Yazmak, göstermek, anlatmak, çalmak: 100 yıllık kısa bir yolculuk

Can You Ever Forgive Me? (Marielle Heller, 2018)
Can You Ever Forgive Me? (Marielle Heller, 2018)

Berlinale 2019’da izlediğim iki film, beni dilbilim ve göstergebilimin ilişkisi (belki de çekişmesi) üzerine birtakım düşüncelere sürükledi.

Hikâye tahmin edebileceğiniz gibi Berlin’de başlıyor, ama günümüzde değil, 1910’larda… O dönemin sinemaları, film gösterimleri esnasında bolca ara yazıya yer veriyor. Sanat tarihçisi Erwin Panofsky bu deneyimi hatırlarken “ortaçağın uzun, açıklayıcı kitap başlıklarının ve fermanlarının eşdeğeri olan altyazılar ya da yazılardı,” ifadesini kullanıyor. Hatta bazı salonlarda “Şimdi adam karısının öldüğünü düşünüyor ama kadın ölmedi,” gibi ifadelerle filmin olay örgüsünü anlatan “açıklayıcılar” olduğundan bahsediyor. Bir diğer deyişle anlamın seyirciye nakşolması için filmin kendisi yeterli görülmüyor.

Yüz yıldan fazla ileri atlayalım. 69. Berlin Uluslararası Film Festivali, Forum bölümünde doğrudan olmasa da birbiriyle konuşan, bir yandan Panofsky’nin değindiklerine de temas eden iki film sundu: The Plagiarists (Peter Parlow, 2019) ve Fourteen (Dan Sallitt, 2019). “İntihalciler” olarak çevrilebilecek adının hakkını veren bir hikâyeye sahip olan The Plagiarists, temelde sanatçılık hayaline sahip olma iddiasındaki orta sınıf Amerikalıların yapmacıklıklarını eleştiriyor. Biri yazarlığa, diğeri yönetmenliğe öykünen bir çift, arabaları bozulunca kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kalıyor. Bir anda beliren (film o belirdikten sonra açılıyor) siyahi bir adam, yakınlarda bir evinin olduğunu, gece orada kalabileceklerini, sabah onlara uygun fiyatlı bir araba tamircisi de bulabileceğini söylüyor. Siyahi adamın karavanında bol miktarda alkol eşliğinde geçen gece, adamın bir noktada çocukluğuyla alakalı attığı uzun ve etkileyici bir tiratla sonlanıyor. Filme denk gelmek kolay olmayabilir, ama yine de uyarıyı yapalım: Bu paragrafın devamında filmin sürpriz gelişmelerinden bahsedeceğim. Özetle kadın bu tirattan çok etkileniyor, aldığı ilhamla uzun süredir ertelediği kitabını yazıp yayıncısına yolluyor. Altı ay sonra Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisinin üçüncü cildini okurken ise bir anda siyahi adamın tiradıyla karşı karşıya geliyor. O etkileyici monolog kelimesi kelimesine Knausgaard’dan alınmış. Kadın bundan fazlasıyla rahatsız oluyor ve konunun gayriahlâkiliğinden yakınıyor. Sevgilisi ise onun yanlış hatırladığından emin gibi, konu “siyahi diye o kadar iyi sözcükler kullanamaz mı yani?” sorgulamasına kadar geliyor. Filmin burada iki karakterin diyaloğu üzerinden ortaya attığı değerli sorulardan biri de siyahi adamın kendisini yanlış temsil etmesi. O “sahte” tiradın ardından kadınla birlikte olsalar bu taciz sayılır mı?

The Plagiarists (Peter Parlow, 2019)

Ödül sezonunda Oscar’a yaklaşırken adı duyulmaya başlayan Can You Ever Forgive Me? (Marielle Heller, 2018) filminin de benzer bir intihal tartışmasını merkeze aldığını söyleyebiliriz. Filmin ve uyarlandığı otobiyografik kitabın ana karakteri Lee Israel, yıllar boyunca geçimini ünlü yazarların kişisel mektuplarını taklit ederek sağlıyor. Filmin iddiası ise bunun da başlı başına bir yetkinlik göstergesi olduğu. Bu yazarların üslûbunu gerçekçi bir biçimde taklit edebilmenin, Israel’in de bir yazar (ve okur) olarak başarısını ortaya koyan bir yanı var. Huysuz ve tatlı müellif mektuplarda yaptığı ufak tefek hatalarla kendini ele verse de, filmin bir diğer meselesi bu yazarların hayranı olma iddiasındaki koleksiyonerlerden hiçbirinin intihali fark etmemesi[i]. The Plagiarists’i izlerken de yazar kadının bu rahatsızlığının ardında işin kendine dokunması gerçeğinin olabileceğini düşündüm. Belki de adamdan duyduğu tiradı yayıncıya yolladığı kitap kopyasına eklemişti ve bilmeden küresel bir çoksatandan intihal yapmıştı. Film böyle devam etmedi, hatta pek çok soruyu yanıtsız bırakarak sinema ve edebiyatı birer sanat olarak karşılaştıran bir e-postanın dış ses olarak okunmasıyla sona erdi. Mecranın yapısı gereği film her soruya cevap veremezdi, çünkü karakterlerin ne düşündüğünü anlatmakta yetersizdi. Bunu yalnızca edebiyat layıkıyla yapabilirdi.

Fourteen ise on küsur yıla yayılan bir arkadaşlık hikâyesini anlatıyor. İki ana karakterinden biri alışılagelmiş genç yetişkin havailiği ve ötesinden örnekler sergileyen Jo, diğeri de onunla arkadaşlığını zaman zaman korumaya, zaman zaman da ondan uzak durmaya çalışan bir diğer genç kadın, Mara. Bu filmle ilgili ayrıntılı bilgi vermek bu yazıya fazla bir şey katmayacak, bu yüzden iki filmi buluşturan noktaya temas etmekle yetinelim. Fourteen de cevapsız sorulara sahip bir film. Hatta gücünü de büyük ölçüde bu ketumluğundan alıyor. Yönetmen Dan Sallitt Jo’nun sorunlarına doğrudan bir açıklama sunmuyor, belki de herhangi bir açıklamanın yetersiz kalacağını düşünüyor. Nitekim filmin ardından gerçekleşen soru-cevapta da benzer bir yaklaşım benimsediğinden, sinemada mutlak cevapların gösterilmesinin mümkün olmadığından bahsetti. İşin kuramına kafa yoran insanlar ise pek aynı görüşte değil gibi görünüyor.

Fourteen (Dan Sallitt, 2019)

Tabii dilbilim ve göstergebilim ilişkisi yeni tartışılmaya başlanan bir mesele değil. Peter Wollen’ın Sinemada Göstergeler ve Anlam (Çev: Zafer Aracagök, Bülent Doğan) eseri konunun güzel bir özetini sunuyor. Aslında Wollen’ın konuyla ilgili fikirleri oldukça net: “(…) sinema konusundaki deneyimlerimiz imgenin, en çetrefil anlam yoğunluğunu bile ifade edebileceğini gösterir. (…) en yavan kitap bile bu görünüşüne rağmen son derece ilginç, önemli bir film haline getirilebilir; bir senaryoyu okumak entelektüel ve duygusal bakımdan kuru ve verimsiz bir iştir.” Cevabın bu kadar basit olduğunu kabul etsek dahi işin bu noktaya gelmesi o kadar da doğal bir sürecin sonucu değil.

Roland Barthes’a göre sözel dilin her tarafa yayılmış varlığından kaçınmak imkânsız. Sözcükler de ya adlar ve unvanlar gibi anlamı belirsiz bir şeyin anlamını sabitleştirmek ya da içine girmediği takdirde iletilmeyecek bir anlamı ortaya çıkarmak için kullanılıyor. Bir başka deyişle “sözcükler anlamı iyice tespit[ii] ediyorlar ya da aktarıyorlar.” Christian Metz ise sinemanın başlı başına bir dil, ama (Saussure’ün kullandığı terminolojiye atıfla) langue’ı olmayan bir dil olduğundan bahsediyor. Bu, sinemanın önceden var olan bir koda bağlanamayacağı, anlamın “tümevarım” aracılığıyla çıkarılması gerektiğine işaret ediyor.

Wollen, aynı iddiasını sözün diğer sanat dallarıyla ilişkisinden bahsederken de koruyor: “Sözel olmayan sistemlerin sözel kodun desteğini almadan varolabildiği durumlar çok enderdir. Resim ve müzik gibi çok gelişmiş entelektüelleştirilmiş sistemler bile, özellikle popüler düzeyde –şarkılar, resimli romanlar, posterler– sürekli sözcüklere başvururlar. Gerçekten de resim tarihini sözcükler ve imgeler arasında gidip gelen bir ilişkinin fonksiyonu olarak yazmak mümkündür.” Örneğin Rönenans’la birlikte sözcükler resimden kovulsa da El Greco, Dürer ve Hogarth’ın resimlerinde tekrar ortaya çıktıkları gözlemlenebiliyor. Müzikte ise 17. yüzyılın başlarına kadar opera, oratoryo ve Lied türlerinde kendini gösteriyor.

Rol Yapan Nesneler VII – Akışkan Ölçüler Okulu. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Geçtiğimiz yıl gerçekleşen 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin en popüler işlerinden biri Pera Müzesi’nde bulunan Rol Yapan Nesneler VII – Akışkan Ölçüler Okulu’ydu. Tasarımcı Judith Seng, “uzlaşma seansı” adı verilen seanslar boyunca insanları farklı değerleri temsil eden kumları kullanarak iletişim kurmaya davet ediyordu. Projenin en çok kullanılan fotoğraflarından biri, kumlarla yazılmış HELP ve SORRY sözcüklerini gösteriyordu. Bir uzlaşma seansına katılan iki kişi birbiriyle böyle iletişim kurmayı tercih etmiş, belki de kumun görselliğinin sunduğu anlamları yeterli görmeyerek “uzlaşmak” için dile sığınmıştı. Nitekim Fourteen’in yönetmeni Sallitt’in soru-cevapta değinmek zorunda kaldığı bir diğer konu da filmin hayli uzun tren istasyonu sekansıydı. Yaklaşık üç buçuk dakika boyunca trenin yaklaştığı bir istasyonu epey geniş bir açıyla gösteren sahne, filmin kalanından biçimsel olarak bariz biçimde ayrışıyordu. Öte yandan Sallitt’in de belirttiği gibi bu, filmin en uzun üçüncü planıydı. Diğer ikisi diyaloglar, yani seyircinin alıştığı bir iletişim pratiği üzerinden ilerlediğinden dolayı dikkat çekmiyordu.

Dilin bilinirliğine sığınmakla ilgili popüler kültürden de örnekler vermek mümkün, bunlardan biri de Batesmotelpro’nun “Sütü Seven Kamyoncu” şarkısı. Öte yandan onlar kelime oyunlarını görsellikle desteklemeyi tercih etmiş, işin mizahi boyutunu yakalamak için dili belki de yeterli görmemişti.

Yazar ve editörler sıklıkla grafik tasarımcıların sözcükleri leke olarak görmesinden yakınıyor. Tamamlanacak yazıları doldurmak için kullanılan standart Lorem Ipsum metnini de bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Bunun elbette pratikte bir karşılığı, tamamlanmamış bir metni değerlendirmeyi kolaylaştıran bir yapısı da var, ancak rastgele bir metnin dahi standartlaşması, yani burada da bilinene sığınılması, bu ilişkiye dair bir şeyler de söylüyor gibi. Dil üzerine çalışan insanların kullandığı ortak bir görsel bildiğim kadarıyla yok.

Konu uzun, örnekler bol. Öte yandan iki sanat ya da bilim dalı arasında böyle hiyerarşik bir ilişki kurmaya da gerek yok. Biz de bahsi geçen filmleri art arda izlemenin bu konu üzerine düşünmek için güzel kapılar açacağını söylemekle yetinelim.


Kaynak: Wollen, P. (2014). Sinemada Göstergeler ve Anlam. İstanbul: Metis


[i] İntihal yapan kişinin kendisini yanlış temsil etmesinden bahsederken Marielle Heller’ın kendisinin de Debra Granik ve Lynne Ramsay gibi isimlerle birlikte bu ödüllerin hiçbirinde yönetmen olarak esamesinin okunmamasının başlı başına doğurduğu temsil tartışmasını da hatırlamak lazım.

[ii] Sözcük kitabın elimdeki baskısında “tesbit” olarak yazılmış.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
Total
0
Share