Uyku endüstrisi uykularımızı nasıl kaçırıyor?

Fotoğraf: Annie Spratt.

Gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonlarda veya haber akışlarımızda uykuyla ilgili yeni bir haber yer almasın. Uyku her yerde karşımıza çıkıyor. Bize durmadan ne kadar uykuya ihtiyacımız olduğu, uykumuzu almazsak neler olacağı ve yorgun çalışanlar yüzünden ekonominin ne kadar zarar ettiği anlatılıyor. Uyku uzmanları sanki yeni bir “felsefe taşı” bulunmuş gibi tavsiyelerini ve görüşlerini sıralıyor, uyku kitapları da hem çok satanlar listelerini hem de başucumuzdaki komodinleri süslüyor.

Bir zamanlar nadiren rastladığımız yatak reklamları artık mütemadiyen reklam kuşaklarını dolduruyor, küresel uyku yardımı endüstrisinin büyüklüğü tahmini 76 milyar doları aşıyor. Medyanın bize sürekli ne yememiz veya hangi egzersizi yapmamız gerektiğini söylemesi gibi, şimdi de nasıl ve ne zaman uyumamız gerektiği konusunda talimatlar alıyoruz. Onyıllar önce yalnızca birkaç uyku bozukluğu varken, bugün yetmişten fazla uyku bozukluğu bulunuyor. Daha fazla rahatsızlık sayesinde daha fazla tedavi, daha fazla uzman ve daha fazla hasılat peyda oluyor.

Birkaç yıl önce bu alanda araştırma yapmaya başladığımda, uykunun ortaya çıkardığı soruların zenginliği ve ilk çalışmaları karakterize eden iletişim fikri beni çok etkilemişti. Fizyologlar, psikiyatristler, psikologlar, psikanalistler ve biyologlar aynı masanın etrafında oturup hipotezler ortaya atar, verilerini karşılaştırırlardı. Uyku biliminin altın çağı 1980’lerde sona erse de, yakın zamana kadar ders kitapları neden uyuduğumuzun bir sır olarak kaldığını ve henüz yeterli bir açıklama bulunamadığını kabul ediyordu.

Günümüzde bu durum değişti. Uyku yalnızca çözülmüş bir problem olarak değil, insanın kişisel kurtuluşuna giden bir yolmuş gibi sunuluyor. Bir zamanlar ayrıcalıklı insanların huzur bulmak için gittikleri yerler kaplıcalar ve wellness merkezleriydi, şimdilerde uyku “bireysel inziva” olarak pazarlanıyor. Uyumaya yardımcı olan kitaplar, talimatlara uyduğumuz takdirde besleyici bir dinlenme vaat ediyor, ancak talimatların çoğu internetten birkaç saniyede öğrenilebilecek, iyi bilinen veya bariz davranışsal ipuçlarının ötesine geçemiyor.

İnsan hayatının pek çok boyutu gibi uyku da artık elde etmek için yanıp tutuştuğumuz ama sahip olduğumuzdan asla emin olamadığımız bir meta haline geldi. Yine de kesintisiz uyku fikri büyük ihtimalle yeni bir icattır. Tarihçi Roger Ekirch, At Day’s Close [Gün Batarken] adlı kitabında, 19. yüzyılın ortalarından önce insan uykusunun temel biçiminin iki fazlı olduğunu ileri sürmüştü. İnsanlar önce birinci, sonra da ikinci uykuya dalıyorlardı. Akşam 9 ya da 10 civarında uykuya dalıp gece yarısı ya da sabah 1’e kadar uyurlar, sonra bir ya da iki saatliğine kalkıp (“nöbet” diye bilinen bir süre) sabaha kadar sürecek “ikinci uykularına” dönerlerdi. Birinci ve ikinci uykuya başlama vakitleri tarihsel ve coğrafi olarak değişse de iki fazlı düzen hemen hemen hiç değişmezdi.

1800’lerin ortalarına gelindiğinde, iki fazlı uykuya yapılan atıflar azalmış ve birleştirilmiş uyku norm haline gelmeye başlamıştı. Ekirch bu durumu ilk olarak yapay aydınlatmanın yükselişine bağlamıştı. 17. yüzyılda şehir sokaklarında görülen kandillerin yerini önce gaz lambaları, ardından elektrikli aydınlatma alacaktı. Yapay aydınlatma yeni olanaklar yarattı, daha geç saatlerde uyumayı teşvik etti ve kolaylaştırdı. Ekirch, toplumsal ve ekonomik boyutları da ekleyecekti: Vardiyalı çalışma ve programlamanın yükselişi, yeni teknolojiler ve üretim süreçleri üzerindeki etkileri, zaman yönetimi kavramı ve endüstriyel kapitalizme uygun bir çalışma “etiği” kavramlarının tümü, konsolide edilmiş uyku modelinin yaratılmasına yardımcı oldu. Ekirch’e göre özgün bir biyolojik sürecin toplumsal değişimle çarpıtıldığı açıktı.

Günümüzde bu iddialar hakkında bazı tartışmalar olsa da, kesintili uykunun şimdilerde geçmişte olduğundan daha büyük bir mesele olduğu açıktır. Tıbbi ve mesleki metinler nispeten yakın zamana kadar geceleri uyanmaktan ziyade uykuya dalma güçlüklerine odaklanıyordu. Geceleri uyandığımızda, iki fazlı uykunun yüzyıllardır istisna değil kural olduğu gerçeğiyle rahatlamalı mıyız, yoksa tekrar uykuya dalana kadar “nöbet” vaktimizin bitmesini beklemeli miyiz?

Elbette deneyebiliriz, ancak bu kez uyumadığımız takdirde erken ölüm uyarısında bulunan uyku hijyeni anlayışının yaylım ateşine maruz kalırız. Uykunun bizi kanserden ve bunamadan koruyacağını, kalp hastalığı, felç ve diyabet riskini azaltacağını, bizi daha mutlu, daha az endişeli ve daha az depresif yapacağını öğrendikten sonra bölünmüş bir geceyle nasıl başa çıkacağız? Sekiz saati dolduramama korkusu uykunun kendisi üzerinde dramatik bir etki yaratmaz mı? Bireysel değişkenler ve uyku alışkanlığındaki değişimler artık sıklıkla birer tehlike olarak tasvir ediliyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemesi için mütemadiyen “bilime” başvuruluyor.

Hayatın diğer pek çok alanında hem değerlendirildiğimiz hem de kendimizi değerlendirmeye zorlandığımız gibi, artık uykunun kendisi de günlük değerlendirmelerin başlangıç noktası oluyor. Uyandığımızda o gün yapacağımız işler hakkında endişelenmekle kalmıyor, her şeyden önce yeterince uyuyup uyuyamadığımızı değerlendiriyor ve kaçınılmaz olarak başarısızlığımızın sonuçları hakkında endişeleniyoruz. Bu acımasız değerlendirme kültürünün uyku da dahil olmak üzere hayatımızın tüm boyutlarını sömürgeleştirmesi ne kadar sürer?

Uyku hakkındaki yeni kitaplar da bu suçluluk duygumuzdan faydalanıyor. Geceleri uyanık halde uzanırken, düşüncelerimiz çoğunlukla yapmadıklarımız, yapamadıklarımız ya da yarım bıraktıklarımız etrafında kümelenme eğilimindedir. Diş fırçalamayı, yıkanmayı ya da makyaj temizlemeyi ihmal etmenin tuhaf biçimde felaket gibi görünmesi gibi, ihmal ettiklerimizi gözümüzde büyütürüz. Yatağa uzandığımızda gündelik günahlarımız gözümüzde daha da büyür. Bizi uyanık tutan günün bitmemiş işleri, daha derinlerdeki vicdan meselelerinin ve kabahatlerin kusursuz mıknatısına dönüşür. Örneğin, ödenemeyen bir sevgi borcu veya hiç dile getirilmemiş bir itiraf ya da sitem. Kusursuz uyku konusunda ısrar etmek ve uykuyu tamamlanması gereken bir göreve dönüştürmek bu başarısızlığı daha da körükler. Bölünmüş uykunun sağlığımız için kötü olabileceği doğrudur, ancak imkansız bir uyku idealine ulaşma ısrarı da zararlı olabilir. Kimse kaçan uykumuz için çabalamanın neler hissettirdiğine bakmıyor veya ortaya çıkan başarısızlık hissinin etkilerini hesaba katmıyor.

Bu noktada, 1960’ların ve 1970’lerin popüler uyku kitaplarını bugünkülerle karşılaştırmak aydınlatıcı olacaktır. Ernest Hartmann, 1978 tarihli ufuk açıcı kitabı The Sleeping Pill’in [Uyku Hapı] ilk sayfasında şöyle yazıyor: “Hayat kısmen acı ve kederden ibarettir”, Matthew Walker ise 2017 tarihli Why We Sleep [Neden Uyuruz?] kitabında homo sapiens’i hayvanların bir anlamda en beceriklisi olarak sunuyor, uykunun bize benzersiz akılcılık ve yaratıcılık becerileri bahşettiğini söylüyor: REM (hızlı göz hareketi) uykusu, modern insanın “evrimsel açıdan hızla güçlenmesine” ve “küresel olarak baskın bir sosyal üst sınıf” oluşturmasına yardımcı olmuştur. Walker’a göre “uyku, duygusal beyin devrelerimizi yeniden ayarlayarak ertesi günkü sosyal ve psikolojik zorlukları serinkanlı biçimde atlatmamızı sağlar”, böylece “çevremizdeki sosyal dünyayı akılcı biçimde okuma becerisi” kazanırız.

Gay Gaer Luce ve Julius Segal’in 1969 tarihli çok satan kitabı Insomnia‘nın [Uykusuzluk] açılış cümlesi şöyledir: “Uykusuzluktan kurtulmanın tek bir yolu vardır… doğmamış olmak.” Yeni uyku literatüründe insanın kırılmasına veya altüst olmasına yer yoktur. Bugün uykunun “duygusal açıdan dirayetli, istikrarlı, fazlasıyla birbirine bağlı ve yoğun sosyal insan toplulukları” olmamıza yardımcı olduğunu anlayabiliyoruz. Bu, her gün haberlerde gördüklerimizle veya dünya tarihinden öğrendiklerimizle çelişen bir teşhis. Sarkaç nasıl oldu da insan yaşamının karmaşıklığına dair gerçekçi bir görüşten günümüzün uyku sağlığı uzmanlarının tanımladığı türden bir fantezi dünyasına bir anda savrulabildi?

“İyi uyumuş bireyler” olma arzusuyla, toplumsal problemlerin bireysel problemler olarak baştan aşağı yeniden tasarlandığını görüyoruz. Yeni uyku literatürünün getirdiği şey, uykunun muazzam bir depolitizasyonudur. 1980’lerde Thatcherizm toplumsal sorunları kişisel sorunlara dönüştürmeyi hedeflemiş, böylece işsiz olmak iş bulamamaya dönüştürülmüştü. Toplumsal eşitsizlikler ve kayıplar bireysel başarısızlıklar olarak sunuldu, böylece sorumluluk hükümet ve kurumlarından bireye kaydırıldı. Bu durum, depresyonun yeni klinik kategorisinin yükselişiyle örtüştü. Medya, 1990’larda depresyonla ilgili hikayelerle doluydu: Yeterince serotonine sahip olmamanın kişiyi nasıl depresyona sokacağı, bunun sağlığımız için ne kadar zararlı olduğu ve ekonominin depresyondaki işçiler nedeniyle ne kadar çok şey kaybettiği anlatılıyordu. Bu kez sorunun kaynağı depresyon değil, uykusuzluk. Kaygı, keder ve başarısızlık artık besleyici uyku eksikliğinin bir sonucu olarak sunuluyor. Uykusuzluğu depresif bir durumun sonucu olarak görmek yerine nedensellik tersine çevriliyor: Uyumadığımız için depresyondayız.

Walker insan hayatını farklı sınıflara ayırarak iyi uyuyanların beyinlerinin rasyonellik sergilediğini, kötü uyuyanların da irrasyonel, hatta sapkın olacağını iddia ediyor. Uykusuz çalışanların yalnızca daha az üretken olmakla kalmayıp, aynı zamanda “daha etikdışı”, “sapkın ve yalan söylemeye daha yatkın” olduklarını, hataları için başkalarını suçladıklarını ve başkalarının çalışmalarından kendilerine pay çıkardıklarını söylüyor. Buna göre insanları “normal” ve “sosyal olarak anormal” olarak ikiye ayırıyor.

Uykusuz bireye ilişkin yapılan tanımlamalar aslında günümüz kent toplumundaki çoğu insan için geçerli. Sosyoekonomik yüklerin ve içsel acıların etkilerini kabul etmek yerine, insani zorluklar kesintisiz uykunun merceğinden tekrar tanımlanıyor. İlaç firmaları, insanlara uykularını alamıyorlarsa, aileleriyle vakit geçirmek ya da çalışmak gibi yapmaları gereken şeyleri yapacak enerjiden yoksunlarsa ya da zihinsel yorgunluk, beden yorgunluğu, motivasyon düşüklüğü ve konsantrasyon güçlüğü yaşıyorlarsa, bir uyku bozukluğuna sahip olabileceklerini ve ilaca ihtiyaç duyabileceklerini söyleyen reklamlar yayımlıyor. Oysa antropolog Matthew Wolf-Meyer’in de işaret ettiği gibi, bu semptomlar modern hayatın ve aslında yüzyıllardır yaşanmakta olan hayatın koşulları değil midir?

Bu, uyku sorunlarımızı görmezden gelmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak toplumsal güçlerin uyku anlayışımızı nasıl biçimlendirdiğinin farkına varmalıyız. Bilim, uykunun tüm gizemlerini henüz çözemedi, günümüzün uyku literatüründe yer alan büyük iddiaların birçoğunu ihtiyatla karşılamalıyız. Olgusal hatalar (REM ve NREM hakkında) ve yanlış beyanlar (melatonin, adenozin veya kortizolün özellikleri hakkında) oldukça yaygın ve spekülatif hipotezler kesin gerçekler olarak sunuluyor.

Gecenin doğal seleksiyonu fikrini ele alalım. Bu teoriye göre, biz uyurken beynimiz gereksiz bilgileri “ayıklama” ve ihtiyacımız olanları akılda tutmayı “geliştirme” göreviyle meşguldür. Walker hafıza silmeyi bile savunuyor, bize umudunun “doğrulanmış bir klinik ihtiyaç olduğunda bir bireyin hafıza kütüphanesinden belirli anıları seçici olarak zayıflatmakta veya silmek için doğru yöntemler geliştirmekte” olduğunu söylüyor. Bu türden bir davranışsal temizlik elbette sayısız Orwellyen kurmacanın malzemesidir. İnsanların anılarını silme fikrinin en karanlık gelecek tasavvurlarında yer alması muhtemelen bir tesadüf değildir, elbette “klinik ihtiyacı” kimin onaylayacağı sorusunu gündeme getirir: hasta mı, doktor mu, yoksa devlet mi?

Uyku endüstrisinin hayal aleminden çıkması gerekiyor. Çoğumuzun uykuyla ilgili bireysel sorunları olsa da, bu durum dikkatlerimizi siyasi manzaradan uzaklaştırmanın bahanesi olmamalı. Uzun mesailer, ekonomik güvencesizlik ve pozitif bir imajı sürdürme baskısının olduğu bu dünyada, gerçekten ne kadar iyi uyumamız beklenebilir? Kabahati kendimizde veya yataklarımızda mı aramalıyız? İnsanlık hallerinin pazarlanmasının bu son aşamasında kandırılmamıza izin vermeli miyiz?

Uykusuzluk elbette acı verici bir durumdur, ancak bu durumun gerçekleri kabul edilmeli ve gerektirdiği karmaşıklıkla çözülmelidir. Gayle Green’in 2008 tarihli acımasız kitabı Insomniac, hem uyku araştırmalarını hem de tedavilere ve terapilere yönelik pek de başarılı olmayan girişimleri anlatıyor. Onun samimi, komik ve eşitlikçi yaklaşımı yeni uyku hijyeni anlayışına karşı kusursuz bir panzehir, uykuyla mücadele edenlere de çok daha fazla yardımcı olabilir.

Kafka “uyku en masum varlıktır, uykusuz insan ise en suçlu varlık” diye yazmıştı. Uyku uzmanları bankaların veya büyük şirketlerin yöneticilerine nasıl mışıl mışıl uyuyabilecekleri konusunda seminerler vermek için ödeme alıyorlarsa, alt düzeydeki çalışanların ve taşeronların emeğinin şirketleri nasıl büyüttüğünü de düşünebiliriz. Edebiyat, din ve psikoloji sayesinde, uyku ile vicdan arasındaki bağ hep güçlü olmuştur. Asıl mesele, etrafımızdaki dünya birçok düzeyde çözülürken sekiz saatlik kesintisiz uyku konusunda baskı altında olmamızdır. Bu, ideolojinin en saf halidir. Yeni uyku hijyeni anlayışına ve gizli gündemlerine karşı uyanık olmalıyız.


*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Darian Leader’ın The Guardian’da yayımlanan makalesinden kısaltılarak çevrilmiştir.

Size ihtiyacımız var. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi geleceği ziyadesiyle belirsiz bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitirmiş medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğini göstermek istiyoruz.

Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için çok değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. vesaire’yi tek seferliğine veya düzenli desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share