Sahneyi kurmaya bir soruyla başlayalım. “Siyahi bir sinema yıldızı” desem, aklınıza kim gelir? Will Smith ya da Denzel Washington, belki Sidney Poitier. Klasik cevaplar kenarda dursun, bu tür sorulara verilen yanıtlarda adı nadiren anılsa da hikâyesiyle hatırlanmaya değer birine bakalım. Oyuncu, şarkıcı, aktivist, avukat ve atlet Paul Robeson.
Meziyetleri saymakla bitmeyen Paul Robeson’ın hikâyesi, New Jersey’nin Princeton şehrinde 1898’de başlıyor. Özgürlüğüne kavuşan bir kölenin oğlu olarak politik asiliğe pek de yabancı olmayan Robeson, sonraki yıllarda Jim Crow Amerikası’nı karşısına aldığında bu ruhla hareket ediyor.
Baroya kabul edilen ilk siyahi avukat olma gibi unvanların da sahibi olan Robeson’ın en ayırt edici özelliği ise davudi sesi. Dolayısıyla sinema kariyerini başlatan Body and Soul’un (Oscar Micheaux, 1925) bir sessiz film olduğunu öğrendiğimizde, seyircilerin mahrum kaldığı potansiyele hayıflanabiliriz. Öte yandan filmde yozlaşmış bir vaizi ve onun iyi huylu ikiz kardeşini canlandıran Paul Robeson, gür sesini bize ulaştıramasa da hâlâ hayli etkileyici.
Eugene O’Neal’ın oyunundan uyarlanan The Emperor Jones’la (Dudley Murphy, 1933) birlikte tarihte ilk kez bir siyahi aktörün bir Hollywood yapımında beyazların önüne geçtiği filmin merkezinde yer alan Robeson, Show Boat’un (James Whale, 1936) da başrolünde yer almasının ardından Avrupa’ya gidiyor. Bunun sebeplerini konuşabilmek için de 20 yıl kadar geri gitmemiz gerekiyor.
Hollywood’da siyahi temsilin öncülü olarak Klu Klux Klan’in doğuşuna dair bir methiye niteliğindeki The Birth of A Nation’ı (D. W. Griffith, 1915) gösterebiliriz. 190 dakika boyunca tehlikenin her türlü kaynağı olarak siyahileri işaret eden filmin berbat ırkçılığı, siyahi karakteri canlandırmak için beyaz bir oyuncunun yüzünü siyaha boyamak gibi uygulamalara kadar uzanıyor. Dolayısıyla bu temelin ardına sıralanan filmlerde oyunculuk yapan bir yıldız olarak Paul Robeson’ın daha karmaşık ve çok yönlü karakterler oynamak istemesini de şaşkınlıkla karşılamamak gerek. Oscar Micheaux ve Spencer Williams gibi bağımsız siyahi filmciler, siyahi seyirciler için siyahi özneler hakkında filmler yapmaya çalışsa da, bu filmler Jim Crow Amerikası’nın bir gereği olarak ancak ayrılmış sinema salonlarında gösterilebiliyor.
Siyahi oyuncuların pek de çetrefilli olmayan roller almaları sorunu için James Baldwin’in önerisi “senaryonun içine karmaşıklık kaçakçılığı yapmak” iken, Paul Robeson çözümü Avrupa’da buluyor. Song of Freedom (J. Elder Wills, 1936) ve The Proud Valley (Pen Tennyson, 1940) gibi filmlerde oynayan Robeson’ın politik fikirlerinin şekillenmesinde özellikle ikinci filmin büyük etkisi var. Galli kömür işçileriyle dayanışma gösteren bir ABD’liyi canlandırdığı The Proud Valley, Robeson’ın işçi haklarına yönelik ilgisinin başlangıç noktası.
Aynı zamanda bir Komünist Parti üyesi olan Robeson, ABD’ye tekrar döndüğünde HUAC (Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi) fişlemelerinden de nasibini alıyor. 1950’ler ve 1960’larda yükselen Afro-amerikan Sivil Haklar Hareketi gibi oluşumların ortaya çıkmasını tetikleyen bir dönem bu. Robeson da mücadelesini şöyle özetliyor: “Bu insanların şarkı söyleme, oyunculuk yapma ve politik fikirlere sahip olma özgürlüğüyle ilgili bir mesele. Bana saldıranlar, yurtdışındayken ABD’de siyahilere yönelik haksızlıklara karşı ses çıkardığımı söylediler. Evet, bunu kesinlikle yaptım.”
McCarthy döneminde kara listeye alınan Paul Robeson’ın pasaportu da iptal ediliyor. Tekrar Avrupa’ya gidebildiğinde ilerlemiş yaşı, kariyerini tekrar yükselişe getirecek hamleleri yapmasını engelliyor. Robeson, 1976’da hayatını kaybediyor.
Yaptığı işin yanına alenen sahip çıktığı politik kimliğini koyan pek çok insan gibi Paul Robeson için de “değeri bilinmemiş büyük yetenek” gibi tanımlamalar yapmak kolay. Ancak onun politik kimliğini 1968 Olimpiyatları’nda Tommy Smith ve John Carlos’un ulusal marşlar okunurken siyah eldivenleriyle yaptığı Black Power Salute (Siyahi Güç Selamı) ile Colin Kaepernick’in milli marş sırasında diz çökmesi gibi sembollerle birlikte değerlendirmek de iyi olabilir. Hepimizi ilgilendiren meselelere dair söz söylemeyi tarihi bir sorumluluk olarak gören bu insanlar, ırkçılığa yaklaşımla ilgili bir döngüselliğe de işaret ediyorlar.
Paul Robeson’ın hikâyesinde buralara temas eden noktalar da var. Nazım Hikmet, “Korku” şiirinde ona doğrudan hitap ediyor: “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson / inci dişli zenci kardeşim / kartal kanatlı kanaryam / türkülerimizi söyletmiyorlar bize.” Robeson da Nazım’ın dört şiirini besteliyor. Bambaşka coğrafyalardan dünyaya aynı bakan ikilinin yoldaşlığı, Robeson’ın Nazım’ın serbest bırakılması için başlattığı imza kampanyasıyla devam ediyor.
Her ne kadar pek tanınmadığını söylesek de günümüzde Robeson’ın mirasını özellikle sinemada yakalayabiliyoruz. Birleşik Krallık’taki eşcinsel aktivistlerin 1984’te madencilerle dayanışmasını anlatan Pride’ın (Matthew Warchus, 2014) soundtrack’inde yer alması da, IRA direnişçisi Bobby Sands’in örgütlediği açlık grevini anlatan Hunger (2008) ve İç Savaş öncesi dönemdeki köleliğe bakan 12 Years a Slave’in (2013) yönetmeni Steve McQueen’in yeni çekeceği biyografinin merkezinde görmemiz de bizi şaşırtmıyor.
Kaynak: The Review
Paul Robeson’ın 1934 yılında Moskovaya gittiğini ve orada “Hayatımda ilk defa insan olarak görülüyorum dediğini de ekleseydiniz keşke 🙂