Bu gelen savaş ilk değil.
Çok savaş oldu bundan önce
Bittiği gün en son savaş
Bir yanda yenilenler vardı gene
Bir yanda yenenler vardı
Yenilenlerin yanında
Kırılıyordu halk açlıktan
Yenenlerin yanında
Halk açlıktan kırılıyordu.
—Bertolt Brecht
Coğrafi keşifler sırasında İspanyolların Güney Amerika’yı keşfi ve burada altın bulmaları üzerine başlattıkları yağmaların devamında uluslararası hukuka ilişkin oldukça önemli gelişmeler yaşanıyor. İspanya, söz konusu yağmalama sürecinin ardından zenginleşiyor ve “İspanyol Altın Çağı” diye anılan görkemli bir döneme giriyor. Dinî hukukun hakim olduğu bir dönemde bu durum Avrupa’daki diğer ülkeleri rahatsız ediyor. Güçler dengesi bozulunca İspanya’ya saldırılar başlıyor.
İspanyol entelektüel camiası yerlilere saldırılarına meşru bir sebep bulma ve kendini müdafaa etme gereği duyuyor. Bir kısmı diyor ki yerliler “bitkidir”, bu sebeple öldürülmelerinde bir sakınca olamaz. Bir kısmı da yerlilerin “eşya” olduğunu ileri sürerek katliamı aklamaya çalışıyor. Nihayetinde işin içinden çıkamıyorlar ve ünlü İspanyol Hristiyan ilahiyatçı (aynı zamanda ilk hümanist olarak da bilinir) Francisco de Vitoria’dan bir mütalaa istiyorlar. Bunun üzerine Vitoria’nın “Yerliler Üzerine” (Relectio de Indis) adlı metni ortaya çıkıyor.
Vitoria özetle şunları söylüyor metninde: Yerliler insandır. Din farklılığı savaşımızı meşru kılmaz. İnanmamanın cezasını Tanrı verir. Biz dini tebliğ ederiz, fakat onlar inanmamakta özgürdürler. Yerliler insanlığın ortak bir kuralını çiğnemişlerdir; sınır inşa etmişlerdir. Dolayısıyla serbest dolaşım hakkımızı, ticaretimizi engellemişlerdir. Cezalandırılmalarının geçerli tek sebebi bu olabilir. Vitoria bu bakımdan meşhur Haklı Savaş Kuramı’nı daraltıyor, daha hümanist bir bakış açısı yaratıyor, dinî hukukun yerine halkların hukukunu (Jus Gentium) ortaya koyuyor.
Gelelim bugüne… İsrail, Gazze’de katliam yapıyor. Öyle büyük bir nefretle saldırıyor ki, bütün dünya İsrail’in saldırılarını “soykırım” veya etnik temizlik” olarak tanımlıyor. İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket edeceğiz” demesi yukarıdaki tarihi öyküyü hatırlatıyor. Dünya onca savaş, onca felaket gördükten sonra, 2023’te, tarihinde dünyanın en büyük soykırımını yaşamış olan bir ırkın mensubu, “demokrasiyle yönetilen” bir ülkenin bakanı çıkıyor ve bir halk için “hayvansı insan” diyor. Biraz vicdanı olanın kanı donuyor. Şöyle düşünmeden edemiyorum: İnsanlık 500 yıldır hiç mi yol almadı? Bitkiden hayvansı insana… Bunlar gerçek olabilir mi?
İsrail gözünü öyle karartmış ki savaş suçu falan dinlemiyor. Hastaneler bombalıyor, fosfor bombası kullanıyor, insanlar aç susuz bırakıyor, Filistinlileri öldürmenin her türlü yolunu deniyor. En çok da çocuklar ölüyor. Bir baba çocuğunun parçalarını koyduğu torbalarla dolanarak ağıt yakıyor. Bir doktor evladının ölü bedeniyle çalıştığı hastanede karşılaşıyor. Bir çocuk “Topu almaya gittiğimde bomba atıldı, bir kafa gördüm ikiye bölünmüştü. Biz böyle nasıl yaşayacağız?” diye soruyor. Bunlar dünyanın gözü önünde oluyor. İnsanlık utançtan kendi içine kıvrılıyor.
İsrail, tarihindeki celladına benzerken emperyalist işbirlikçiler gıkını çıkarmıyor. ABD barış görüşmelerini veto ediyor. Almanya kendi tarihinden korkuyor, Filistin’i destekleyen her türlü eylemi yasaklıyor, Filistinli sanatçıların programlarını dahi iptal ediyor. İngiltere, İsrail’i desteklemek amacıyla uçaklar konuşlandırıyor, gemiler gönderiyor. Fransa, Eyfel Kulesi’ni İsrail bayrağının renklerine boyuyor.
Neden? İnsanlık nasıl bu hale geldi? Yahut insanlık niçin bu halde kalakaldı?
Hamas. IŞİD. Taliban. El-Kaide. Hizbullah. Terör. Ölüm. Ortadoğu bataklığı. Göç. Şiddet. Cehalet. Yoksulluk. Bunların hepsi ve dahası “Araplarla” özdeşleşti kafalarımızda. Bu olumsuz kavramlar bir ırka özgülendi. Arap düşmanlığı öyle tırmandı ki, başlarına ne gelirse gelsin üzülmemeye programlanmış ciddi bir kesim var artık. Elbette Hamas bir kadının cansız ve çıplak bedenini savaş ganimeti olarak gezdirdiğinde çileden çıkarız, lanet ederiz. Fakat bu vahşet, her saat başı yüzlerce binlerce masum insanın katledilmesini meşrulaştırmaz. Kim ne derse desin, bir Filistinli insanla bir İsrailli insan eşittir. Bu cümleyi sesli kurduğunuzda irkilecek, dışarıdan tepki vermese de içinden “Hadi canım sen de!” diyecek öyle çok “medeni ve demokratik” insan var ki…
Oysa “medeniyet” ile özdeşleştirilen ülkelerin, biraz daha somutlaştırırsak Batı’nın, medenileşme sürecine yani tarihine baktığımızda (tıpkı İspanyol Altın Çağı’nın altında yatan sömürü ve yağma düzeni gibi) medeniyetlerinin sömürgeleştirme kabiliyetlerinden geldiğini görürüz. Ortadoğu üzerinden zenginleşip Ortadoğu’yu bataklık diye küçümsemek, Ortadoğu’yu bataklık haline getirip Ortadoğu’daki terörden korkmak, Ortadoğu’yu teröre müsait hale getirip bölge halkının göç etmesine sebep olmak, bölge halkının göç etmesine sebebiyet verip Ortadoğu’dan daha çok nefret etmek, nefret ettikçe cehalete itmek, cehalete ittikçe yoksullaştırmak, yoksullaştırdıkça sömürmek… Bu kapkaranlık bir döngü. Medeniyet dediğin tam da bu yüzden “tek dişi kalmış canavar.”
Öte yandan, özellikle emperyalist güçlerin gözünde insanlar birbiriyle pek de eşit değil. Zira, Hamas’ın Gazze Şeridi’ndeki saldırısı üzerine verilen tepkiyle İsrail’in günlerdir devam eden ve savaş suçu içeren saldırılarına verilen tepki arasında uçurumlar var. Dünya, ağzından köpükler saçarak Hamas’a lanet okurken, İsrail’in saldırılarına karşı, örneğin ABD, en fazla savaş hukukuna aykırı davranılmaması gerektiği yönünde “nazik” bir uyarıda bulunuyor. Almanya’da SPD lideri “Alman sokaklarında Hamas’ı kutlayan bir kişi eğer Alman vatandaşlığına sahip değilse Almanya’dan sınır dışı edilmelidir” şeklinde görüş belirtiyor, fakat terörü devlet formuna sokarak meşrulaştırmış İsrail’in saldırılarını destekleyen kişiler için aynı şeyi söyleyemiyor.
Şüphe yok ki bu vaziyette son yıllarda hızla yükselen Arap düşmanlığının ve islamofobinin etkisi büyük. Bu yükselişin dünya genelindeki gerekçeleri aşağı yukarı herkesin malumatı. Türkiye özelinde AKP iktidarının kazdığı kuyulara sosyal demokrasinin düşmesiyle bu ateş harlandı. Esas kafa yorulması gereken hususun bu olduğu kanaatindeyim. AKP yönetimine ve ortaklarına olan yığınlaşmış ve hiçbir yere akamayan öfke, bu yönetimin zengin Arap ülkeleriyle olan ortaklıkları ve Türkiye’nin yağmalanması, ülkenin her alanda hızla gerilemesi, bu esnada yavaş yavaş tüm ilerici değerlerin Batı’ya özgülenmesi, kendi derdimizden emperyalist düzenin tuzaklarına karşı yaşadığımız körleşme, Araplara olan tüm olumsuz duyguları derinleştirdi ve dev bir nefret dalgasına dönüştürdü. Bu dalganın sonu hayırlı değil. Her birimizin bu duygularla yüzleşmesi, kendi kapımızın önünü temizlemek gibi elzem.
Tüm bunlar yaşanırken, kadınların insan hakları mücadelesine gönül vermiş biri olarak, kadınların yaşadığı mağduriyete ayrıca değinmeyi de bir sorumluluk olarak görüyorum. Nitekim, dünyadaki mültecilerin yüzde 80’i kadınlar ve çocuklardan oluşuyor. Modern savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ı sivil ve bu sivillerin yüzde 75’i kadınlar ve çocuklar. Tüm savaşlarda, esir alınan, toplu tecavüzlere ve türlü eziyetlere maruz bırakılan milyonlarca, milyonlarca kadın… Buna kadın askerler dahil.
Hamas, bir kamyonet kasasında İsrail’e gelmiş Alman vatandaşı bir kadının cansız bedenini sergilediğinde kelimenin tam anlamıyla deliye döndük. Bu esnada kendime, yukarıda değindiğim sorunla ilgili olarak, şu soruyu sormadan edemedim; bu kadın bir Filistinli olsaydı dünya aynı şekilde tepki verir miydi? Mahsa Amini din zebanileri tarafından katledildiğinde, dünyanın tepkisinde islamofobinin etkisi neydi? Verdiğimiz tepkilerde ne kadar samimiyiz?
Filistin’in varlık mücadelesi boyunca kadınlar mağduriyetin türlü türlü boyutlarını yaşadılar. Öldürülmenin yanı sıra hayatta kalmak da büyük dertti onlar için. Savaş alanlarında ve kamplarda tecavüzlere maruz kaldılar, açlıkla boğuştular, ölen eşlerinin veya babalarının veya kardeşlerinin ardından hayatta kalma mücadelesi verdiler, çocuklarına bakmak için kim bilir kaç kere hayattayken öldüler. Bu durumu en iyi Irak Savaşı’nda yaşam mücadelesi veren kadınlardan biri olan Raşide ifade ediyor: “Ben her zaman belirsizlikler içinde yaşadım. Hep açlık ve acı çektim. Bugünkü Raşide oldum. Hayatımda hiç güzel bir şey olmadı. Bütün yükler üstüme bindi ve bunlarla mücadele etmek zorunda kaldım. Erkekler savaşıyor, kadınlar da sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Kadınlar onların ardında cehaletleriyle ve acılarıyla baş başa kalıyor”.
“Hayatımda hiç güzel bir şey olmadı…” Nasıl da ağır bir cümle. İnsan düşündükçe altında kalıyor. Bunları düşündükçe tekrar tekrar soruyorum; dünya Filistinli kadınlara, Iraklı kadınlara veya Suriyeli kadınlara destek olmakta hakkaniyetli davrandı mı?
Filozof ve kuir teorisyen Judith Butler, İsrail-Filistin savaşı üzerine yazdığı bir yazıda bu eşitsizliğin bağlamını şöyle açıklıyor: “Eğer baskın çerçeve bazı hayatların diğerlerinden daha fazla yası tutulabilir olduğunu düşünürse bir dizi kaybın ardından daha korkunç başka bir dizi kayıp gelir. Kimlerin hayatlarının yas tutmaya değer olduğu sorusu kimlerin hayatının değerli olduğu sorusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Burada devreye kesin bir biçimde ırkçılık girer. Eğer Filistinliler İsrail Savunma Bakanı’nın ısrarla söylediği gibi “hayvan” ise ve İsrailliler Biden’ın ısrarla söylediği gibi “Yahudileri” temsil ediyorsa (gericilerin istediği gibi Yahudi diasporasını İsrail’le daraltarak), olay mahalinde yasları tutulmaya uygun olan tek kişiler İsraillilerdir, zira savaş “sahnesi” artık Yahudi halkıyla onları öldürmeye çalışan hayvanlar arasında canlandırılmaktadır.
Elbette kolonyal prangalarından kurtulmaya çalışan bir grup insanın sömürgeci tarafından ilk kez hayvan şeklinde ifade edilişi değil bu. İsrailliler öldürdüklerinde “hayvan” olurlar mı? Çağdaş şiddetin bu ırkçı çerçevesi “uygar olanlar” ile “uygarlığı” korumak için yönlendirilmeleri ya da yok edilmeleri gereken “hayvanlar” arasındaki sömürgeci karşıtlıkta yeniden özetleniyor. Bu çerçeveyi ahlaki itirazımızı beyan etme sürecine uyarlarsak kendimizi Filistin’in günlük yaşamının yapısında sözcüklerin ifade edemeyeceği bir ırkçılık biçiminin töhmeti altında buluruz.”
İsrail’in apartheid rejimi ve görmek istemeyen dünya, Filistinli kadınları hem Arap hem Filistinli hem de kadın oldukları için üçer defa ezedursun, Filistinli kadınlar tarih boyunca güçleri yettiğince mücadeleyi elden bırakmadılar. Filistin’in birinci ve ikinci intifada zamanlarında kadın hareketi de yükseldi. Kadınlar, Filistin Kurtuluş Örgütü’nde de yer aldılar. Leyla Halid, Hanan Aşravi gibi öncü isimler bu toprakların sesi oldular. Fakat Filistin’in üzerine atılan bu ağır taşın altından ne kadınlar ne de Filistinliler tek başına kalkamaz. Dayanışma yaşatır. Ancak bu dayanışma hakikati gün ışığına çıkarmak suretiyle, feminist yazar Sara Ahmed’in ifadesiyle, “oyunbozan” olmak zorunda. Sara Ahmed, bu savaşa ilişkin yazdığı yazıda “oyunbozan dayanışmayı” şöyle tanımlıyor:
“Karşılaştığımız şeylerle yüzleşmemiz için gereken dayanışma.
Böylesine bir dayanışma soyutlanmış ve güvenli olmamalı, insanın içini hiçbir şey yapmadan rahatlatmamalıdır. Dayanışma içinde olmamızın nedenlerini, şiddeti, acıların maddi gerçeklerini, süregelen sömürge işgalini ve devlet ırkçılığının vahşetini bilincimizin önünde tutan bir eylem ve dikkat çağrısı olmalıdır.”
Peki, hangi hakikat? Sara Ahmed bu hakikate “oyunbozan gerçeği” diyor ve onu da tanımlıyor:
“Ortaya çıkarmak istemedikleri şeyler.
Şiddetin kapalı kapılar ardında nasıl kaldığını, şikayet ettiğinizde veya protesto ettiğinizde neler olduğundan öğreniriz. Bu gerçekleri sadece kendimizden çıkarmakla kalmayıp aynı zamanda kurumlardan da çıkarmak için çalıştığımızda iş üstündeki ‘oyunbozanlar’ oluruz. Eğer gerçek, bir kurumun itibarına zarar veriyorsa, zarar verme konusunda istekli olmalıyız. Ben buna ‘oyunbozan taahhüdü’ diyorum.”
2500 yıl önce Antik Yunan şairi Eskulus’un söylediği tahmin edilen “Savaşta verilen ilk kayıp hakikattir,” sözü geliyor aklıma. Öncelikle -ne acı ki- yerlilerin bitki, eşya veya hayvan olmadığı, insan olduğu ve eşit olduğu hakikatini tekrar hatırlatmamız gerekiyor dünyaya. Hatta biraz daha “ileri giderek” ve artık “fazla olarak”, gerçek bir oyunbozan gibi, oyunbozan gerçeklerini oyunbozan dayanışmayla hatırlatmamız gerekiyor.
Belki o zaman yaşarız bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.
Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.