye uzun isim koymuştum. Biraz ironikti yani amacım, “isme takılmayın, bilerek saçma ve uzun koyuyorum ki müziği dinleyin” demeye çalışıyordum. Ama tam tersi oldu, “aa saçma ve uzun bir isim, müziği boşver” dediler.
Güzel ve dolu dolu bir söyleşi olmuş.İşine hakim çocukların hali bir başka canım..
Yalnız tekabül ne anlayamadım ihtiyar:)