Wendy Brown: “Asıl mesele neoliberalizmin hem devlet hem de yurttaş düzeyinde sağı nasıl biçimlendirdiğidir”

İllüstrasyon: Boris Semaniako, Ikon Images.

Wendy Brown’ın 2015’te yayımlanan Halkın Çözülüşü kitabı, neoliberalizm çalışmalarına başlıca teorik katkılardan birini yapmıştı. O zamandan beri neoliberal düzen bir dizi krizle sarsıldı: dünya genelinde sağcı ve otoriter rejimlerin yükselişi, hızla derinleşen ekolojik yıkım ve artık üçüncü yılına giren COVID-19 pandemisi. Bu olaylar, önceki elli yılın siyasi ve ekonomik temellerini sarsarak hem solda hem de sağda yeni toplumsal hareketlere kapı araladı. Brown, Neoliberalizmin Harabelerinde adlı son kitabında bu gelişmeler üzerine kafa yoruyor, günümüz için demokratik ve özgürleştirici bir siyaset ihtimalini değerlendiriyor.

Rafael Khachaturian: Son çalışmalarınızın çoğu kapitalist modernitenin ona indirgenemeyecek doğal bir sonucu olan neoliberalizmi belirli bir normatif akıl ve yönetişim biçimi olarak analiz etmeye odaklanıyordu. Halkın Çözülüşü’nü yayımladığınızdan bu yana neoliberal düzende sizce neler değişti? Yaşadığımız toplumsal, ekolojik ve siyasi krizler, toplumsal hayatın hangi unsurlarının neoliberalizmin mantığıyla enikonu bütünleştiğini veya bütünleşmediğini netleştirdi mi?

Wendy Brown: Neoliberalizmin sosyal devletin parçalanması, kuralsızlaştırma, özelleştirme, azalan oranlı vergilendirmenin yanı sıra kamu mallarının girişimci, özelleştirilmiş ve kâr amaçlı teşebbüsler lehine sorgulanmaya açık hale getirilmesiyle ilgili olduğunu biliyoruz. Ancak bu çerçeveye eklemek istediğim iki şey daha var.

Foucault gibi düşünürler bize neoliberalizmi bir dizi politikadan fazlası, daha çok devlet aklının bir biçimi olarak görmeyi öğretti. Foucault, eğitimden sağlık hizmetlerine, boş zaman veya emeklilik hakkında düşünmeye, hayatta kalmaya kadar hayatın her düzeyindeki davranışlarımızı düzenleyen bir akıl biçimini kastediyordu. Örneğin, eğitimi demokrasi oluşturmaya yönelik bir meta olarak mı yoksa bireyin beşeri sermayesini geliştirmek için yaptığı bir yatırım olarak mı anlıyoruz? Yöneten aklın bir biçimi olarak kavranırsa, neoliberalizmin bireyleri kendilerine yatırım yapan özneler olarak nasıl yönlendirdiğini anlayabiliriz.

Ancak neoliberalizm devleti ve toplumu da yeniden biçimlendirir. Bir akıl biçimi olarak en önemli özelliklerinden biri, ekonomiyi kolaylaştıran veya destekleyen devlet anlayışıdır. Neoliberalizm genelde devlet karşıtı diye bilinir, aslında düzenleyici devlete karşıdır. Devlet, sürekli olarak, belirli alanlarda piyasaları desteklemek veya oluşturmak üzere işlev görür. Neoliberal düzende bu tamamen meşrudur. Temsili devletten ziyade demokrasiden arındırılmış, yurttaşlar arasındaki siyasi eşitliğin kendimizi yönettiğimiz kurumlar ve uygulamalar halinde örgütlendiği bir devlettir. Devlet, artık sıklıkla “biyopolitik yaşam” dediğimiz ekonomik hayatın yöneticisidir.

Neoliberalizm, Margaret Thatcher’ın (Hayek’ten etkilenerek) maharetle ilan ettiği gibi, toplum veya toplumsallık nosyonunu parçalamaya çalışır. Thatcher’ın meşhur sözü şudur: “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.” Başka bir deyişle, ne başkalarına karşı sorumlu olmak ne de toplum güçleriyle (ister sermayenin ister ırkın, toplumsal cinsiyetin veya cinselliğin güçleri olsun) hesaplaşmak açısından toplumsal bağları veya yakınlıkları olmayan bireysel öğelere indirgendik. Artık sadece bireyler var, özgürlüğümüz de birey olarak istediklerimizi yapabilmemize bağlı.

Daha yeni değişimler hakkında söylenebilecek iki önemli şey var. Bunların ilki, Donald Trump, Recep Tayyip Erdoğan, Narendra Modi, Viktor Orbán ve Jair Bolsonaro gibi isimlerle ilişkilendirilen aşırı sağ oluşumların ve rejimlerin yükselişi. İktidar rejimleri statüsüne henüz yükselmemiş olsalar bile onları hem Küresel Kuzey’deki hem de Küresel Güney’deki siyasi seferberliklerde görüyoruz. Bu popülist ve milliyetçi oluşumlar, küreselleşmeye ve serbest ticarete karşı çıktıkları, etno-milliyetçiliği temsil ettikleri için genellikle neoliberalizme bir tepki olarak görülüyorlar. Kendilerini de neoliberalizmin muhayyel idealine yani dünya genelinde metanın, emeğin ve sermayenin mutlak serbest akışına karşıymış gibi sunuyorlar.

Buna itiraz etmek istiyorum. William Callison ile Quinn Slobodian, haklı olarak, bu sağcı rejimleri “mutant neoliberalizm” olarak adlandırdıkları bir formdan ziyade açıkça neoliberalizm karşıtı olarak görmenin korkunç bir hata olduğunu savundular. Neoliberalizmin Harabelerinde kitabımda, bu sağcı rejimlerin antidemokratik gücünü anlamamız gerektiğini savunuyorum. Bu rejimler, siyasi seferberlikler olarak neoliberal rasyonaliteden doğarlar. Onları klasik faşizmden ayıran şey de otoriter olmalarıdır.

Birçokları için çelişkili olsa da bunu otoriter liberalizmin bir biçimi olarak görüyorum. Hatta ister kamusal sağlık önlemlerini reddetme hakkı olsun ister yeryüzünü nasıl yağmaladığına bakılmaksızın istediğiniz herhangi bir şeyi satın alma veya ne kadar hiddetli ve sakıncalı olduğuna bakılmaksızın istediğinizi söyleme hakkı olsun, neredeyse sınırları olmayan bireysel özgürlükleri ve hakları ödüllendiren antidemokratik liberalizmin bir biçimi olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Neoliberalizmin liberter mirası hâlâ yaşıyor. Bu sağcı rejimlerin kapitalizme ve azılı bir sosyalizm karşıtlığına mutlak bir inançları vardır, halk egemenliğine ve temsili demokratik devlete yönelik neoliberal saldırıdan miras kalan otoriter bir devletçiliği benimserler.

Pandemi, belli ki, neoliberal bir düzende “devletin” ve “ekonominin” ne olması gerektiğine dair önkabulleri hiçe saydı. Sağcı veya solcu tüm hükümetlerden pandemiye müdahale etmeleri, sağlık hizmeti vermeleri, aşılar vb. sağlamaları beklendi. Aşı karşıtları bile devlet tedarikine radikal biçimde muhalif değillerdi. Pandemi, neoliberalizme yönelik hoyrat itirazların bir karışımını ortaya çıkardı. Ama hiçbir şekilde neoliberalizme son darbeyi indirdiğini düşünmüyorum.

Öte yandan, neoliberal özelleştirmeye ve depolitizasyona açıkça itiraz eden sol hareketlerin yükselişini görüyoruz. Örneğin, Şili’deki son seçimde Gabriel Boric bir anti-neoliberalizm programı yürüttü, 2020’deki referandum da Pinochet döneminin neoliberalizm mirasını temizlemeye adanmış yeni bir anayasa ihtiyacını ortaya koydu.

Rafael Khachaturian: Neoliberalizmin Harabelerinde kitabınızda, neoliberalizmi hem yukarıdan anti-demokratik devlet iktidarının hem de aşağıdan anti-demokratik siyasi kültürün kolaylaştırıcısı olarak nitelendiriyorsunuz. Bu iki süreç birbirini nasıl güçlendiriyor ve aralarında ne gibi çelişkiler var? Görünen o ki yeni sağcı hareketler, gücü sözümona siyasi ve sosyal topluluğun asıl üyeleri olan kendileri gibi insanlar yerine içsel ötekine yönelttikleri sürece, devlet iktidarını baskıcı amaçlar için kullanmakta beis görmüyorlar.

Wendy Brown: Sağla ilişkilendirdiğimiz her şeyden neoliberalizmi sorumlu tutmanın hata olduğunu savunuyorum. Neoliberalizmin tüm sosyal sorunların merkezinde olduğunu öne süren bütünleştirici bir analiz, iklim değişikliğinden ABD dış politikasına, Çin’in yükselişine, ABD’nin Filistin işgaline halen verdiği desteğe kadar mevcut çıkmazları enine boyuna düşünmemize pek olanak tanımayacaktır.

Ancak bugün bir dizi sağcı pozisyonun neoliberal yapısını veya çerçevesini anlamamak da hata olur. Bu pozisyonları, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde göçmenleri derdest etmenin, beyaz olmayanlara şiddet uygulamanın, şehir ve mahalleleri temizlemek için her türden devlet gücünü kullanmanın, kadınların bedenlerine müdahale etmenin yanlış olmayabileceği fikrinden bütünüyle ayrı değerlendirmek de öyle. Asıl mesele, neoliberalizmin hem devlet hem de yurttaş düzeyindeki bu anti-demokratik özelliğinin, sağın yapısını ve enerjisini nasıl biçimlendirdiğidir.

Günümüzde gazetecilerin yurttaşlık ve oylama konularını tartışırken yurttaşlık dili yerine seçmen dilini kullanmalarını oldukça dikkat çekici buluyorum. Bu, daha çok düzenlenmesi, yönetilmesi, hedef alınması, okşanması, oluşturulması ve yönlendirilmesi gereken seçmen dilidir. Böylesine kritik bir zamanda demokrasinin eğitimden arındırılmasının, toplumun parçalanmasının nasıl gerçekleştiğini anlamamız için elzem olduğuna inanıyorum. Eğitim artık eğitimli bir demokrasi oluşturmanın aracı yerine gelire ve geleceğe yapılan bireysel yatırıma dönüştüğünde, yurttaşları yurttaşlık için eğitme kapasitenizi kaybetmeye başlarsınız. Bunun yerine, yurttaş olma kapasitesine sahip olmayanları manipüle etmek, yönetmek ve organize etmek için iktidar kapasitesini (ekonomik, siyasi, teknolojik, finansal güç) büyütürsünüz. Yurttaşlığı tayin eden sanki oy hakkı ve hukuksallıkmış gibi davranıyoruz. Yurttaşlığı demokratik düzende anlamlı kılan şey, başkalarıyla birlikte kim olmamız ve ne yapmamız gerektiğine karar verebilecek kadar dikkatli, müzakereci ve eğitimli olmaktır.

Artık neoliberalizmi ve finansallaşmayı birbirinden ayırmadan konuştuğumuzu da eklemeliyim. Neoliberalizm yalnızca ekonomik politika olarak değil aklın bir yönetim biçimi olarak da tüm uluslar veya dünyanın bazı bölgeleri tarafından reddedilse bile, paranın ve bankaların deregülasyonu gibi zincirlerinden kurtulmuş canavarlarla uğraşacağımız artık iyice netleşti. Finansallaşma, en az (Hayek veya Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki neoliberalizm mimarlarının öngöremediği) neoliberal akıl biçimi kadar egemen bir düzendir. Bu, yaşadığımız zamana özgü bir şey. Lisa Adkins, Melinda Cooper ve Martijn Konings tarafından kaleme alınan Varlık Ekonomisi (The Asset Economy) kitabı bu konuyu tartışıyor. Finansal sermayenin bütün dünya için siyaseti, eşitsizliği ve geleceği nasıl yapılandırdığına ilişkin en iyi başlangıç kitabıdır.

Rafael Khachaturian: Sağ, hüküm süren neoliberal mantıktan özerk bir alan oluşturmakta ne kadar başarılı oldu? Farklı bir biçimde de olsa, neoliberalizmin aynı toplumsal rasyonalitesine hâlâ yaslanıyor mu?

Wendy Brown: Bugün sağ ve sol hakkında konuşurken, her ikisinin de bütünüyle kargaşa içinde olduğunu görmek fazlasıyla önemli. Sağın tutarlı bir projesi varmış gibi görünebilir, çünkü son derece iyi iş çıkarıyor. Solcular da şunu soruyor: Küçülen bir demografik tabanı, bu tabanın sınırlarında o ahmaklar varken, sağ oluşumlar bu kadar ekonomik, toplumsal ve politik güç kazanmayı nasıl başardılar? Bunun açıklaması yalnızca Evanjelik kilise olamaz, çünkü Müslüman veya Hindu sağı gibi diğer meseleleri, yani sağın ABD’nin ötesindeki yükselişini açıklamamıza olanak tanımaz. Sadece neoliberalizm de olamaz, çünkü neoliberalizm birçok yönden çatırdadı: Finansal kriz, pandemi ve halen süren ekonomik durgunluk devlete olan bariz ihtiyacı ortaya çıkardı.

Sağın tutarlı olmadığını bilmenin yanı sıra küresel güç kanallarına (özellikle finansal güç) yatırım yapmak ile ateşli milliyetçilik arasında büyük tereddütler yaşadığını görmek de önemlidir. Trump, borcu ve iflası servete dönüştüren bir gayrimenkul geliştiricisi olarak finans kapitalden milliyetçilik inşa etmeye çalıştı. Peki, sağ küreselleşme ve finansallaşmayla ilişkisi bakımından nerede duruyor? Yeniden ağırlık kazanan ulusal çıkarlar alanında mesafe katetmeyi deniyor, ulusal çıkarlar konusunda şakası yok. Sağın en parlak zihinleri, finansın yanı sıra diğer uluslararası ve uluslarötesi güçlerin çalışma biçimlerini de anlamaya çalışıyorlar. Küreselleşme cinini tekrar şişeye koyabilecekleri konusunda hiçbir tereddütleri yok. Irkçılık veya katı etno-milliyetçilik tabanı harekete geçirecek araçlardan biridir ancak sağcı plütokratlar, dünya sahnesinde güç siyasetini milliyetçi açıdan yeniden canlandırmak ile Davos’u gelecek olarak kabul etmek arasında gidip geliyorlar.

Rafael Khachaturian: 2010 tarihli “Artık Hepimiz Demokratız” [We Are All Democrats Now] başlıklı makalenizde, neoliberalizmin etkilerinden birinin demokrasi dilinin ele geçirilmesi ve seyreltilmesi olduğunu belirtmiştiniz. Bu durum, artık ilgili ilgisiz her siyasi projenin üzerinde hak iddia edebileceği bir ifadeler bütününe dönüştü. Pandemi koşulları ve iklim acil durumu bu konudaki düşüncelerinizi nasıl etkiledi? “Demokrasi” (veya bu nedenle halk egemenliği, sosyalizm veya komünizm gibi ilgili terimler) özgürleştirici bir siyasi proje için kurtarılabilir mi, yoksa bu terimlerin mirasının tükendiği ve yeni bir siyasi dağarcığa ihtiyacımızın olduğu bir noktada mıyız?

Wendy Brown: Demokrasiden vazgeçersek, demokrasi özleminden (kendimizi yönetme arzumuzdan) vazgeçmiş oluruz. Demokrasi; sömürgecilik, tiranlık, despotizm veya tahakküm yoluyla bir başkası tarafından yönetilmekten ziyade halkın kendi kendini yönetme olasılığını savunur (demokrasinin çeşitli biçimleri bu ihtimali dizginlese bile). Bu, neoliberallerin hayalini kurduğu piyasa güçleri ve geleneksel ahlâk, yani kendi hiyerarşileri ve tahakküm biçimleri olan ancak Hayek’e göre devlet zoruyla mecbur edilmediğimiz için bizi özgür bırakan “kendiliğinden oluşan düzenler” tarafından yönetilmekle aynı şey değildir.

Bu yüzden ne dilden ne de demokrasi mücadelesinden vazgeçmeye niyetim yok, ama o kadar da fetişist değilim. Demokrasi, dünyanın birçok yerinde Küresel Kuzey emperyalizminin riyakârlığı, ırkçılık, sömürü ve yağmaların her türlüsüyle aynı anlama geliyor. Genç insanların bunu umursamamasını anlıyorum. Geleneksel olarak anayasal veya liberal demokrasi diye adlandırdığımız şeye bağlı değilim, bunları uzun zamandır eleştiriyorum. Ancak insanların kendilerini yönetme arzusunun tutunmaya ve uğruna savaşmaya değer olduğuna inanıyorum.

Yanıtlamamız gereken bir yığın zor soru var: Hangi seviyede? Hangi yetkiyle? Demokrasi küreselleşmiş bir dünyada nasıl işleyebilir? Avrupa Birliği’nin deneyi, bu uluslarötesi forumu demokratik olarak adlandırmanın ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor, çünkü değil. Ulus devlet ölçeğinde bile eksikleri çok fazla.

Demokrasi yüz yüze olduğunuz, küçük tertiplerde en iyi sonucu verir. İster bir sınıf, ister bir çalışma alanı, isterse kolektif bir kooperatif olsun, bir odada oturup nasıl kurallar belirleyeceğimize ve bu kurallara göre nasıl hareket edeceğimize birlikte karar verdiğimizde anlarız. Rousseau’nun fikri buydu. Bu düzen, mütevazı biçimde büyütülerek diğer demokratik formlarla bağlantısı sağlanabilir mi? Hem bütünüyle küreselleşmiş bir dünyayı hesaba katan hem de hükümleri, koşulları, ilkeleri ve belirlediğimiz kuralları dürüstçe denetimlememize olanak tanıyan, hepsi birbiriyle bağlantılı demokrasi kozalarına sahip olabilir miyiz?

Bu, iklim kriziyle başa çıkabilmemiz için fazlasıyla önemli. Geoff Mann ve Joel Wainwright’ın Climate Leviathan kitabı, demokrasiyi iklim değişikliği bağlamında düşünürken uğradığımız farklı çıkmazları açıklıyor. Yazarlar, demokratik tepkilere fazla şans tanımıyorlar. Ancak en çarpıcı ve umut verici iklim krizi müdahalelerinden bazıları yerel seviyelerde gerçekleşiyor. Evet, karbon emisyonlarını durdurmak, fosil yakıtları toprağın altında bırakmak ve Küresel Güney’in yağmasını tekrarlamayacak yenilenebilir enerji kaynakları bulmak için uluslarötesi standartlara ve anlaşmalara ihtiyacımız var. Ama insanların gerici düşmanlıkları olmadan huzurla ve coşkuyla katılabileceği sürdürülebilir yaşam biçimlerine de ihtiyacımız var. Ekosistemlerini nasıl koruyacaklarıyla boğuşan Kosta Rika, Montana, Kaliforniya veya Karayipler’in bazı bölgeleri gibi en küçük yerler bu yaklaşım için yeni modeller sunuyorlar. Demokrasinin emisyonlar için uluslarötesi uygulanabilir standartlarla uyumsuz olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak iklim krizi konusunda yapmamız gereken işlerin çoğu bunlardan çok daha fazlası.

Rafael Khachaturian: Kitabınızın neredeyse tamamında feminist teori ve politikayla yakından ilgileniyorsunuz. Feminist teoriyle olan ilişkinizi şu sıralarda nasıl görüyorsunuz? Feminist politikanın ve aktivizmin, özellikle devletlerin ve şirketlerin neoliberal amaçlara yönelik feminist dili ve kimlik belirleme unsurlarını benimseme kabiliyeti göz önüne alındığında, feminist mücadelenin kapsamlı ve heterojen karakterinin geleceği nasıl görünüyor?

Wendy Brown: Feminizm için bu açmazların (çeşitlilik, hatta belki farklı feminist hareketler arasında düşmanlık ve işbirliğine yatkınlık) hiçbiri yeni değil. Başka bir hareketi saflarına katmanın tehlikeleri ve birleşik feminist hareketi oluşturmanın zorluğu zaten ikinci dalga feministler tarafından çokça tartışıldı. Kız çocuklarının eğitim hakkından ve cinsel şiddetten kurtulmaktan üretken varlığımızı kontrol etme hakkı mücadelesinin yenilenmesine kadar her şey birleşik bir feminist hareketin içinde inşa edilmeden de yerel varoluşlarını sürdürme kapasitesine sahiptir. Bugün belirli feminist hareketler ile bazı kuir ve trans hareketler arasında, aynı bu feminist uğraşların bazılarının yapması veya vurgulaması gerekenleri yeniden düşünmesi veya yeniden adlandırması gerektiği gibi, uzlaşmazlıklar olacaktır. Bu, sol siyasetin bir parçasıdır.

Umarım bu tür mücadeleler karşı karşıya geldiklerinde tekerleği yeniden icat etmek zorunda kalmayız, ama bunu yapabileceğimizi kabul ediyorum. Eski solun yeni soldan neden bu kadar rahatsız olduğunu yirmi yaşına kıyasla bugün daha iyi anlıyorum. Özgürleştirici, eşitlikçi, demokratik sosyalist, feminist, ekolojik bir siyaset yaptığımızı düşünüyorduk. Bunu yaptıklarını düşündüler, biz de onların bir grup eski kafalı Leninist, Stalinist ve beyaz ataerkil varlıklar olduklarını düşündük. Bu yanlıştı, orada daha fazlası oluyordu ve biz tekerleği yeniden icat ediyorduk. Bu da toplumsal hareketlerin yaptığı işin bir parçasıdır.

Günümüzdeki toplumsal cinsiyet ve cinsellikle ilgili toplumsal hareketleri heyecan verici buluyorum. #MeToo’dan Afganistan’daki, Türkiye’deki, aslında bütün dünyadaki mücadelelere kadar feminist hareketlerinin öncülüğünü artık çoğunlukla genç kuşaklar üstleniyor. Latin Amerika ülkelerinde kavgasını sürdüren ve ağır mücadeleler veren Ni Una Menos ile onun içinden doğan hareketler sayesinde muhtemelen dünya tarihindeki en büyük feminist seferberliğe tanık oluyoruz. Bu mücadeleler feminist dalgayı yok edebilir, ancak kısmen sosyal medya aracılığıyla dünya çapında benzer eylemler ve seferberlikler yaratabiliyorlar, üreme hakkı, cinsel şiddetten kurtulma, anti-neoliberal ve sosyalist bir ajandayla LGBTQ haklarını savunmaya alan açabiliyorlar. Bu mücadeleler hemen yarın başarı kazanmayacak, ancak soldaki feminist hareketliliğin hafife alınmaması gerekiyor.

Rafael Khachaturian: Kurumsal, politik ve örgütsel bilgi kaybının erken bir dönemde yaşanmasının ardından son on yılda Amerikan solunun yeniden canlanmasının, aynı zamanda kuşak farklılıklarıyla ilgili olduğuna işaret ediyorsunuz. 1970’lerin sonunda yeni solun düşüşünden 2000’lerin ilk on yılına kadar birçok teorik ve pratik bilgiyi kaybettik. Hareketler ve örgütler dağılırken, bu kurumsal hafıza kaybı da bir kuşak farkı yarattı.

Brown: Bu kaybın hem artıları hem eksileri var. Yirmili veya otuzlu yaşlarınızdayken, genellikle dünyanın ve toplumsal hareketlerin gidişatını anlamak konusunda olmanız gerektiği kadar akıllı değilsinizdir. Bunu “Occupy Wall Street” hareketinde gördüm. İnsanlar, dünyayı değiştirebilecek devrimci gücü görmelerine rağmen hareketin ortadan kaybolmasına inanamadılar. Tecrübeli olanlar daha az şaşırdılar çünkü kurumsallaşmamış, kendiliğinden ortaya çıkan hareketlerin nasıl işlediğini görmüşlerdi. Bu buharlaşmanın yalnızca başka bir hareketin saflarına katılma, kötü hava koşulları veya çok sayıda toplantının neden olduğu tükenmişlikle ilgili olmadığını biliyorlardı. Öte yandan, #BlackLivesMatter’dan yerli ve feminist hareketlere, Yokoluş İsyanı’na (Extinction Rebellion) ve elbette ABD’de demokratik sosyalistlere kadar pek çok toplumsal hareketi üreten nesillerin enerjisi, yaratıcılık ve icat kabiliyetleri oldukça yüksek. Solun siyasal enerjisi büyüyor, kararlılığı da güçleniyor. Bu, kısmen, yirmilerinde veya otuzlarındaki insanların kendilerine ekonomik ya da ekolojik açıdan bir gelecek görememesinden kaynaklanıyor. Onlara göre yapabileceğimiz yegâne şey başka bir dünya için mücadele etmektir. Bu umutsuzluğu kırmanın tek yolu da siyasal etkinliktir.

Sizin de söylediğiniz gibi, 1980’lerin ve 1990’ların büyük bölümünü kaybettik. Dijitalleşme çağı, sanki üzerinde yürüdüğümüz zemin veya soluduğumuz hava gibi, sonsuza dek sürecekmiş gibi görünüyordu. Bir yere gitmeyeceğini biliyoruz ama birlikte insan olmanın bu yolu fazlasıyla yeni, insanların yaşayabileceklerine, çalışabileceklerine ve ilgilenebileceklerine karşı bizi kör ediyor. Önceki on yılları kaybetmiş olmak, çağdaş siyasi düşünceye ters gelen bir şeye yol açtı.

Khachaturian: Yüksek öğrenim, toplumsal yaşamın neoliberalleşmesinden en çok etkilenen kurumlardan biri. Geriye dönüp baktığınızda, Halkın Çözülüşü’ndeki bakış açınızın ne kadarını yüksek öğrenim geçmişinizin biçimlendirdiğini düşünüyorsunuz? Lisansüstü öğrencilerinin ve kadrosuz öğretim üyelerinin akademik işçi olarak tanınma talebiyle başlattığı seferberliğin, üniversiteyi neoliberal rasyonaliteye karşı bir toplumsal mücadele alanına dönüştürdüğünü düşünüyor musunuz?

Brown: Neoliberalizme ilişkin fikirlerim, büyük bir devlet üniversitesinin yani UC Berkeley’nin ve genel olarak Kaliforniya Üniversitesi sisteminin neredeyse bütünüyle neoliberalleşmesini izlerken oluştu. UC yüksek öğrenim sistemi muazzam bir şey. Bu, 1960’ların başında eyalet genelinde isteyen her lise öğrencisine ücretsiz eğitim sunulmasının planlandığı Master Plan sayesinde olacaktı. Bölge üniversiteleri, eyalet üniversiteleri ve Kaliforniya Üniversitesi’nden oluşan üç aşamalı bir plan aracılığıyla gerçekleştirilecekti. Bu kurumlar arasında sorun yaşamadan geçiş yapabilirdiniz. Finansmanını Kaliforniya’daki vergi mükelleflerinin sağladığı, bütünüyle kamusal bir altyapı olacaktı.

Plan, neoliberalizm tarafından yıkılana kadar kusursuz biçimde işledi. Hem eğitmenlerin, öğretim üyelerinin ve yüksek lisans öğrencilerinin hem de işleri taşeronlara devredilen, yarı zamanlı hale getirilen, kadroları ve yan hakları ellerinden alınan diğer üniversite çalışanlarının sağladığı işgücünün güvencesizleşmesine neden oldu. Yatırımlar kamunun tasfiyesini sağladı, öğrencilerin öğrenim ücretleri arttı, bu da öğrencilerin eğitime bakışını değiştirdi. Önce birer tüketici, sonra da yatırımcı oldular. Bekledikleri ve hayal ettikleri eğitim başka bir şeye dönüşmüştü, öncelikleri çok yönlü insanlar olmak yerine daha fazla para kazanan insanlar olmaktı (bunun için borçlanmaya da gönüllü oldular). İşletme, ekonomi, mühendislik ve diğer STEM alanları daha çok tercih edilirken sosyal bilimler, sanat ve diğer disiplinler değersizleşti. Bu hikâyeyi hepimiz biliyoruz, ancak ben o yılları yaşadım: 1990’larda UC Santa Cruz’da, 2000’lerde ve 2010’larda ise Berkeley’de dersler verdim. Fakülte birliğinde yer alanların insanları bu konuda uyarmasına rağmen fakültenin büyük bölümünde bu olguya karşı genel bir kayıtsızlık hakimdi. İnsanlar daha çok kendi statüleri, sıralamaları ve istihkaklarıyla ilgileniyorlardı. Bakış açım da neoliberal dilin bizi nasıl ele geçirdiğine, bu tasfiyenin ayakta kalma sorumluluğunu nasıl departmanlara devrettiğine şahit olmam sayesinde şekillendi.

Kaliforniya’nın merkezinde yaşayan, alt-orta sınıf aileden geldiğim için buraya kişisel bir ekleme yapmak istiyorum. Annemle babam boşanmıştı, artık birbirleriyle anlaşma kabiliyetlerini yitirmişlerdi. Eğitim ücretsiz olmasaydı üniversiteye gidemezdim, ne üniversiteye erişebilirdim ne de sahip olduğum için kendimi şanslı hissettiğim mesleğimi edinebilirdim. 1970’lerde erişebildiğim ücretsiz eğitimle şimdiki aşırı pahalı, kalabalık ve itibarını yitirmiş eğitim arasındaki esas farkı Kaliforniya Üniversitesi’nde ders verirken fark etmiştim.

Yine de üniversite bir toplumsal mücadele alanıdır. Hiyerarşinin en altındakilerin ücretleri ve çalışma koşulları adına, bütünüyle özelleştirilmiş olsalar da devlet üniversitelerinden geriye kalanları korumak için mücadele etmek önemlidir. Üniversitenin “demokrasi için eğitim” açısından nasıl daha iyi olabileceğini düşünmeyi gerçekten önemsiyorum. Ayrıca üniversite yalnızca istediğinizi, ilgilendiğiniz konuları veya en yeni gelişmeleri öğreneceğiniz anlamına gelmez. Soldakilerin merkezdekilerle birleşmesinin, sadece uzmanlaşma yoluyla STEM alanlarını değil tehdit altındaki dil ve şiir gibi alanları da koruyarak üniversitelerin geleceğin eğitimindeki yerini düşünmenin zamanı geldi.

Bunların hepsi önemli, ancak sadece akademik özgürlüğümüz, ifade özgürlüğümüz ve istediğimizi öğretebilmek konularında savunmacı olmak yerine lisans öğrencilerinin gerçekten bilmesi gerekenleri, bu proje için müfredatları ve ana dalları nasıl belirleyeceğimizi düşünmeliyiz. Yüksek öğrenimin kaybettiği itibarı kendi meselemiz olarak görmek zorundayız.

Rafael Khachaturian: Yurttaşlar, toplumlar ve farklı türler olarak karşılaştığımız zorluklar hesaba katıldığında eleştirel teorinin hedefi ve görevi ne olmalıdır? Mevcut toplumsal mücadeleleri nasıl canlandırabilir ve aynı mücadeleler eleştirel teorinin sunacaklarını öğrenmeye nasıl açık olabilir?

Wendy Brown: Eleştirel teori, bana göre, mevcut iktidar ilişkilerini (toplumsal, ekonomik, politik, psikolojik) verili olarak almayan, aksine onları olumsal, tarihsel ve işlenebilir olarak gören bir teorik çalışmadır. Bu güçlerin tehlikelerini ve zararlarını teşhis etmeyi, bizi başka bir yere götürebilecek bu güçlere içkin olasılıkları betimlemeyi görev edinir.

Kendimi de dahil ederek söylüyorum, eleştirel teori çevrelerinde karşılıklı konuşmak cezbedicidir. Aşağı yukarı aynı kitapları okuduk, aynı özelliklere sahibiz, aynı şeyleri rehber ediniyoruz. Tüm akademik mevkilerde olduğu gibi, bu dilsel ve cezalandırıcı düzenin içinde kalmak caziptir ancak buradan kurtulmak da gerçekten önemlidir. Bunu, öğrencilerimizin bu dünyada bir etkiye sahip olmaları için neleri öğrenmeye veya bilmeye ihtiyaç duyabileceklerini etraflıca düşünebilmek için yapmalıyız.

Küçücük çevrelerimizden çıkabilmek önemlidir, çünkü eleştirel teori de dahil olmak üzere siyaset kuramının miras bıraktığı geleneklerin çoğunda erkekliğin, beyazlığın, sömürgeciliğin yanı sıra ırkçılık, iklim krizi, demokrasi, toplumsal cinsiyete dair açmazlarımızı yeniden üreten insanmerkezcilik vardır.

Bu geleneklerden ayrılabilmek için bu açmazlara baskı uygulayan çalışmalar ve hareketlerle yakın ilişkiler geliştirmeliyiz.

Eleştirel teori, geniş ölçüde üniversiteyi kontrol eden ve pozitivizme direnen akademinin yörüngesidir, ancak bu yörüngenin sınırları gözetlemeyen, geçirgen kalan, merkezinden ayrılmayı bilen ve başka hareketlerden öğrenimler edinen bir yörünge olmasını istiyorum.


*Bu söyleşi, Cüneyt Bender ve Bartu Şanlı tarafından Rafael Khachaturian’ın Wendy Brown ile Dissent Magazine için yaptığı söyleşiden çevrilmiştir.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share