Maren Ade’nin Toni Erdmann (2016) adlı filmini daha önce duyduysanız, muhtemelen övgü dolu sözler de beraberinde gelmiştir. Ben de ne kadar övsem az geleceğini düşünüyorum, bu da film hakkında bir yazı yazmayı zorlaştırıyor. Yine de, kişisel saygı duruşumu yapmak adına denemek istedim.
Katıldığı her festivalde büyük ilgiyle karşılanıp birçok ödülle döndüğü için, hâliyle film hakkında bugüne dek çok yazı kaleme alındı. Filmi politik arka planı üzerinden okuyan da oldu, baba-kız ilişkisi üzerinden de. Hatta yabancı dildeki (İngilizce olmayan anlamında) filmlerin çeviride kaybolan kısımlarının, bu tür komedilere nasıl hizmet ettiğine dair bir yazı için örnek olarak sunan dahi var. Bense hikâyede, neoliberal bireyciliğe itiraz eden modern bir meddah, çalışmayı erdem kabul eden anlayışın karşısına dikilen bir Don Kişot görüyorum. Açıklamaya çalışayım.
Toni Erdmann, temelde muziplikten bir türlü vazgeçemeyen Winfried ve işkolik kızı Ines arasındaki ilişki üzerinden ilerliyor. Winfried’le ilk defa filmin henüz başında bir postacıyla olan diyaloğu esnasında tanışıyoruz. Kapıya kılık değiştirip iki farklı karakterle birden çıkan bu nevi şahsına münhasır adam, taktığı kalp atış monitörünün azizliğine uğrayarak iki kişinin de aslında kendisi olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor.

Hemen sonraki sahnede yeni biriyle evlenmiş eski eşi ve ailesiyle tanışıyoruz. Bir de Ines’le. Burada iki karakterle ilgili de üzerinde dönüp duracağımız bazı konuların ilk işaretlerini yakalayacağız. Winfried okuldaki çocuklarla gerçekleştirdiği gösterinin ardından yüzünde kalan makyajı anlatırken bunu bir meddah inceliğiyle yapıyor: Farklı seyircilerin karşısında gelen cevaba göre şekillenen farklı hikâyeler. Filmin devamında da “Toni Erdmann” adında bir yaşam koçu, bir noktada ise Alman büyükelçisi olduğunu iddia edecek. Bu modern meddahlık hâlinin daha tüyler ürpertici bir örneği için The Dark Knight’ın (Christopher Nolan, 2008) Joker’i ve onun dudağının iki kenarındaki yara izlerine başvurabiliriz. Şimdilik Toni Erdmann ile devam edelim.
Ines’in ailesine ayıracak beş dakikası bile yok, aktif olarak ofiste ya da sahada çalışmadığı zaman dahi telefonda olmak zorunda. Winfried dışarıya, onun yanına çıktığı zaman ise fark ediyoruz ki Ines aslen telefonla konuşma numarası yapıyor. Ancak bu durumu yalnızca “aileyle konuşmaktan/yüzleşmekten kaçmak” olarak yorumlamak yetersiz kalabilir. Peter Fleming, “Çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamayanlar ne yapmalı?” başlıklı yazısında şunu söylüyor[1]: “Çalışma ideolojisinin en endişe verici yönü şu ki, ekonomik anlamda, somut olarak gerçekten gerekli olmadığında dahi çok çalışmaya mecburuz. Çok meşgul görünmek, toplum için faydalı bir şeyler yapmaktan çok toplumsal beklentileri karşılamaya dair bir şey hâline geldi.”
Öte yandan, Ines’in çalışma ideolojisinin insanları (ve kendisini) neye çevirdiğinin farkında olduğunu söylemek mümkün. Özellikle bir kadın olarak oradaki mevcudiyetini sağlamak için nelerden taviz vermesi gerektiğinin de öyle. “Tabii ki feminist değilim, yoksa senin gibi adamlara nasıl katlanabilirim?” gibi repliklerle bunu doğruluyoruz. Onu bu hayat için motive edenin ne olduğu sorusunun cevabı için babasına kadar gidebiliriz. 68 kuşağının bir mensubu olan babası. Bütün o hayalperestlik, o “çocukluğun” içinde birinin “yetişkin” olması gerektiğini söyleyecektir Ines. Nitekim halinden memnun da görünüyor. İşi için Romanya’ya gidiyor, Winfried de haber vermeden peşinden. Toni Erdmann karakterine bürünerek kızının iş arkadaşlarıyla, iş yapacağı insanlarla, diğer çevresiyle tanışıyor. Mesele Ines için gittikçe rahatsız bir hâl almaya başlarken seyirci alışkın olmadığı olağanüstü bir mizahla karşı karşıya kalıyor.

Peki, ya Winfried’in muradı? Ağzından hiç doğrudan politik bir beyan duymadığımız karaktere böyle bir misyon yüklemek doğru mu? Yoksa bu, yaşı itibariyle ona bir siyasi konum devşirmekten mi ibaret? İşkolik kızını rahatsız eden ve 68 kuşağıyla yaşı tutan her babanın mutlaka kapitalizmle doğrudan bir derdi olmalı mı? Winfried’in bu durumun ne kadar farkında olduğunu bilmiyoruz. Ancak kamera, bunun ayırdına varacak politik bilince sahip. Yönetmen Maren Ade’nin, Ines’in işi ve devrim sonrası Romanya üzerinden Avrupa’yla ilgili söylemek istediği bir şeyler var. Bu durumda Winfried’in motivasyonunu yalnızca “geyik yapmaya” dair onulmaz bir istekle açıklamak filme de karaktere de haksızlık olur. Bununla birlikte Kaya Özkaracalar’ın “Toni Erdmann’da tek boyutlu insanın alternatifi ne?” başlıklı yazısı, konuya haklı bir eleştiri getiriyor. Toni Erdmann’ın kapitalizmle ilgili söylediği pek çok şey var, ama onu yıkmanın yolundan bahsetmiyor.
Sonunda gelinen nokta, Winfried’in yaptığı Gülten Akın’ın İlkyaz şiirindeki “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerini[2] andıran konuşma ve Toni Erdmann ile özdeşleşmiş takma dişi takan Ines. Piyano başında şarkı söylerken olduğu gibi “işkolik kadın” tanımından uzaklaştığı bir an. Ines tamamen değişti mi ya da değişmeye niyeti var mı bilmiyoruz, hatta şu koşullar altında değişse iyi olur mu, onu dahi bilmiyoruz. Bildiğimiz, en azından tahminimiz, Maren Ade’nin konuyu oracıkta çözmeye niyetlenmediği. Çözüm oralarda değil çünkü.
Fleming, yazısını şöyle bitiriyor: “Buradaki püf nokta, aşırı çalışma ritüelinin kişisel bir hata değil, toplumsal bir baskı olduğunu görmek. Bu baskının önemli bir kısmı da, son 20 yıldan fazla bir süredir gerçekleşen, işgücünün güçsüz kılınmasından kaynaklanmakta. Güvencesizlik –gerçek veya hayali- insanların işleri için her şeyi feda etmesini doğal olarak daha mümkün hale getiriyor. Bu yüzdendir ki, iş manyaklığına birey olarak karşı koymak yararsızdır. Eğer ilerici politikalar ve yasal düzenlemeler biçimlenecekse, bu kaygıları dile getirmek için bir grup olarak bir araya gelmeye ihtiyacımız var. Diğer türlü çok az şey değişir.Daha sağlıklı bir iş-yaşam dengesi mi istiyorsun? Sendikalı ol. Veya daha da iyisi, kendi sendikanı kur. Fakat havaalanı kitapçısındaki kişisel gelişim bölümünden uzak dur. Çalışma ideolojisinin hâlâ kişisel iradeyle ehlileştirilebileceğini iddia ediyor. Ama yapamaz.”
Joker benzetmesine dönecek olursak, şehri baştan aşağı yıkmak ya da kaosa sürüklemek istemeyen (istese de bunu yapacak güce sahip olmayan) Toni Erdmann’ın yapabileceği tek şey, neoliberal bireycilik ve çalışma ideolojisinin karşısına Don Kişot gibi dikilmek. Az mı “yenilmez şövalyesi” olmak “susuzluğumuzun”?
Winfried belki delinin teki, belki hepimizden daha akıllı, belki de fark etmez. Neticede şimdilik, tüylü kostümü giyip kızına sarıldığı, birlikte eskisi gibi şarkı söyledikleri anlarla yetinecek. Bizse Toni Erdmann gibi filmlerle. Çünkü “Yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek.”
[1] Yazıdan bütün alıntılar Umar Karatepe’nin çevirisi. Karatepe’nin sendika.org’da yayımlanan çevirisine bu bağlantı üzerinden erişebilirsiniz.
[2] Aynı dizeleri Ahmet Gürata, Altyazı’nın Kasım 2016 sayısında Paterson (Jim Jarmusch, 2016) için kullanmıştı.