Yeni yüzyıl, yeni “Sex and The City”

AND JUST LIKE THAT… (HBO Max, 2021).

Arkadaş grubunuzda hangi Sex and the City karakteri olduğunuzu bilmiyorum, ancak bir şekilde bu dört kadına sizin de aşina olduğunuza emin gibiyim. Hatta daha da ileri gidersem dizinin muazzam başarısının büyük oranda buna bağlı olduğuna inananlardanım. 1990’ların sonu 2000’lerin başında New York’ta seks üzerine konuşmanın değerli olmanın yanında iddia edildiği gibi çağ açan bir yenilik olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa dizinin esas başarısı dört ana karakteri de çift yönlülükleriyle ele alıp neredeyse her türlü izleyiciyle benzerlik ilişkisi kurabilmeyi başarması. Bunun üzerine seks gibi dikkat çekici bir başlığı, dozunda komedi unsurlarını, akılda kalan ve etkileyici diyalogları eklemesi de tuzu biberi.

“16 Kişilik Tipi” testini bilirsiniz. Bu teste göre herkes “Analizciler, Diplomatlar, Gözcüler ve Kaşifler” olmak üzere 4 kişilik grubuna, bunların içinde de yine dörder daha spesifik kişilik tipine aittir. Bu bağlamda aslında Sex and The City’nin mükemmel işleyen bir formülü var. Farklı kişilik gruplarından ilişki kurulabilmesi en olası dört kadını anlatının merkezine koyarak senaryoyu takip etmeyi ve hikâye kurmayı kolaylaştıran bir köşe yazısı çerçevesinde onların gündelik meselelerini ele alıyor. Basit, anlaşılır, ilişki kurulabilir ve eğlenceli. Tüm bunların hizmet ettiği ölçüde de izlenebilir ve daha da önemlisi “satılabilir”. Bu yüzden sadece konu aldığı lüks moda markaları, New York mekânları ya da orta-üst sınıf gelir grubuna ait karakterler açısından değil formatsal olarak da tam anlamıyla bir kapitalizm ürünü. Dolayısıyla kapitalizm gündeme getirdiği konuları değiştirdikçe o da değiştirmek zorunda.

1998-2004 arasında HBO’da yayımlanan orijinal dizi bölümleri beyaz heteroseksüel kadınların seks hayatlarını merkeze alıyor. Bu açıdan birkaç gay erkeği ara sıra hikaye örgüsüne katması dışında LGBTİ+ hareketine hiçbir alan açmaması ya da beyaz olmayan hiçbir karakter barındırmaması açısından çokça eleştiriye maruz kalmış ve her seferinde dönemin sosyolojik koşullarıyla değerlendirilmesi gerektiği cevabıyla savunulmuş. Öte yandan 2008 ve 2010’da çekilen aynı isimli devam filmleri de bu gerçekliği kırabilmeyi başarmış değil. Hatta bu dört arkadaşın Abu Dhabi macerasını anlatan Sex and The City 2 özellikle oryantalist bakış açısını parlatıp yer yer islamafobik ögeler barındırmakla suçlanıyor. Aslında “dönemin sosyolojik koşulları” savunması bu açıdan hiç de yanlış değil. Dizi ve devam filmleri gerçekten de dönemin koşullarıyla şekillenmenin de ötesinde adeta bu koşulları açgözlülükle kovalıyor. Mesela LGBTİ+ karakterleri stereotiplerin ötesinde ekrana getirmenin net ve iyi tanımlanmış hedef kitlesinin tepkisini çekeceğini biliyorsa, getirmemek konusunda hiçbir beis görmüyor. Aynı biçimde Ortadoğulu kadınları Batı gözlüğüyle kendi hedef kitlesiyle buluşturmanın egzotik ve ilgi çekici olacağını düşünüyorsa, bunu da sorgulamadan yapabiliyor. Aslında ABD yapımı anaakım bir TV dizisine tüm klişeleri aşma ve politik doğruculukla hareket etme sorumluluğu yüklenmesini pek gerçekçi bulmuyorum. Eleştirileri kendi içinde oldukça haklı bulmakla birlikte kültür endüstrisinin göbeğindeki bir diziye bunları yöneltmenin sanki mafyaya “Silah kullanmamalısın” demek gibi bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Ancak kapitalizmin silahları her geçen gün yenileniyor ve gelgelelim Sex and The City koşulları açgözlülükle kovalamakla kurduğu 20 küsur yıllık sermaye kaynağına o kadar derinden bağlı ki dizinin yapımcıları bile benim gibi düşünmüyor. Öyle ki 2021’e de dönemin kitlesine yaranmak için her türlü şebekliği yapan And Just Like That… isimli devam serisiyle giriyor. Yazının buradan sonrası henüz 3 bölümü yayımlanan, adını Carrie Bradshaw’ın köşe yazılarında sık kullanılan bir tabirden alan And Just Like That… ile ilgili “spoiler” içerecek. Meraklısını uyarmış olayım.

Orijinal dizinin ilk bölümünün üzerinden tam 23 yıl geçmiş, o zamanlar doğmuş çocuklar bugün dizinin yeni izleyicileri oldu. Yeni izleyici edinme sevdalısı Sex and The City’nin de bakış açısını değiştirmemesi beklenemezdi. Ancak adeta geçmiş hataları unutturmak için debelenen, politik doğruculuk derdinden dişlerini sıkarak yazılan bir senaryoyla karakterlerin neredeyse kendilerinin parodilerine dönüştükleri bir anlatıyı da eminim ki hiçbirimiz hayal etmemiştik. Başka ırklardan ya da cinsel yönelimlerden karakterlere yer vermemiş olduğu eleştirilerini dikkate almaktan ziyade değişen izleyiciyi kaybetmemek amacıyla yapılan zorlama değişiklikler saymakla bitmiyor. Senelerce kurumsal hayatla adeta birebir resmedilen Miranda, yeni dizide karakteri canlandıran Cynthia Nixon’ın gerçekliğinin gölgesinde kalmışçasına birdenbire insan hakları avukatı olmaya karar veriyor ve yüksek lisansı sırasında gençlerin politik doğruculuğuna uyumlanma korkusuyla kendini rezil ediyor. Girdiği bu yolculukta önce uyuşturucuya, sonra kendi cinsel yönelimine bakış açısını sorgulayacağı bir karakter olan Che ile tanışıp değişmeye başlamayı da ihmal etmiyor. Öte yandan Charlotte da çiçekli elbiseler giydirmek istediği kızının kız gibi hissetmediğini söylemesi ve hayranı olduğu yeni siyahi arkadaşıyla birlikte eleştirilere üst üste kart açıp oyun kazanırcasına cevap veriyor. Yeni dizide Samantha’nın yer almadığını (ki orijinalindeki en ilerici karakter olduğunu düşünürsek ona nasıl bir zorlama ilericilik atayacaklarını merak ederdim) eklersek, geriye ana karakterimiz Carrie kalıyor. O da değişen zamanın ruhuna aktif Instagram kullanımı ve podcast yayıncılığı gibi yeni mecralarla uyum sağlamaya çalışıyor. Bunu yaparken Che karakteri Carrie için de bir öğretici konumunda. Non-binary ve Latin bir komedyen olan Che’nin New York’un tanrısı gibi muamele gördüğü dizi bölümlerinde tüm karakterlerin ondan öğreneceği çok şey var. Carrie, Che ve Asyalı heteroseksüel bir erkeğin beraber sundukları podcast’lerindeki konuşmalarda da bunu gözlemleyebiliyoruz. Heteroseksüel erkeğin eril şakaları da Carrie’nin (nedense) muhafazakar kabul edilen görüşleri de Che tarafından bir politik doğruculuk potasından geçirilip çerçeveleniyor ve biz nasıl oluyorsa kendimizi değişen dünyaya dair didaktik bir dersin içinde buluyoruz.

Farklı ırklardan ve LGBTİ+ karakterleri hikayenin içine çok daha önce almış olması gereken Sex and The City bu gecikmeyi unutturmak için bizi hiç de gerçekçi olmayan bir yeni karakter yoğunluğuna maruz bırakarak kendini aklamaya çalışıyor. Ancak daha da önemlisi bunu yaparken en başta kendimizle özdeşleştirdiğimiz için sevdiğimiz o dört kadının kişilik özelliklerini de zedeliyor. Miranda rezil olmak konusunda bu kadar rahat bir karakter mi? Charlotte kendi klişelerini tek bir komedi şovuyla silebilecek kadar güçlü mü? Carrie ilgi odağı olmadığı bir yayında bu kadar yumuşak başlı davranabilir mi? Bunların hiçbir önemi olmadan kurulan politik doğruculuklar, LGBTİ+ ya da beyaz olmayan yeni karakterleri benimsetmek bir yana varolan tüm karakterleri karikatürize ederek yapmaya çalıştığının tam tersini yapıyor. Belki Netflix’teki bir benzeri olan Bold Type gibi yepyeni bir dizi olsaydı ikna olunabilecek bu hamleler And Just Like That…’de bizi kendi kendiyle çelişen bir anlatıyla baş başa bırakmanın ötesine geçemiyor, en iyi ihtimalle eğlencesini kaybediyor. Kapitalizm kendisini devam ettirecek ögelere öyle hızlı adapte oluyor ki bir zamanlar kendisiyle varolan kültür ürünleri bile ona yetişemiyor.

Tüm bunların yanında Sex and The City’nin “uyanmış kapitalizm”e uyarlanmış hali And Just Like That…’in yayımlanmasıyla beraber dizinin ana karakterlerinden Mr. Big’i oynayan Chris Noth hakkında art arda gelen taciz iddiaları ise ironik derecede manidar. Evet, doğru duydunuz. Yeni versiyonuyla tüm ırk ve cinsel yönelimleri kucakladığını bas bas bağıran And Just Like That… bu sırada tacizci bir erkeği senelerce başrol yapmak konusunda bir beis görmemiş. Bu iddialar hakkında üç kadın başrolden resmi açıklama gecikmese de işin arkaplanı düşündürücü.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Şiir nereye kayboldu?

Şiirden bahsederken aklınızda canlanan sahne orta yaşlı, bekar, orta sınıf bir erkeğin rakı masasında otururken size epey anlamsız…
daha fazla

Böreğin tarihi

Sultan IV. Mehmet (sal. 1648-1687) döneminde, Divan-ı Hümayun her sabah Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı bölümünde toplanırdı. Sadrazam ve vezirler…
Total
0
Share