Beğendiğim şarkılardan hazırladığım liste gittikçe büyüyor, listeye neyi neden eklediğimi unutmuşken bir bağlantı daha önüme düşüyor, “bakacağım ilk fırsatta” diye geçiştireceğim yeni bir şarkı daha. “Muhakkak bakacağım, şimdi yoğunum.”
O kadar da yoğun değilim. Bana sorsanız salim kafayla odaklanmak istiyorum, kendiliğinden çarpılma ihtimalini erteleyip görevleştiriyorum. Ödev gibi dinlenen, okunan, izlenen her şey gölgeleniyor. Bu gölgeyi konuştuğum herkeste görüyorum. Şarkıyı ilk fırsatta “yeni son3” listesine ekliyorum, daha sonra hatırlamayı umarak. Çünkü hatırlamak da, hazır listeler varken, bir beğeniyi anın ve anının içine, kendi belleğime kaydetmek de zorlaştı. Zevklerimizi ve hislerimizi taşerona vermiş olma korkusu içindeyim bir süredir. Hepsini uygulamalara, dağıtım şirketlerine veya aboneliklere devrettik.
Yalnız değilim sanırım. Birçok insan için araştırmanın ve keşfetmenin keyfi nostaljik bir hisse döndü. Bu keyfi bizim yerimize karar veren algoritmalara devrettiğimizden beri kaybetmenin telaşı içindeyim. İçimden bu yazıyı bu duygu üzerine kurmak geçse de, meselenin kuşakları aşmadığını düşünüyorum. Yeni bir şarkı keşfetmenin, onu tekrar ve tekrar dinlemenin özlemi hakkında konuştukça yeni şeylere duyduğumuz açlık unutuldu mu? Pasajlarda gezerek kaset bakmayı özlemekten duyulan keyif, hatta o özlemi anlatmaktan alınan haz, nerdeyse keşfe ağır basar oldu, müzikten çok bunu konuşur olduk. Hatırlatmayı şarkılara, sözlere, seslere yeğleyip bizden önce nicelerinin düştüğü “bir devir kapandı” melankolisinin peşine mi takıldık? Bu davet, bizi biz yapan binlerce etkiden biri oldu nihayetinde, piyasanın kontrol ettiği bir alan dolaylanıp çağımızın kimliğine eklendi.
Bu sorular aklıma üşüşmüşken gelen bağlantıya tıklıyorum. Benjamin Clementine’ın derinden gelen yoğun sesi, bizzat yazdığı “Condolence” şiirini usulca melodikleştirerek söylüyor: “Sana yemin ederim, beni daha önce burda gördün / Beni burda daha önce gördün / O yüzden söyleme, söyleme öbür türlüsünü / Bu sesi, bu özellikli sesi / Doğru, daha önce de duydun / O yüzden sakın söylemeye cüret etme / Söyleme öbür türlüsünü”
Aynı anda hem geçmişten hem gelecekten gelen ürpertici bir rüzgar o dakika kulaklarıma doluyor. Bunu es geçmek mümkün olmayacak, farkıdayım.
33 yaşındaki İngiliz sanatçı, Londra’da göçmenlerin yaşadığı Edmonton’da doğmuş. Bir söyleşisinde anlattığına göre, çocukluğu, ilk gençliği, mahallenin ücretsiz kütüphanelerinde John Keats okuyarak geçmiş. Bir gün abisinin hevesle aldığı klavye, mahallenin diğer çocuklarının meraklarıyla hırpalandıktan sonra o zamanlar 12-13 yaşlarındaki Benjamin’e kalmış. Kendi başına piyano çalmayı ve şarkı söylemeyi öğreniyor, “zaten şiir yazıyordum, kendimi müzikle de ifade edebileceğimi farkettim,” diyor. Bu alelade görünen şairane farkındalık, Clementine’ın yolunu Paris’e düşürüyor.
“Neden bilmiyorum, orada olmam gerekiyormuş gibi geldi,” dediği Paris metrolarında onu göremedim. Ama hayal etmesi zor değil, muhtemelen Seine Nehri’nin üstünde sıralanan köprülerde şarkı söylemeye başlıyor. Keşfedildikten bir süre sonra 2014’te At Least For Now isimli ilk albümü yayımlanıyor, büyük bir heyecan uyandırıyor. 2015’te Mercury Ödülü’nü kazanıyor. Adını ünlü dergilere “büyüleyici ve kusurlu” diye yazdırıyor.
Üç sene sonra ikinci albümü I Tell a Fly yayımlanıyor. Bir kez daha sosyal medya kullanıcıları ona hayranlıklarını duyururken, ünlü eleştirmenler tüm yazılarını “şaşkınlık” duygusu üzerine kuruyor. “Ailesinin bağnazlığına rağmen her şeyi kendi kendine öğrenmiş, sıradışı yetenekli, ikinci kuşak göçmen çocuk” yazılarından hayranlık adı altında sınıfsal şerhler görünüyor. Hikâyeleştirmek istiyorlar yeteneğini, radyolar ve dergiler kendisine hep aynı soruyu soruyor: “Nasıl keşfedildin?” Yaşamının ve yeteneğinin, müziğinin önüne geçmesi için piyasa seferber oluyor.
Tesadüfen elbette, ama konunun dolaylı bir temsili gibi, bir süre kaldığı ABD’ye giriş vizesinin üzerinde bile “sıradışı yeteneklere sahip yabancı” yazıyor. Öyle iyi bir hikâyeyle buluşmuş, özel bir yetenek ki bunun şimdiden bir filme konu olacağını tahmin etmek mümkün. Fakat Benjamin Clementine’nin kendi müziğini bu baskıdan çıkarma arzusu, piyasanın talebine ağır basıyor. Clementine sinekleri anlatmak istiyor, sınıflardan, kimliklerden geçen, sadece kendisinin bulduğu “deneyimlerim ufak olabilir ama beni onlar şekillendirdi” dediği anlamları. Bir şey anlaşılsın diye özellikle şartlanmadan, ödevleştirmeden anlatıyor.
Bu açıklık sayesinde, onu dinlerken yukarıdaki soruların üzerinde başka hisler buluyorum, başka hatıraların peşine düşüyor ve başka gelecekler umut ediyorum. Dinlenme sayılarına ve kısıtlı popülerliğine bakınca, piyasanın dayatmasının şimdilik başarılı olduğu söylenemez. Hatta yeni albümüne daha çıkmadan gösterilen ilgisizlik bile belki onun peşini bıraktıklarının göstergesidir. Bir gün kendisiyle konuşma şansım olsa, ilk sorum “Buna nasıl direndin?” olurdu. Belki de yanıtı “Bazıları çok ciddiye aldığımı düşünebilir ama müziği bana bağışlanmış bir şey olarak görmedim,” dediği söyleşidedir. Her şeyin sürekli yeni diye sunularak kaybolduğu bir çağda nasıl direnebilir?
Spotify ve onun gibi devasa çevrimiçi şarkı marketleri, müzik piyasasındaki hakimiyetlerini kaybetmemek için yeni yollar buldukça, keşif artık anlık beğenilerden ibaret oldu. Kalıcı olmak zor, üstelik algoritmayla işleyen yeni keşif radarı da, herkesi birbirine benzetmeye meyilli.
Onu kendi içine kapalı bir hikâye, sıradışı bir yetenek olarak özelleştirmek isteyen akla karşı keşfi ve anlamı yeniden bulmanın yolları yazılabilir mi? Tarihin bir anını cımbızla çekip, tek bir nedensellik ipine bağlayıp onu zamanından, kendi aklından, mekânından, olanaklılığından kesen, onu hoş bir hikâye olarak metalaştıran bu hâkim piyasa anlatısına karşı kendi raslantısallığı içinde sanatıyla varolduğunu söylersek, takipçisinin aynı yöne bakarak yoldaşlık ettiği bir süreç yeniden bir bütün olarak eleştirinin konusu olabilir mi? Bu yol muazzam yetenekte bir sanatçının maddi yeneteğini küçümser mi, yoksa onun öne çıkarılması gereken yolu mu gösterir?Ya da benim yer yer melankolinin ve sürekli her yerde yeniden üretilen ezberlerin peşine takılmış, çürümeye yüz tutmuş aklımı, çağdaşım sanatçılar çelerse, beni de başka biri yapabilirler mi? Ne kadar işgal edilmek, tektipleştirilmek istense de yeni bir hissin, yeni bir zamanın, yeni bir keşfin hâlâ mümkün olduğunu bana hatırlatabilir mi?
Benjamin Clementine, bu yapının içinde yok olup gidenlerin farkında sanki. Neyin içine doğduğunun bilincinde ama kendine edindiği muğlak yerden dinleyişine (belki de plansızca) çağrıda bulunarak üretmeye devam ediyor. Yeni albümü, kendi kurduğu bağımsız şirketin etiketiyle And I Have Been ismiyle 28 Ekim’de çıktı.