Müzik akımları her zaman müzisyenler tarafından yaratılmayabilir. Bir mekân, bir seçki, bir tavır üzerinden yeni bir kültürel akım toparlamak, bunu yapabilecek öngörüye ve kibre sahip olmak, zaman zaman içeriği üretmek kadar önem taşıyabilir. 90’ları kasıp kavuran “Seattle Sound”un hikâyesini de sesleri çıkaran müzisyenler kadar, o sesleri dinleyip albümleri yayımlayan Bruce Pavitt yazıyor.
Hayatına 80’li yıllarda bağımsız plak şirketlerinin albümleri üzerine aylık yayımlanan bir fanzin olarak başlayan Subterranean Pop, dördüncü sayısı itibariyle tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz Sub Pop adını alıyor. Evergreen State College’da bir ders kapsamında hazırlanan bu fanzin, Pavitt’in 1983’te Seattle’a taşınmasıyla yerel gazete The Rocket’ta “Sub Pop U.S.A.” adıyla bir köşe olarak ismini duyurmaya 1988’e kadar devam ediyor.
Bu sıralarda yaptığı seçkileri basmaya kadar veren Pavitt, Sub Pop’u bir plak şirketine dönüştürüyor ve şirketin ilk uzunçaları olan Sub Pop 100’ı yayımlıyor. Sonic Youth da dâhil olmak üzere birçok yerel müzik grubu ve müzisyenden örnekler taşıyan albüm, Sub Pop’a bağımsız bir plak şirketi olarak büyük itibar kazandıracak kadar başarılı oluyor. Bu başarıyla birlikte demo’larını dinleyip beğenmeyecekleri gruplara, “Dear Loser” (Sevgili Kaybeden) hitabıyla başlayan mektuplar göndermelerine neden olacak kadar büyüyen bir özgüvenin temellerini atan Pavitt ve şirketin mali işlerine bakması için ortaklık kurduğu Jonathan Poneman, işlerini bırakıp tüm enerjilerini Sub Pop için harcamaya karar veriyorlar.
Neredeyse tamamen Bruce Pavitt’in müzikal zevki ve kültürel algısıyla seçilen grupların şarkılarıyla dolu karışık albümler, aylık abonelik sistemiyle isteyenlerin kapılarına kadar gidiyor. Pavitt’in yaptığı bu seçkiler bildiğimiz anlamda grunge’ı alıp, tür dâhili ve harici karakteristik özellikler taşıyan “Seattle Sound”a dönüştürüyor.
Seattle Sound’un bu kadar kendine mahsus olmasının belki Pavitt’in seçkileri kadar önemli bir parçası da Sub Pop için 1987 ve 1989 yılları arasında 75 albüm, EP ve single hazırlayan (bu oldukça sıra dışı sayılabilecek bir sayı) müzik yapımcısı Jack Endino’nun müzik kayıt ve miksinde takındığı tavır olarak görülebilir. İki sene gibi kısa bir süre içinde ürettiklerinin miktarına bakmak bile, Endino’nun işlerinin üzerine pek de fazla zaman harcamadığını, köşeli, doğal ve sterilize edilmemiş işler ortaya koyduğu anlamaya yetiyor. Bununla beraber kayıt ve miks işlemlerini hızlandırmak için stüdyosunda kurduğu sistemik “pre-set”ler (önceden ayarlanmış sinyal akışı ve kayıt düzeni) bu süre boyunca elinden çıkan her şarkının sonik olarak oldukça tutarlı olmasına sağlıyor. Tek başına ekipmanların (Abbey Road’un mikser masası, Sound City’nin kayıt odası vb.) bile “sound” yaratabildiğini düşündüğümüz zaman, bütün sistemin aynı ya da en azından benzer ayarlarda tutulup 75 ayrı işe analog imzalarını bırakmaları, bütün bunların da sterilize müzikten pek de hoşlanmayan Endino gibi bir yapımcının kontrolünde olması Sub Pop’un “Seattle Sound”u yaratmasına epeyce katkıda bulunuyor.
Başta Nirvana ve Soundgarden olmak üzere gittikçe popülerleşen Seattle Sound sakinleri, Sub Pop’un ve Pavitt’in ismini ABD çapındaki tüm amatör grunge, indie ve softrock gruplarının akıllarına kazırken, 90’lar boyunca albümler ve seçkiler giderek daha da zenginleşiyor. Dwarves ve L7 gibi punk gruplarının yanı sıra The Shins gibi daha uysal müziklerin icracıları da artık Seattle Sound’un bir parçası haline geliyor.
1996’da Pavitt ve Poneman’ın Sub Pop’un geleceği hakkında bir kısmı felsefi bir kısmı ekonomik fikir ayrılıklarına düşmesi Pavitt’in ailesiyle daha fazla zaman geçirecek zamanı bulabilmesine neden olurken, Sub Pop yine de kendi bildiği yolda iyi müziği, Seattle ruhunu bulup, parlatmaya devam ediyor. Örneğin Iron & Wine, Pavitt sonrası Sub Pop’un ön cephesinde korkusuzca ve usulca savaşanlardan yalnızca biri.
ABD’de 1990’lar, grunge’ı ve akabinde Seattle Sound’u doğururken, bir önceki kuşağa öfke, büyük hayaller ve hayal kırıklıkları, banliyö ergenlikleri gibi bireyselleşme ve farklılaşma sancılarına ve naif güneşli gün hüzünlerine sahne açtı. Bu sahne kültürel bir manifesto oluşturdu, zamane gençleri bu manifestoyu üzerlerinde pek güzel taşıdı. Sonraki kuşaklar ve kültürün yavaş seyahat ettiği zamanlardaki dünyanın geri kalanı (misal 2000-2010 Ankara’sı neredeyse ufak bir Seattle gibiydi) 2010’lara kadar bu heyecanlı, kötümser ama hayat dolu akımı sürüklemeyi ve hayatta tutmayı başardı. Nirvana “About A Girl” şarkısını yazmasaydı, Seattle’da hiç yağmur yağmasaydı ve belki de değer biçildiğinden daha önemli olan Sub Pop bu çılgınlığı, derleyip CD ve plaklara dönüştürmeseydi müzik piyasası 20. yüzyıla belki de bu kadar güzel veda edemezdi.
El mahkûm zamana ayak uyduran Sub Pop’un, 21. yüzyıla merhaba diyerek 2003’te bastığı The Postal Service single’ı “Such Great Heights”ın bir milyon kopyanın üzerinde satması ise Seattle Sound’un nereye evrildiğini görmek adına epey aydınlatıcı. 90’lı yıllardaki gibi yeni nesli peşinden sürükleyebilir mi bilinmez, ama yeni Sub Pop’ta da heyecan verici işler olduğunu kabul etmek gerek. Geçmişi özlemle anarken, gelecekte de hoş şeyler görmek, dinlemek en azından benim kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor. Seattle’dan çıkan sesleri dinlemeye devam edin, oralarda hâlâ güzel şeyler oluyor.