Bu hikâye Beşiktaş-Kadıköy vapurunda başlıyor. Tarihini hatırlamıyorum, sanırım 2020’nin başlarıydı, COVID’in rastgele yan yana gelmiş beş harften ibaret olduğu “sıradan” günlerden biriydi. Vapurdaki dijital ekranlarda dönen kısa reklam, Mahir Ünsal Eriş’in yeni kitabının 27 Ocak’ta yayımlanacağını söylüyordu. Bu benim heyecan duyacağım bir gelişme olabilirdi, kendisi sevdiğim bir yazardı. Birkaç ay önce Kara Yarısı’nı askere götürmüş, koğuştan 8-10 kişinin okuduğu kitabı “badime” hediye etmiştim. O sırada tanıtımı yapılan Gaip adlı kitap için kullanılan görsel, yüzünün yarısı karartılmış orta yaşlı bir adamı gösteriyordu. Benim dikkatimi esas çeken ise alttaki ifade olmuştu: Storytel Original.
Bu “original” sözcüğü, Netflix gibi çevrimiçi platformlar aracılığıyla aşina olduğumuz bir iddiaydı. Her ne kadar Netflix bu ifadeyi fazlasıyla geniş bir anlamda kullansa da tanımın Storytel bağlamında yenilenmesi, içeriğin platforma özgü olduğuna işaret ediyordu. Yani karşımızda sesli kitap uygulaması için yazılmış bir kitap vardı.
Zamanla Eriş’in bu kitabının 52 bölümlük bir tefrika roman olduğu, bir yıl boyunca her hafta bir bölümünün yayımlanacağı, bu süre bittikten sonra okurlarla basılı olarak da buluşacağı açıklandı. Buna rağmen Gaip, yazma ve okuma pratikleri açısından yeni bir deneyime işaret ediyordu.
Sesli kitaplara gelmeden biraz e-kitaplardan bahsedelim. Her ne kadar dijital potansiyelleriyle bambaşka bir dünyaya işaret ediyorlarsa da günümüzde yaygınlaşan e-kitapların geçmişle bağı sandığımızdan fazla olabilir. Kitaplık (Çev: Ümid Gurbanov, İthaki) adlı kitabında Lydia Pyne’ın işaret ettiği gibi e-kitaplarla e-okuyucular arasındaki ilişki, eski kitaplarla Ortaçağ Avrupası’nın zincirli kitaplıkları arasındaki ilişkiye fazlasıyla benziyor. Dolayısıyla bugün gelinen noktada kullanıcıya kitapları düzenleme imkânı da sunan e-okuyucular hem kitap hem de kitaplık işlevi görüyor. Sesli kitap uygulamalarının bu açıdan benzer bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Onlar artık hem kitap, hem kitabın yerleştirildiği raf, hem de rafların oluşturduğu kitaplık. Sesli okumak eyleminin ise kitap okuma pratiklerinde hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün.
Alberto Manguel, Okumanın Tarihi’nde (Çev: Füsun Elioğlu, YKY) kitaba adını veren tarihsel süreçle ilgili en önemli gelişmelerden birinin, sessiz okumaya geçiş olduğunu anlatıyor. Batı dünyasında 10. yüzyıldan önce sıradışı kabul edilen bu durum yaygınlaşana dek okumak, sesli yapılan bir eylem. Bu da özellikle kutsal metinlerde gerçek kavramanın yalnızca gözlerle değil, bedenin de dahliyle gerçekleştiği kabulünden geliyor. Yani okumanın performatif katılımı talep eden bir yanı da var. Bu doğrultuda yazarken de büyük harf ve küçük harf gibi ayrımlar gözetilmiyor, noktalama işaretlerine dikkat edilmiyor.
Kitabın “Size Okunması” bölümü bizi 1865’in Küba’sına, içinde politik yazıların yanı sıra fen ve edebiyat yazılarının, şiirlerin, kısa öykülerin yer alacağı La Aurora adlı bir gazete çıkarmak isteyen Saturnia Martínez’in hikâyesine götürüyor. Martínez’in ulaşmak istediği kitle puro işçileri, ama 19. yüzyılın ortalarında Küba’daki işçi sınıfının okur-yazarlık oranının yaklaşık %15 olması onu farklı bir arayışa itiyor. Sonuç olarak işçilerden bazıları birer lector (okuyucu) oluyor, La Aurora’daki metinleri diğerlerine okumaya başlıyor.
Kitabın “size okunmasına” dair dikkat çektiği bir diğer önemli milat, matbaanın icadı. Nitekim o zamana dek matbu kitaplar zenginlerin tekelinde, onlar da kitaplarını ancak yakınlarına ya da aynı sınıfa mensup olanlara ödünç veriyor. Çoğunluğun kitabı “duyma” ihtimali, ona sahip olma ihtimalinden yüksek. Manguel’e göre “birinin size okuması, kendi başınıza okuduğunuz zaman duyulmayacak tepkileriniz için sırdaş bir dinleyici” buluyor. Sesli kitap uygulamaları için de durum böyle mi?
Komedyen Deniz Göktaş, geçtiğimiz aylarda başladığı podcast’i Deniz Göktaş’a Ayıracak Vaktim Yok’un “Mirgün Cabas’ın Hayaleti” adlı ilk bölümünde Dostoyevski romanlarını sesli kitap uygulamalarında dinlemenin ortaya çıkardığı uyumsuzluktan bahsediyor. Göktaş’a göre ses sanatçılarının kusursuz artikülasyonlarıyla yaptıkları okumalar (ya da performanslar), Dostoyevski’nin bunalımlarını, kendiyle sürekli cebelleşen hâlini yansıtmakta yetersiz. Elbette burada “Kadıköy’de yaşayan, portakal suyu içen seslendirme sanatçısı” gibi genellemeler üzerinden ilerleyen mizah ön planda, ancak kitap okuma uygulamalarının sterilliğiyle ilgili bu argümanın haklılık payı da var. Bu durum bir nevi Yeşilçam filmlerinde aynı birkaç isim tarafından, tümü İstanbul şivesiyle seslendirilen karakterleri andırıyor. Yani bu örnekte birinin size okuması, yazarın personasının okurdan saklanmasıyla sonuçlanıyor.
Peki, konunun yazmakla bağlantısı ne? Burada tartışılması gereken noktalardan belki de en önemlisi, yazma eylemini nasıl tanımlayacağımız. Eğer yazmayı konuşmanın temsilinden ibaret görüyorsak, “dinletmek için yazmanın” da yazarlığın tüm potansiyelini layıkıyla taşıdığını iddia edebiliriz. Örneğin Lev Vygotsky’nin Düşünce ve Dil’de (Çev: Burak Erdoğdu, Roza Yayınevi) belirttiğine göre yazmak, alfabetik sembollerin bilinçli kullanımından ibaret, yani gereksinimden doğmuyor, soyut bir motivasyonla üretiliyor. Konuşma ise gerçekleştirilen zihinsel işlemlerden tamamen bihaber bir öğrenme sürecinin sonucunda gerçekleşiyor. Yani ikisi arasındaki fark, üretimlerindeki bilinç düzeyinden kaynaklanıyor. Saussure ise oiseau (kuş) sözcüğünün sözel değerinin yazıda hiçbir karşılık bulmaması gibi örnekler üzerinden yazının dili gizlediği sonucuna varıyor. Yani temsil düzlemi, dil ve yazı arasındaki ilişkiyi açıklamak için yeterli olmayabilir. Bu durumda yeniden konuşmaya tahvil edilmek üzere yazılan bir metnin, yazma eylemini konuşmanın temsilinden ibaret gören tanımı tersyüz ettiğini söylemek mümkün mü? Belki de Manguel’in çizdiği resimden yola çıkarsak sesli kitap uygulamalarının, yakın geçmiştense 10. yüzyılın öncesiyle daha çok ortak noktası var.
Şu an 2020’nin ortalarındayız. COVID artık fazlasıyla anlamlı bir harf kombinasyonu, yaklaşık üç buçuk aydır vapur görmedim. Ahmet Ümit’in yeni kitabı Benim Güzel Hayaletlerim’in de bir “Storytel Original” olduğunu biliyoruz, belki sırada başkaları da var. Buna rağmen “dinletmek için yazmak” adına büyük çıkarımlar yapmak için hâlâ erken. Storytel gibi uygulamalar yeterince güçlenirse “Spotify müzisyenlere zarar mı veriyor?” ya da “Netflix sinemayı öldürür mü?” benzeri tartışmalar edebiyat üzerinden de başlayabilir. Şimdilik okur için “kitap dinlemek”, yazar için de “kitap dinletmek” olarak özetlenebilecek bu eylemin, dil ve yazı arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi gerektirecek bir potansiyel taşıdığını söylemekle yetinelim.