Ege Bölgesi’ndeki (birbirinin sırtına çıkan insanların değil, gerçek develerin yaptığı) deve güreşlerini bölge insanlarının develerle olan yakın ilişkileriyle birlikte anlatan Yok Devenin Pabucu: Bir Aşk Hikâyesi, insanın içinde bir an önce gidip bu insanlar ve develerle tanışma isteği uyandırıyor. 35. İstanbul Film Festivali‘nin Ulusal Belgesel Yarışması seçkisinde yer alan filmin yönetmeni Sibel Mary Şamlı’yla develer ve filmler üzerine uzun uzun konuştuk. Bu sohbeti Baba Zula eşliğinde okumanız önerilir.
Filminiz çok eğlenceli, ama çekim hikâyeniz de bir o kadar ilginç. Bu fikir aklınıza nasıl geldi, oradan başlayalım.
Gizem’le (filmin yapımcılarından Gizem Selçuk Casalins) üniversiteden sonra kendimize bir proje aramaya başladık. İkimiz de araştırmayı seven insanlarız. Çevremizdeki çoğu insan gibi yazları Ege ve Akdeniz’de geçiriyoruz, bir sonbahar günü de arabayla Asos civarındayken bir deve gördük. Bir adam yolun kenarında köpek gezdirir gibi deve gezdiriyordu. Arabayı kenara çektik ve inip gerçekten “bu deve ne yapıyor burada?” diye sorduk ve bakıcısıyla muhabbete başladık. Adamın beş-altı tane daha devesi olduğunu ve deve güreşi için tuttuğunu daha sonra öğrendik. Bunun üzerine hemen bizi damdaki develerle tanıştırdı, hatta elini devenin ağzına sokup “bakın böyle seviliyor” diye gösterdi (gülüyor). Daha sonra komşularının da develerini göstermek için bizi Asos yakınlarındaki Ayvacık kasabasında gezdirdi. Orada tanıştığımız insanlar sürekli “sezon kışın başlıyor, aralıkta güreş var mutlaka bekleriz” diye bizi çağırdı. Konuyu çok bilmesek de görmeye değer olduğunu düşündük.
O sırada aradığınız projenin bu olduğunu anladınız mı yoksa sadece görmek mi istediniz?
Kesinlikle o gözle gidecektik, ama o sıralar ikimizin de kamerası veya ekipmanı yoktu. Benim bir tane Pentax’ım vardı, Gizem de ablasının Nikon’unu aldı. 19 Aralık’tı sanırım, araştırma görüntüsü almak, gördüklerimizi kaydetmek için güreşe gittik. Yavaş yavaş hem o gün köyde tanıştığımız insanlarla kaynaştık hem de başka insanlarla tanıştık. Yaklaşık 3500 insan vardı o gün. Sabah 10’dan akşam 4’e kadar içki, dans, mangal, develer, süslerle geçti. O süsleri ilk defa gördüğümüz için daha da dikkatimizi çekti. Daha önce gördüğümüz deve süslenmemişti, yaz aylarında develer çıplak oluyormuş. Kışın bütün ihtişamlarıyla, üzerlerindeki el sanatlarıyla karşımıza çıktılar. İnsanların misafirperverliği de hoştu, herkes “hadi, bizim pirzolamızdan da yiyin”, “bakın, benim balığım çok meşhur” gibi şeyler söylüyordu. Ortama böyle dahil olduk ve anladık ki bir güreş çekmek yeterli olmayacak. Tanıştığımız insanlar bize sürekli başka yerlerdeki güreşlerden bahsediyordu. Biz de o yıl mart ayına kadar dört beş güreşe gittik. Araştırmamızı yapınca en büyüğünün Selçuk’ta olduğunu gördük, Nazilli ve Aydın’dakilerin çok güzel olduğunu öğrendik. Devecilere de hangi güreşlere gitmenin görsel açıdan iyi olacağını danıştık.
Bu güreşler sadece Ege’de mi yapılıyor?
Aslında Çanakkale’den başlıyor. Ege’nin tamamında, bir de Antalya’da var. Yörük kültürü olduğu için yörüklerin yoğun olduğu yerlerde.
Yani bir yıl sizin için öğrenmeyle geçti diyebiliriz. Filmi çektikten sonra sponsor arayışlarınız başlıyor ve epeyi bir zaman daha geçiyor. Bir de araştırma sırasında bir yandan burada çalışmaya devam edip haftasonları gidiyordunuz sanırım?
O beş güreşe gittiğimiz sırada Gizem de ben de burada tam zamanlı çalışıyorduk. Haftasonları zaman buldukça güreşlere gidiyorduk. İkinci sene film çekecek kadar bilgi edinmiştik. Karakterlerimiz, hikâyemiz ortadaydı ama başka hiçbir şeyimiz yoktu (gülüyor). Paramız da yoktu, yapımcımız da yoktu. Bir sonraki sonbaharda devecilerle konuşarak onlardan aldıklarımızla bir bütçe oluşturmayı düşündük. Bizi “yok devenin pabucu diye gezen iki kız” diye tanımışlardı artık. Bu endüstrinin liderleri, ağaları sayılabilecek, kendi işlerini yapan zenginlerine uğrayıp onları “böyle bir proje yapıyoruz, hepimizin bir payı olsun” diyerek ikna etmeyi düşündük. Arabaya atlayıp Ezine’de iş adamlarına uğradık, Çine’de Kamil Tuncer diye sekiz devesi olan çok zengin bir petrolcüye gittik. Belediyelerin de çok büyük payı var. Ekibin konaklamasını karşılamak bizim için büyük bir destek anlamına geliyordu. Hikâye gereği büyük yerlere gitmek istiyorduk. İstanbul’da ses ve kamera sponsoru bulduk. Görüntü yönetmeni ve sesçiyi çok düşük bütçelere, eğleneceklerine iknaederek getirdik (gülüyor). Canon 5D’si olan arkadaşlarımızı gelmek isterlerse her masraflarını biz karşılayacağımıza dair söz vererek ikinci kamera olarak çağırdık. İkinci sene çekimi öyle hallettik.
O kadar fazla görüntüyle kurgu süreci nasıl geçti?
Yaklaşık 60 saatlik kaydımız vardı. Dört büyük güreşe gittik. Cuma akşamı varıyoruz. Cumartesileri süslemeler, güzellik yarışmaları ve filmde yer veremediğimiz halı geceleri vardı. Devecilerin bir araya gelip halı açık artırması yapıp eğlendikleri bir gece. Pazarları da güreş oluyordu. Bütün bu görüntüleri çektikten sonra bir araya getirip hikâyeleştirme aşamasında uzun bir duraksama oldu. Benim yurtdışında bir projem vardı, altı ay oraya gittim. Gizem de o sırada Asos’a taşınıyordu. Açıkçası zaten ilk filmim olduğu için bir uzun metraj belgeselin nasıl kurgulanacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Bir sürü yönetmenle görüştüm ve hepsi “sen editlemelisin, senin hikâyenin oraya yansımasında çok büyük bir payı olacaktır” dedi. Ben de üniversitede kurgu dersi aldım tabii, ama 60 saatlik görüntüyle ne yapacağımı hiç bilmiyordum (gülüyor). Kendimce hepsini düzenledim, bütün videolara isim verdim, ama orada kaldı. Sonra post-prodüksiyon için bir bütçe oluşturmamız gerektiğini anladık. Fongogo o sıralarda yeni çıkıyordu ve bir arkadaşımız tavsiye etti. Türkiye’ye kitle fonlaması geliyordu ve bizim film ilk projelerden biri olacaktı. Hatta galiba başarılı olan ilk proje oldu ve platformun tanıtımına da bir katkı sağladı. Biz kendimizi zaten tanıtıyorduk, yapım dört sene sürünce bütün çevremiz ve tanıştığımız insanlar bu projeden haberdar olmuştu, bittiğinde filmi izlemeye hazır bir kitle vardı yani (gülüyor). Fongogo bir öntanıtım gibiydi, filmi duyurmamıza yardımcı oldu. Ayrıca Fongogo’dan Kaan Yazgan projeye daha fazla dahil olmak istediğini söyleyince ortak yapımcımızı bulduk.
Filmin yapım aşamasında bunun gibi çok kilit isimler var. Vedat Çalışkan onlardan biri. Onunla nasıl tanıştınız, bu süreç filmi nasıl etkiledi?
Ben zaten film okudum. Gizem de prodüksiyon deneyimi olan biri. O yüzden önyapımı kusursuz bir şekilde tamamladık. Araştırma sürecinde aklına gelebilecek bütün formlar, izinler, başvurular, kalın ve ayrıntılı dosyalar hazırdı. Ama bu konuya ne olursa olsun dışarıdan bakan bir ikili olduğumuz için eksik kalmak veya hatalı bilgi vermek istemedik. Bir akademik danışmanımız olsun diye düşünerek bu konuda yazılar, makaleler, kitaplar yazmış, Selçuk Belediyesi’yle de daha önce çalışmış Vedat Çalışkan’a ulaştık. İlk iki sene ara ara kendisiyle de görüşüp bütün sayıları, bilgileri ondan öğrendik. Devecilerin hepsi uyduruk sayılar veriyor çünkü (gülüyor). “Kaç deve var?” diyorsun, “10.000 deve var” diyor. “Kaç senedir var?” diyorsun, “Bilmem, 600 senedir vardır” diyor. Filmde o kadar teknik bilgi olmasa da bunların aslını bilmemiz gerektiğini düşündük.
Filmin müziğini de Baba Zula yaptı. Siz bundan ne kadar mutlu olduğunuzu her fırsatta söylüyorsunuz. Filmin de müzikleriyle çok kuvvetlendiğini görüyoruz zaten. İzlerken o mutluluğunuzun filme de yansıdığını ve bazı kısımlarının adeta Baba Zula’ya bir övgü niteliği kazandığını hissettim. Onlar projeye nasıl dahil oldu?
Geçen sene filmin kurgusunu bitirdiğimizde hepimiz eksiklerinin olduğunun farkındaydık. Aslında üç sene önce çekilmiş bir filmdi ve geçen zaman içinde ben kendimi bazı konularda geliştirmiştim. Geri dönsem kesinlikle aynı karakterleri kullanırım, ama çok farklı bir şekilde çekeceğime eninim. Hikâyenin tamamlanması için, o atmosferdeki canlılık, sıcaklık ve eğlence ruhunu betimleyecek bir müzik gerekiyordu. Nasıl bir müzik olabileceği üzerine konuşulurken Baba Zula hep aklımıza gelen ve tavsiye edilen bir isimdi. Ama “nasıl yaparız, biz isteriz ama Baba Zula bu filme müzik yapar mı?” diye düşünüyorduk (gülüyor). Solist Melike’yle iki-üç sene önce caz festivalinde tanışmıştık. Ona yazdım, o da Murat ve Levent’le paylaşmış. Bir-iki hafta sonra döndüler ve çok ilgilendiklerini, bizimle mutlaka görüşmek istediklerini söylediler. Ben de bütün müzik notlarımı onlarla paylaştım. Filmin neresinde bir tempo düşüşü varsa ya da anlatmak istediğimiz şey karşıya geçmiyorsa orayı müzikle tamamladık. Murat’la beraber oturup sahne sahne çalıştık. Oranın ekrana yansımayan ruhunu açıklamaya çalıştım. Filmin davetkâr bir havası olsun, seyirci o atmosferden hiç kopmasın istiyorduk. Oranın doğal seslerini, müziklerini bozmamaya gayret ettik. Onlar da güreşlerdeki davul-zurnaların öneminin farkındaydı. Hüsnü Şenlendirici’nin perküsyoncusu davul çaldı, bir tane de zurna getirdiler stüdyoya. Bunun dışında on üç farklı enstrüman vardı ve iki gün boyunca on dört-on beş saat çalışarak on iki parça yaptık. Murat da zaten Muğla doğumluymuş ve deve güreşlerine hiç gitmemiş olsa da evde her zaman bir deve süsü asılıymış.
Biraz filmin içeriğinden bahsedelim o zaman. İnsanların develerle kurduğu ilişki çok hoş. Çocukları gibi gördüklerini söylüyorlar. Ayrıca bu kültürün değerli olduğunun ve daha fazla paylaşılması gerektiğinin farkındalar. Güreş Festivali adı verilen etkinlikler düzenleniyor ve yurtdışından dahi katılanlar oluyor. Hem insanların develerle kurdukları ilişkiyi hem de bu festivallerin nasıl geçtiğini sormak istiyorum aslında.
Belgesel yaparken en zorlanılan kısımlardan biri karakterlerin hayatına erişim. Onlar hayatlarını size açması, sizin onların hikâyesine dahil olmanız filminizi ciddi anlamda etkiliyor. Gerçekten ataerkil bir ortam orası, %95 erkeklerin uğraştığı bir iş.
Habibe Hanım vardı bir tane sanırım, çok sempatikti.
Evet, Habibe Teyze (gülüyor). Bakıcılardan biri o, savran deniyor orada, Türkiye’deki savranların yüzde 2’si kadın, belki o kadar bile değildir. O yüzden önemli bir ayrıntıydı aslında. Bizim de iki kadın olarak gelmemiz onlara ilginç geldi ve muhtemelen bu yüzden evlerine daha rahat girdik. İstanbul’dan iki tane, konuyla hiç ilgisi olmayan kadın gelip neredeyse tamamı erkeklerden oluşan bu ortamın filmini çekiyor. Bunun bizim yararımıza olduğunu düşünüyorum ve hikâyeyi anlatma açısından da farklı bir bakış kattı.
Aslında bizim bu filmi yapabileceğimize olan inancımız, çevredeki insanların davetkârlığıyla arttı. Hiçbir şey saklamıyorlar, zaten muhteşem bir kültür, muhteşem bir gelenek ve tarih. “Buyurun gelin, bakın, bak suluyorum işte devemi çünkü hava çok sıcak” diye anlatıyor mesela, gerçekten naif bir şekilde her şeyi fazlasıyla açıklıyorlar. Bu kadar görselliği yüksek ve eğlenceli bir kültürün Türkiye’de bu kadar az biliniyor olması da bizim dikkatimizi çekti. Aslında gururlanmamız gereken bir şeyken hiç önemsenmemiş. Bizim kesimde ne modaysa oraya yönelme eğilimi oluyor. Rakı Festivali dedin mi herkes orada, ama burada da böyle bir şey var. Kışın hava kötüyse herkes evde oturuyor, ama yazın zaten gittiğin Ege’de böyle bir alternatif de var. Gerçekten de eğlenceli bir haftasonu vaat ediyor, müzik festivaline gider gibi gidiyorduk biz. Poşunu alıp, montunu ve botlarını giyip gidiyorsun, bütün gün açık hava, mangal. Ege ve Akdeniz güneşli de oluyor zaten. Biriyle tanışıyorsunuz sizi hemen komşusuna götürüyor. Orada yemek masası kuruluyor. Çevrede deveci olan herkes davet ediliyor, eski fotoğraflar çıkıyor ortaya, her yerde bir hikâye var. Ayrıntılar sonsuz ve insanların evleri zaten çok ilginç. Avlu var ve deveyle aynı avluyu paylaşıyorlar. “Kaç çocuğun var?” diye sorduğun zaman, mesela “Dört çocuğum var; Ali, Ahmet, Canan, bir de devem” diyorlar (gülüyor). Biz bunu onlara söyletmediğimiz halde bunu söyleyen insanlar çıktı karşımıza. “Yok Devenin Pabucu” bizim gerçek şaşkınlığımızın ifadesi yani, “bir aşk hikâyesi” de o inanılmaz ilişkilerinden ortaya çıktı. Deve kinci bir hayvan olarak bilinir, ama aynı zamanda ne kadar sevgi verirseniz ondan o kadar sevgi görüyorsunuz. Gerçekten çok büyük bir hayvan, alışması zor oldu ama bazen dama giriyorsunuz, “bu hiçbir şey yapmaz” diyor bakıcısı ve gidip öpücük gönderdiğiniz zaman küçük bir kediymiş gibi sırnaşıp size karşılık veriyor. Öyle bir ortam görünce festivalin yanı sıra bunlara da yer vermek istedik. Sahaya çıkan bir hayvan var, her güreş beş dakika sürüyor desek senede en fazla bir saat orada. O bir saat için her günün her saati deveye büyük bir ilgiyle bakıyorlar. Bu emeği işleyerek kültürü de biraz tanıtmak istedik.
Bir hayvan hakları avukatıyla ihtilaf yaşamıştınız sanırım. O nasıl oldu?
İlk yılımızda biz önce bir blog açtık, sonra bütün devecilerle tanıştık ve ikinci yıla doğru iş yavaş yavaş duyulmaya başladı. TV8’de Cengiz Semercioğlu’nun bir programı vardı, bizi canlı yayına davet ettiler. Biz de Gizem’le bir belgesel yapıyorduk ve konuyu gerçekten severek işliyorduk, naif naif gittik o yüzden. Programın nereye gideceğine dair hiçbir fikrimiz yokken telefonla bir hayvan hakları avukatı bağlandı. Bizim de pek cevap verme imkânımız olmadı açıkçası. “Hayatımda böyle canilik görmedim, develeri zincirliyorlar” gibi yorumlar yapıldı. Biz konuya çok hakimdik ve o sırada bir buçuk-iki yıldır bu işin içindeydik, hiç de öyle bir şeye rastlamamıştık. Tabii o sıralar kendimizi nasıl ifade edeceğimizi, konuyu nasıl temsil edeceğimizi tam olarak bilmiyorduk. Avukatın bahsettiği develer, Antalya’da üzerinde turist gezdirilenler. Güreş develerine kesinlikle böyle bir muamele yok.
Deveciler birbirleriyle rekabet etmek için, itibarlarını vurgulamak için develerinin değerini kullanıyor. “Benim devem en meşhuru, benim sekiz devem var, benim devem 500.000’lik, benim 1 milyonluk yatırımım var” gibi sözler aslında “ben 1 milyonluk adamım” demeyi de içeriyor. Hayvan hakları tartışmaları biraz böyle başladı. Aydın’da bizim tanıştığımız bir sürü hayvan derneği vardı. Onlar da bunu destekliyorlar, çünkü bu insanlar develere inanılmaz iyi bakıyor. Sivas kangallarını ve develeri koruma adına çalışmalar yürüten Doğal Irkları Koruma Derneği bu develerin artık Türkiye’de bir yeri, bir işlevi olmadığını ve bu kültür bittiği ya da hukuken engellendiği anda hepsinin kesilip “sucuk” olacağını savunuyordu. Hatta deve güreşlerini destekleyen “Develer Sucuk Olmasın” diye bir kampanya başlattılar. Güreş aslında o develere sahip çıkmak için bir bahane. Çoğunluk çiftçi olduğu için yazları çalışıyorlar, kışları daha boş oluyorlar ve bu bir çeşit sosyalleşme aracı oluyor. Güreşlerin 10-15 TL’lik bir giriş ücreti var, onları da köyün ihtiyaçları için kullanıyorlar. Devesi olsun ya da olmasın, bölge halkının tamamı bu kültürden çok memnun. Bir biz bilmiyoruz işte (gülüyor).
Biraz da İstanbul Film Festivali sürecini konuşalım. Nasıl başvurdunuz, festival genel olarak nasıl geçti sizin için?
Ben beş sene önce İstanbul Film Festivali’nde stajyer olarak çalışıyordum. O yüzden İKSV ofisinden insanları tanıyorum. Beş sene sonra o ortama yönetmen olarak dönmek çok heyecan vericiydi benim için. İstanbul Film Festivali bence Türkiye’de girilmesi gereken en önemli festival ve hedefimiz hep filmi onun tarihlerine yetiştirmekti. İlk filmi olan yönetmenler daha genç oluyor tabii ama ben o ortalamanın da altındaydım. Endüstriye bir şekilde giriş yapmak, bütün bu söyleşilere katılmak çok güzeldi. Köprüde Buluşmalar, özellikle benim gibi yurtdışıyla ortak iş yapmak isteyen yönetmenler için çok değerli.
Festivaldeki diğer filmlerden izleme fırsatı bulduğun oldu mu?
Genç Pehlivanlar‘ı çok görmek istiyordum. Hem Ulusal Belgesel Yarışması seçkisindendi hem de Berlin’de açılış yapmıştı. Bizim filmin her zaman yurtdışına ulaşmasını umuyoruz ve bunu başarmış bir belgeseli izlemek istedim. Konu da tabii benzerdi: yağlı güreş, pehlivanlar… Bizim develere de “pehlivan” deniyor zaten. Konuyu nasıl ele aldıklarını, nasıl bir ürün ortaya koyduklarını merak ediyordum. Onun dışında kısa filmleri izledim. Açılış filmi Midnight Special‘ı izledim ve “bu nasıl açılış filmi olmuş?” diye düşündüm açıkçası (gülüyor). Onun dışında da Belgica ve Şövalye‘yi izleyebildim. Diğer belgeselleri de kesinlikle ilk fırsatta izleyeceğim.
Bir de Yok Devenin Pabucu‘nun bundan sonraki yolculuğunu merak ediyorum. Biliyorsun festivalde gösterilen Kapalı Gişe belgeseli dağıtım meselesinin tekrar gündeme gelmesine aracı oldu. Biz de konuyla ilgili bir yazı yayımladık hatta. Dağıtım, gösterim durumu ortada. Başka nerede izleyebileceğiz biz bu filmi?
Başka Sinema’dan Marsel’le tanıştık festivalde. Türkiye’de böyle bir belgeselin tek gösterim mecrası Başka Sinema olabilir gibi gözüküyor. Festivalden sonra hemen bir İlkler Seçkisi yapmışlar, Genç Pehlivanlar oraya giren tek belgeseldi. Ama her çarşamba saat 9 buçukta belgesel göstermeye devam ediyorlarmış. Bu bir seçenek. Onun dışında olabildiğince farklı dağıtım yollarını göz önünde bulundurmamızı önerdiler. Özellikle üniversiteler, belgesel günleri gibi girişimler. Bizim filmi yaparken başlıca hedefimiz filmi çektiğimiz yerlerde izletebilmekti. En büyük festival Selçuk’ta olduğu için orada mesela, hem içinde olan devecilere hem de diğer insanlara bu filmi göstermek istiyoruz. Kış ayı yapılmasına rağmen dış mekan odaklı bir festival oluyor, geceleri dahi herkes dışarılarda. Bir Selçuk güreşinden önce açık hava sineması yapıp orada gösterebiliriz. Birkaç farklı deveci derneğiyle konuşup, belediyelerle de belki anlaşıp birden fazla yerde gösterim yapabiliriz. Onun dışında Ege Belgesel Günleri’ne gönderdik, 10-15 Mayıs arasında orada gösterilecek. Bir de Arjantin Türk Filmleri Haftası’na girdik. Gizem’in kocasının ailesi orada, büyük bir kitlemiz var yani (gülüyor). Şimdilik daha niş yerlere yönelmemiz gerekiyor. Filmin hakları nereye gider, biri alır mı bilmiyorum ama bizim elimizde kalırsa da 1-2 sene içinde zaten olabildiğince çok insan izlesin diye internete koyarız.
Peki bu güreş festivallerini nereden takip edebiliriz?
Deveciler.com‘dan (gülüyor). Bütün bu topluluğun sezonluk takvimi oluyor, futbol turnuvası gibi. Bütün güreşlerin tarihi, hangi kasabalarda yer aldığı yazıyor. Aralıktan başlıyor, Mart ortasına kadar her pazar günü en az iki-üç yerde birden yapılıyor ve bu güreşler birbirleriyle en iyi develeri kapabilmek için de yarış halindeler. “O deve nereye giderse ben de oraya giderim” diyen hayranları var, en çok bileti satabilmek için en popüler develeri istiyor herkes. Kışın yaklaşık sekiz-dokuz hafta boyunca her haftasonu gitmek istediğiniz yöreye göre takip edebiliyorsunuz.
Bundan sonrası için yeni bir proje fikri var mı aklında?
Bu her zaman hobi gibi yandan yürüyen bir proje oldu. Post-prodüksiyon süreci bu kadar uzayınca bir daha yapıp yapamayacağımı çok düşündüm, ama bittikten sonra inanılmaz büyük bir haz veriyor. Bunu kesinlikle bir kere daha yapmak istiyorum. İki kişi olmamız da çok işe yaradı. Gizem liseden beri en yakın arkadaşım ve birimiz düştüğünde öteki kaldırdı. Birbirimizi taşıdık aslında.
Türkiye’de bir sürü hikâye var. BBC gelip Afyon’da kaymak anlatıyor mesela, başkası gelip yağlı güreşleri işliyor. Herkesin bu kadar ilgi duyduğu konuları derinine inerek güzelce işleyen, belki kurmacaya yakın bir belgesel neden olmasın? Belgesel ve kurmacanın kesiştiği noktalar üzerine düşünüyorum biraz, öyle bir şey yapmak istiyorum, ama daha bu filmin macerası yeni başladığı için ikinciye geçemedim (gülüyor). Türkiye’deki genç kızlar ve onların farklı yerel başarıları üzerine bir proje düşünüyorum. Geçenlerde ciritçi bir kızın hikâyesini okudum. Sivas’tan 16 yaşında bir kız, Türkiye cirit şampiyonu. O konu bana ilginç geldi, muhafazakar bir şehirden 16 yaşında bir kızın şampiyon olması, hem de cirit gibi pek ilgilenilmeyen bir sporda. Ailesinin nasıl bir yapısı olduğu ve bunu nasıl destekledikleri gibi arka plan hikâyeleri beni heyecanlandırdı.
İnan Temelkuran’ın Siirt’in Sırrı belgeseli vardı. Siirt’ten çıkan güreşçi bir kızı anlatıyor.
Bilmiyordum onu, ama evet çok ilginç hikâyeler var böyle. BBC için yaptığım araştırmalarda da karşıma çıkan hikâyelerden esinlenip en kısa zamanda böyle bir konu daha bulurum diye düşünüyorum.