Umut arayan aynaya baksın

Fotoğraf: Denny Muller.

29 Mayıs’ta uyanacağımız sabaha dair hepimizin uzun zamandır biriktirdiği özlemler, umutlar, korkular ve beklentiler vardı. Bazıları anlaşılır, bazıları da gerçeklikten uzak bu beklentiler fazlasıyla kısa bir sürede hayatımızın merkezine yerleşti. Gündelik sohbetlerimizi unuttuk, gelecek planlarımızı erteledik, hatta temel ihtiyaçlarımızı bile bu beklentilerin gölgesinde belirledik. Hayatımızda böylesine büyük bir yer kaplamasının sebeplerinden biri de yurttaşların siyasi katılımının yegane yolunun sandıktan geçtiği düşüncesi, bu düşüncenin yalnızca iktidar değil muhalefet tarafından da uzunca süredir beslenmesiydi. Sandık dışında herhangi bir eylemselliği uç kabul eden bu görüş, geldiği noktada yurttaşlığı lağvetti ve yerine beş senede bir oyunu kullanmak dışında herhangi bir yaptırım gücü olmayan bir insanlar topluluğu yarattı. Bu insanlar topluluğu da doğal olarak ellerindeki yegane güce, yani oy vermeye haddinden fazla anlam yükledi. Uzun zamandır demokrasinin olmadığı bir iklimde yapılan seçimler doğası gereği kaybedilince de anlam yüklenen tüm beklentiler bir gecede çöktü, yerini derin bir hayal kırıklığına ve umutsuzluğa bıraktı.

Öfke, korku, hüzün, endişe ya da umutsuzluk… Elbette böylesine hayati bir gündemin ardından hiçbirini hissetmek yanlış değil, zaten kime nasıl hissetmesi gerektiğini öğretmek kimsenin haddi de değil. Ancak ben yine de umuda dair konuşmanın ve yüzümüzü umuda dönmenin yalnızca bir ihtiyaç değil bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Seçimin ilk turunun ardından “Bütün gençliğimi çaldılar… Bir kadın olarak hiçbir zaman özgür hissetmedim” diyerek intihar eden Kübra Ergin’in hislerini kaç kadının, gencin, emekçinin taşıdığını hayal bile edemeyiz. Bir yurttaşın daha canına kıymasına giden yolun taşlarını döşememek için şimdi hiç olmadığı kadar umuttan bahsetmeye ihtiyacımız var.

Elbette bu anlamıyla umut gözü kapalı bir iyimserlik, dünyanın ve memleketin halinden bihaber bir Polyannacılık olamaz. “Gerçek umuda en çok, işler olabilecek en vahim halini aldığında, yani iyimserliğin genellikle kabul etmeye gönülsüz olduğu uç durumlarda ihtiyaç duyulur” diyor Terry Eagleton. Bu durumda iyimser olmak ile umutlu olmak arasında kocaman bir fark vardır. İyimser, halinden memnun, içinde bulunduğu durumu değiştirmekten uzak, bu yüzden de gerçekleri bütünüyle göremeyen kişiyken; umutlu, içinde bulunduğu durumun değişmesi için çabalayan, başka bir geleceğin mümkün olduğunu gören ve bunun için mücadele etmeye meyilli olandır. Yani umut ilk anlamıyla sanıldığı gibi salt bir saflığın aksine, harekete geçmenin bir adım öncesidir.

Şartların umutlu olmaya ve daha da zoru umutlu kalmaya elvermemek için elinden geleni yaptığına katılıyorum. Türkiye’de yaşayan genç bir kadın olarak iyimser değilim, olamıyorum. Yukarıda bahsettiğim tüm olumsuz duyguları, endişeyi, korkuyu, hüznü ben de yaşıyorum. Ancak işte tam da bu sebeple, endişe ya da korku duymadan yaşadığım için değil, bilakis bu duyguları umuda dönüştürmeden yaşayabileceğimi hissetmediğim için yüzümüzü umuda dönmenin gerekliliğinden bahsediyorum. Hiç kimse garanti altındaki bir gelecek için bir adım atma gereği duymaz. Maalesef yakın tarihimizin gördüğü en gerici, en faşist siyasi yönetimlerden birinin gölgesinde yarınların tehlikede olduğunu söylemek abartılı olmaz. Öyleyse büyüyen tehlikenin karşısında bizim de büyütmemiz gereken bir umut sorumluluğu ortaya çıkıyor. Peki, böylesine umutsuz görünen bir senaryoda umudu nerede aramalı?

Umut arayan elbette dünyanın şanlı direniş tarihine, parmaklıklar ardından dahi inatla mücadeleyi sürdürenlere, en zor şartlarda kalkıp yeniden deneyen yüzlerce devrim önderine bakabilir. Ancak şimdi belki bunlardan daha da acil olanı, kalkıp aynaya bakabilmek. Giydiğimiz kıyafetten âşık olduğumuz insana kadar benliğimizle ilgili her şey iktidarın hedefine oturmuşken, bildiğimiz gibi nefes almaya devam etmenin bile direnişe dönüştüğü bu günlerde, var olmaktan vazgeçmemek başlı başına bir umut kaynağı olsa gerek.

Öyleyse bugün değilse bile yarın, kendimizi bir nebze daha güçlü hissedeceğimiz o gün geldiğinde kalkıp aynaya bakalım. Sonra da aynasına umutla gülümsemiş tüm yurttaşlar olarak kol kola girelim. Bize unutturulanın aksine ne kadar kalabalık, ne kadar güçlü ve ne kadar mücadeleci olabileceğimizi bir kez daha hatırlayalım. Çünkü bunu hem kendimize hem de birbirimize borçluyuz.

2 Yorum

Muhabbetimiz daim olsun...

Benzer Yazılar
daha fazla

Yazıya her zaman güvenin

İleride birileri bana falanca video, üç boyutlu baskı, oyunlar veya dinamik multimedya sistemleri hakkında fikrimi sorarsa, ne düşündüğüme…
daha fazla

12 Eylül 1980’de ne oldu?

Tam 43 yıl önce, bütün fiziki ve manevi evreniyle günümüzde yaşamayı sürdüren 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Şili, Arjantin,…
Total
0
Share