Yıl 1933. Bir gece vakti, Galata’daki Saint Pierre Kilisesi’nin karşısındaki binanın kapısı çalındı. Kapıyı çalan adamlar Beyoğlu’nun namı kendinden büyük üç kabadayısı: Altındiş Kemal, Arnavut’un Ali Rıza ve Hasan Marmara. Külhanbeyleri, kapıyı açan adama içeride kalmak istediklerini bildirseler de adam onları içeri almadı ve gerisin geri döndüler.
Üç külhanbeyine kapıyı açan adam kimdi? Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan yıllar önce, sokakta kalmış veya üstleri sokağın kirine bulanan çocukları ıslah etmeyi ve topluma kazandırmayı kafasına koymuş bir adam: Robert Koleji öğretmenlerinden Kazım Zafir. Kapının çalındığı o bina ise, tam beş yıl boyunca bu hizmete konaklık etmiş Çocukları Kurtarma Yurdu.
Ertesi gece aynı kapı yine çalındı. Kapıdakiler yine Altındiş Kemal, Arnavut’un Ali Rıza ve Hasan Marmara’ydı. Bu sefer bu üç kabadayının ardında çarpık bacaklı, saçları bitli, hepsi tütün müptelası, kimsesiz ve evsiz çocuklar vardı. Kazım Zafir’in Çocukları Kurtarma Yurdu 1933’te yedi çocukla başladı. 1938’de yurdun mevcudu 250’ye ulaşmıştı.
Kazım Zafir bu yurdu kurmayı aklına koyduğunda, karısı Meliha Zafir’le aralarındaki konuşmayı bir cesaretle Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’a aktardı. Gökay, kısa süre sonra olayı dönemin İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a ilettiğinde gerekli izinler alındı ve Galata’daki Saint Pierre Kilisesi’nin karşısındaki bugün yerinde Okçu Musa İlkokulu’nun bulunduğu binada yurt açıldı. Yurda başta mübadele kurbanı çocuklar olmak üzere, cami avlularında, hamam külhanlarında ve fırınlarda yatan çocuklar gelmeye başladı.
Gelen çocuklar dönemin Hapishaneler Başhekimi İbrahim Zati Bey’in 1932 tarihli bir raporunda ilkelerini belirlediği düzende yurda alınıyor, besleniyor ve eğitiliyordu. Yurtta kesinlikle dayak kötek yoktu ve hatta yurdun disiplin anlayışının anti-otoriter olduğu söylenebilirdi. Herkes işlediği suçu anlatmakla yükümlüydü. Bunun sonunda sadece “Bir daha yapma sakın!” ikazıyla yatakhaneye gönderiliyordu. Tütün içmeye, hatta esrar içmeye bile müsamaha gösteriliyordu. Bir keresinde bir çocuk, bir cüzdan çaldığını itiraf etmiş, ceza almadan yakayı kurtarmıştı. Tabii cüzdanın bedeli sahibine tazmin edilmek suretiyle… Çocuklar için en büyük ceza olsa olsa günde iki kez yıkanma zorunluluğuydu.
Kazım Zafir, yurdundaki çocuklara o kadar özeniyordu ki yemelerinden giyimlerine kadar çocukların her şeyiyle bizzat ilgileniyor, onları her şeyin en güzeline alıştırıyordu. Hatta yemek masalarına bembeyaz örtüler serdiğinde, yurdun diğer idarecileri onu “Muşamba bunların nesine yetmez, Galatasaray’daki talebeler bile muşamba üzerinde yemek yiyorlar,” diye tenkit ettiklerinde aldırmıyordu. Her şeyin bol bol tüketilmesine “İsraftır bu,” dediklerinde bile “azdırmayacağını bilsem havyar da yedireceğim,” cümlesiyle cevap vermişti.
Kazım Zafir için her şey yolunda gidiyordu ama yurdun diğer idarecileri Zafir’in yönetiminden hiç memnun değidi. Akşamları saat altıdan sonra sokağa çıkma yasağı konulmasını, on yedi yaşını dolduranları yurttan çıkarmak istiyorlardı. Talimatnamelerini Kazım Zafir’e kabul ettirmek için istekler, uyarılar birbirini kovalıyordu. Kazım Zafir ise uyarılara kulak asmıyordu. Çocukları bildiği gibi yetiştirmeye devam ediyordu. Hatta programı büyütüp çocukları bir zanaat öğrenmesi için anlaştığı zanaatkârların yanlarına çırak olarak vermeye başlamıştı. Çocuklar terzilik, marangozluk, kunduracılık gibi zanaatları öğreniyorlardı. Ustalarından kazandıkları yevmiyeleri yurt müdürüne veriyorlar, biriken paradan da haftalıklarını çekebiliyorlardı.
Kazım Zafir’in bu anti-otoriter yüzü elbette sadece çocuklara karşıydı. Yurt idarecilerine karşı ise son derece sert bir yüz takınıyordu. Yurdun kurallarına göre bir mürebbiye, dokuz saat ara vermeden çocuklarla ilgilenmek zorundaydı ve onları bırakması söz konusu bile olamazdı. Görevini erteleyemez, savsaklayamaz ve bu konuda tartışamazdı. Aksi halde üç ihtardan sonra mürebbiyelik görevinden alınırdı.
Peki, bu çocuklardan meslek edinip topluma karışanlar var mıydı? Varsa ne iş yapıp da hayata tutundular? Kazım Zafir Bey’in tedrisatından geçip meslek edinen çocukların pek çoğunun adı ve nerede oldukları meçhul. Hatta senarist Filiz Terzi bu yurdun filmini çekmek için gazete ilanlarıyla bu yurttan çıkan çocukların kendilerine ulaşmasını istemişti. Amacında başarılı oldu mu bilemiyorum, ama yurttan çıkan birkaç çocuğun izine Ümit Bayazoğlu’nun yazdığı Uzun, İnce Yolcular kitabında rastlıyoruz. Kitapta, Rüşdü adında bir çocuğun bir iskemle imalathanesinde haftalığı 40 liradan çalışma hayatına atıldığını, içlerinden kunduracılar, sinema makinistleri, mürettipler, dükkân sahipleri, postacılar, şoförler çıktığını öğrenebiliyoruz.
Kazım Zafir bu rüyayı tam beş yıl sürdürdü. Aralıksız beş yıl. Fakat bu güzel rüya bir gün belediyeden gelen bir yazı ile sonlanacaktı. Yazıda şunlar söyleniyordu:
“Gayrı-sosyal çocuklar, İstanbul’un mutena semtlerinden Beyoğlu sakinlerinin mahdumlarına kötü misal teşvik etmektedir. İşbu sebepten, yurdun avanesiyle birlikte şehir dışına çıkarılması mecburiyeti hâsıl olmuştur.”
Bu olayın üzerine Kazım Zafir çocuklarıyla vedalaşıp, istifa etti. Yurt ise bir tenis topu gibi bürokrasinin elinde gidip geldi. Önce Darülaceze’ye bağlandı, olmadı. Sonra Kağıthane’ye, oradan da Beykoz’a nakledildi. En sonunda da dağıldı gitti.
Yurt 1938’de Kazım Zafir’in elinden alındığında 80 çocuk barındırıyordu. Beş yıllık sürede ağırladığı iki yüz elli çocuktan, on ikisi topluma kazandırıldı, on tanesi ıslah olmayıp sokağa geri döndü. Üçü akıl hastanesine gönderildi, yirmi beş çocuk ise ailesine kazandırıldı.
Kazım Zafir vedasından sonra Kıbrıs’a bir idadiye öğretmen olarak gitti, oradan da kırık bir hikâyeyle döndü. Sonrasında ne yaptığını ise maalesef öğrenemedim.
Sonradan berbat edilecek Çocuk Esirgeme Kurumu bile daha emekleme dönemindeyken, bir kişinin çıkıp da kimsesiz, sokaktaki çocuklara kol kanat gerip, topluma kazandırmasına verilen cevap daha sonra benzer girişimlere de bir gözdağıydı aslında: Kırık dökük güzel günler. Kazım Zafir Çocukları Koruma Yurdu’ndan geriye sadece bu kaldı.
Kaynak: Uzun, İnce Yolcular. Ümit Bayazoğlu (Aras Yayıncılık, 2014).