21 Haziran’da gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı kabine toplantısının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı günün akşamında yaptığı açıklamayla, beklendiği üzere, sokağa çıkma ve seyahat kısıtlamalarının 1 Temmuz 2021’de tamamen kaldırılacağını duyurdu. Aynı açıklamada beklenmedik, daha doğrusu bilinen fakat bu kadar açık sözlülükle ilan edilmesi beklenmeyen bir şeyi de dile getirdi. Pandemi kısıtlamalarına dair açıklamaların ‘ne-olduğunu-bilirsin-sen’lerinin, yani barların, pavyonların, gece kulüplerinin ve diskoteklerin adlarını yine anmadan, lütfedercesine “Müzikle ilgili sınırlamayı daha ileri bir saat olan 24.00’e çekiyoruz,” dedi. Sonra gözlerini o çok sevdiği prompter’dan birkaç saniyeliğine ayırarak, off-the-script olduğu her hâlinden belli bir jestle ekledi: “Kusura bakmasınlar, gece kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yoktur.” Böylece, pandemi fırsat bilinerek uygulanan yasakların büyük çoğunluğunun da esasen virüsle bir ilgisinin olmadığını, bu uygulamaların Erdoğan’ın “şahsının” uygun gördüğü vatandaş tipini dikte edebilmek adına, kişilerin hak ve özgürlüklerine temelden yapılmış ideolojik bir saldırı olduğunu da nihayet itiraf etmiş oldu.
Takip eden saatlerde, Erdoğan’ın bu açıklamasına tepki gösterenlerce oluşturulan #kusurabakıyoruz ve #sendennefretediyoruz etiketleri, Twitter’da günün en çok paylaşılan etiketleri oldular. Twitter kullanıcılarının âdeti olduğu üzere, bu tweet’lerin birçoğu da mizahi içerikli, müzik yasağını alay konusu yapan tweet’lerdi. AKP’nin troll ordusundan sonra sosyal medyayı en aktif kullanan parti olan CHP de kayıtsız kalmadı bu akıma. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel ve CHP Parti Meclisi Üyesi ve eski milletvekili Eren Erdem seçimlerden sonra “bol müzikli” bir “after-party” yapacaklarını iddia eden tweet’ler attılar.[1] CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da evinin mutfağından çektiği bir videoyla katıldı bu tweet furyasına.[2] CHP’nin son dönemde sıkça uyguladığı bir sosyal medya stratejisinin devamı olarak, yalnızca genç nesle yönelik ve Kılıçdaroğlu’nun kendisinin dahi anlamayacağı popüler kültür referanslarıyla donatılmış 59 saniyelik videoda, “popçulara, rockçılara, BTS’cilere[3], EXO’culara” seslendi Kılıçdaroğlu, “Hiçbir boomer müziğinizi çalamaz!” dedi ve o da partidaşları gibi seçimi işaret etti.
Elbette, bir buçuk yıldır işsizliğe mecbur bırakılmış kültür emekçilerinin hal-i pür-melali ortadayken, yasakların ideolojik olduğunu yüzümüze vuran bu açıklamaya karşı muhalefetin laubaliliğe varan bu tutumu birçok kesimden tepki topladı. Bu tepkilerden en serti de SHP ve CHP eski milletvekili Zülfü Livaneli’den geldi.[4] Şöyle yazdı Livaneli: “Titanik batarken espri yarışı yapılmaz. Bir ülke, bir şehir, bir deniz yitirilirken şakalar, bilinci körleştirmekten başka bir sonuç doğurmuyor.” Livaneli bu tweet’le yalnızca eski partidaşlarını mı hedef alıyordu, yoksa Twitter kullanıcılarının geneline yönelik bir tepki miydi bilemiyorum, fakat bu ayrımın elzem olduğuna inanıyorum.
Sosyal teori geleneğiyle az biraz haşır neşir olmuş herkes, mizahın pekâlâ bir politik direniş biçimi olarak kullanılabileceğinin bilincindedir. Fakat tartışmayı salt teorik bir çerçeveye sığdırmaya çalışmayacağım. Nitekim bir “Gezi Kuşağı” ferdi olarak, ben Livaneli’nin yönelttiği itirazları yakından tanıyor ve hatırlıyorum. Bugün “bunun da mizahı yapılmaz artık” diyenler, dün ülke tarihinin en geniş katılımlı toplumsal hareketi olan Gezi Parkı Direnişi’nde baş gösteren karnavalesk ve spontane mizah için de benzer itirazlarda bulunmuşlar, ancak bu mizah dalgası bütün ülkeyi sardıktan sonra mizahın birleştirici ve daha da önemlisi iktidarı işlevsizleştirici, alaşağı edici gücünü kabul etmek durumunda kalmışlardı. Dolayısıyla CHP’nin sağ seçmeni ürkütmeden, genç seçmene şirin görünmek adına, sosyal medya ajanslarından ısmarlama usulü getirttiği cringe mizahı ile “GTA’da polis döven neslin” yaptığı, kendiliğinden gelişen ve genç kuşağın kendi özneliğini inşa ettiği mizah arasında bir ayrım yapmak şarttır. Zira biri illüzyona sürüklerken, öteki özgürleştirir.
Bu noktada, sayın Livaneli gibi, müzisyen kimliğinin yanı sıra siyasetçi kimliğiyle de tanınan bir ismin Titanik benzetmesinin oldukça yersiz ve talihsiz olduğundan da bahsetmek gerekir. Yersiz bir benzetme, nitekim müzik yasağı AKP’nin özel hayata yönelik hak ve özgürlükleri kısıtlayan ne ilk ne de son müdahalesi . 18 aylık pandemi döneminde dayatılan ve hiçbir hukuki altyapısı bulunmayan yasaklara ek olarak Beyza Kural’ın “Erdoğan’ın ve AKP’nin 14 Yıllık Yaşam Tarzına Müdahaleleri” yazısında listelediği doğum kontrolü, LGBTİ hakları, kadın-erkek eşitliği gibi konu başlıkları üzerinden hafızaları tazelemek mümkün. Bu ülkeyi batmakta olan bir gemiye benzeteceksek, buzdağına tam olarak ne zaman çarptığımızı, 2019 yerel seçimlerinin hemen ardından yazdığı “Bugünü anlamak için 1994’e bakmak gerekiyor” başlıklı yazısında isabetle tespit ettiği üzere, yine en iyi Livaneli biliyor. Siyasal İslam’ın Türkiye’deki ilk büyük zaferini kazandığı 1994 yerel seçimlerinde, Refah Partisi’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan, oyların yalnızca %25,19’unu alarak İstanbul Belediye Başkanı seçilmiş, seçime giren (ve toplam aldığı oy %35 olan) üç sol partiden birinin adayı olan Livaneli, %20,30 oyda kalmıştı. Livaneli o seçimde yaşanan usulsüzlükleri dile getirdiği yazısında, kendisini aday gösteren Sosyaldemokrat Halkçı Parti’yi oylara sahip çıkamamakla, Tansu Çiller’i ve Mehmet Ağar’ı kendisine karşı bir karalama kampanyası yürütmekle, seçime giren diğer sol partileri ise rakipleri Erdoğan değil de kendisiymiş gibi sürekli kendisine saldırmakla suçluyor ve ekliyordu:“Zaten oldubittiye getirilerek ‘’zoraki aday’’ yapıldığım için romanıma, müziğime dönmek benim için çok daha iyi oldu. Ben bu ülkenin, daha sonra tanıdığım politik mezbahasına dayanacak insan değilim.” Yani diyor ki Livaneli, buzdağına çarptık ama benim filikadaki yerim zaten daha rahattı.
Gelelim Titanik benzetmesinin neden talihsiz bir benzetme olduğuna. Talihsiz, nitekim Türkiye müzik tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Livaneli’nin, Can Dündar’ın deyimiyle “neşesi çalınmış” bu ülkenin insanına vereceği mesajın, onları daha da yılgınlığa sürükleyecek “Titanik batarken espri yapmayın!” değil; onları haksızlığa, hukuksuzluğa karşı direnmeye teşvik edecek “Titanik batıyor da olsa müzik yapın!” olması beklenirdi. Nihayetinde, Titanik benzetmesi üzerinden devam edecek olursak, 15 Nisan 1912 gecesi, batmakta olan Titanik gemisinin güvertesinde, William Henry Hartley’nin şefliğini yaptığı sekiz kişilik orkestra, canlarını kurtarabilmek için oradan oraya koşturan, filikalara yetişebilmek için birbirlerinin üzerine çullanan insanların arasında enstrümanlarını çalmaya devam etmiş, sekiz müzisyen de gemiyi terk etmemişti.[5] Yine talihsiz bir benzetme, çünkü Livaneli’nin “Titanik batıyor” diyerek dizlerine vurduğu dakikalarda, müzisyen Ağaçkakan, #kusurabakıyoruz diyerek Kadıköy Mehmet Ayvalıtaş’ta bir konser çağrısında bulunmuş, aynı gece altı dinleyicisi ile birlikte gözaltına alınmıştı.
Velhasıl Türkiye’nin bugününü anlamak için gerçekten de 1994’e bakmak gerekiyor. “Bir ülke, bir şehir, bir deniz yitirilirken” siyasal islam aynı siyasal islam, sol aynı sol, Zülfü Livaneli de aynı Zülfü Livaneli.
[1] https://twitter.com/onursaladiguzel/status/1407021431112749063, https://twitter.com/erenerdemnet/status/1407028491250458625
[2] https://twitter.com/kilicdarogluk/status/1407076684713664518
[3] Danışmanlarının gözünden kaçmış olacak. Sayın Kılıçdaroğlu ünlü K-Pop grubu BTS’i BTC olarak telaffuz ediyor.
[4] https://twitter.com/LivaneliZulfu/status/1407062364382433282
[5] Steve Turner. 2011. The Band that Played On: The Extraordinary Story of the 8 Musicians Who Went Down with the Titanic.